Gidişat..

Geçen gün Eki’nin bloguna bakıyordum da, en son blogu 18 Ağustos’ta girmiş, bir türlü yeni bir şey yazmıyor, ona kızdım ben de. Sonrasında kendi blogumdaki en son girişin 11 Ağustos olduğunu görünce de dumur oldum. Bu sebepten ötürü, hal-i pür melalimizi anlatan bir giriş yapmak boynumun borcu.

Haruki Murakami - Dance Dance DanceSon girişten bu yana geçen 20 günde çok kitap okumadım. Salinger’ın Franny and Zooey‘ini tekrardan bitirdim (ama bu sefer İngilizce’sini), şimdi de Murakami’nin Dance Dance Dance‘ini okumaktayım ama beklediğim kadar beni sarmadı – hele de Wild Sheep Chase‘in devamı olduğunu göz önüne alırsanız. Belki de Murakami zehirlenmesine uğramışımdır, kim bilir.. Sanırım bu kitaptan sonra Murakami okumalarıma ara verip, Ian M. Banks beyefendinin Culture serisine başlayacağım. Vaktiyle önce Emir, ardından Bera özellikle de Use of Weapons’ı öve öve bitirememişlerdi, göreceğiz..

Owen-Cesim-Turan-Serkan Tömbeki, 21 Ağustos 2006
Geçen son 20 günün en güzel olaylarından biri şüphesiz ki sevgili arkadaşım, muhterem müstakbel yabancı damadımız Owen’ın Türkiye’de bulunuşuydu. Owen, Hülya Teyze’nin kızı Elif’in boy-friend’i ve kendisiyle geçen sene tanışmış idik. Hatta Murakami’yi bana ilk öğütleyen de odur. Owen’la tanışmamızdan çok kısa bir süre sonra kırk yıllık dostlar gibiydik – zevklerimiz ve beğenilerimiz birbirine çok yakın olduğundan, saatlerce hoşumuza giden şeyler hakkında diğerini sıkmadan konuşabiliyoruz. Hem bu gelişinde Tömbeki’de toplanıp, bol bol dumanlandık da (kaldı ki, cuma günü gerçekleştirdiğimiz son Tömbeki seferinden eve ağrılarla örülmüş bir kafayla gelişimden sonradır ki, nargileye de tövbe etmiş durumdayım).

Ece - NYCuma günü annem geldi İstanbul’dan, bugün de Arabistan’dan kayınbiraderim Utku gelecek – eğer haftasonunda da birileri bir sürpriz yapar ise tam bir aile kaynaşması olacak! 8) Ece Hanım’ın sağlığı çok şükür yerinde, sıcaklardan biraz -epey- bunalsa da, bir yaramazlık durumu yok. Biraz(!) da şişmanladı. Son topaç halinden bir resim sunayım sizlere – hanımefendinin üzerindeki tulum, tahmin edeceğiniz üzere, taa New York’lardan geldi, Yasemin Hala’sının hediyesi. Üzerinde “Somebody in New York loves me” yazsa da, Owen’ın da şehre dönüşüyle beraber bu somebody’lerin sayısı iki olacak. 8)

Hal-i pür melal..

Haftanın başı, odamda oturuyorum. Genelde laboratuvarda otururum okuldayken ama bugün odamda oturmak istedi canım. Laboratuvardaki bilgisayarların birinde simülasyonumun ilk 72 derecelik etabı bitmiş idi, geçen seferkinin aksine fena gözükmüyor, yine de emin olmak için bir 36 derece daha çalıştırma taraftarıyım.

Geçtiğimiz perşembe günü, nihayet işleri yetiştirip Osaka Üniversitesi’nde, benim konuma yakın çalışan bir profesöre mail atıp durumumu anlattım ve CV’mi gönderdim, hala cevap bekliyorum. JSPS’in ilk alımlarının başvuru tarihinin 4-8 Eylül olduğundan yola çıkarak, hayli geç kalmış olduğumdan bahsedebiliriz. Tabii bu olmazsa ikinci dönem için başvuracağım ama o da taa 15 Ağustos’ta açıklandığından, iyice sakat oluyor.

Lepitopi tamirden geldi gelmesine de, bütün sorunları (ekran titremesi, kilitlenip kalması, ethernetin çalışmaması) halloldu fakat yeni bir problem baş gösterdi: artık RGB-out çalışmıyor. Sunum yapan ve film izleyen bir insan olarak hakikaten canımı sıkıyor bu konu. Sağolsunlar, teknik servisteki arkadaşlar ellerinden geleni yaptılar ama bir türlü hallolamadı. Bu sorunu fark eder etmez geri götürdüğümde, oradaki monitöre bağlamışlar ve sorunsuz bir şekilde RGB-out’un çalıştığını görünce, “Herhalde ben beceremedim, bir yere dikkat etmedim…” diye düşünmüştüm ama sonradan anlaşıldı ki, ancak onlarınki gibi çok eski, power-save modu olmayan monitörlerde görüntü alabiliyoruz. Neyse, sonra yoğun bir biçimde uğraştılar ama yapamadılar. Benim aklıma da iki RGB kablosunu Y olarak birleştirip, bir ucu monitöre, çatalın oradaki 2 girişten birini lepitopiye, diğerini de benim emektar kasa bilgisayarına bağlayıp, RGB sinyali hariç diğer bütün sinyaller için kasanın çıkışını kullanmak geldi. Böyle bir zahmete girmeden önce, bir kez daha eski monitörlerde çalışıp çalışmadığını test etmek için bölümde ne kadar eski monitör varsa denedim, ne yazık ki hiçbirinden görüntü alamadım. Bir ara yine teknik servise tekrar uğrayıp onların monitöründe test etmeyi planlıyorum ama içimden bir ses en kötümser tonuyla, teknik servistekilerin yapmak için uğraşırlarken iyice bozduklarını söylüyor.. 8(

Kitaplar ve Nargileler

Jonathan Ames’in Wake Up, Sir!ünü bitirdim. Bu kitaptan yaptığım hayli uzunca alıntılara ise buradan erişebilirsiniz. Özellikle alıntının başındaki kavga sahnesi, Old Boy’daki hastası olduğum kavga sahnesine bile taş çıkartacak doğallıkta. Kitap, I Pass Like Night kadar iyi olmasa da, yeterince iyiydi, The Extra Man‘i de böylelikle okuma listeme almış bulunmaktayım. Bu kitabın ardından, Sezen’in ve Hande’nin önerileri doğrultusunda, Truman Capote’nin Grass Harp‘ını okudum. Kitabı okurken aklıma Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek romanı geldi (sanki başka kitabı var da! Aklıma hangisi gelecekse!). Aslında doğal zira iki yazar da güneyde sanırım aynı bölgede yaşamışlar / yaşıyor. Bu Capote furyasında da ikisinin dost olduklarını öğrendim (ayrıca Harper Lee’yi Catherine Keener‘a oynatmışlar ki, taa 1995’te Living in Oblivion‘ı izlediğimden beridir hastasıyımdır kendisinin..). Grass Harp’da da anlatıcı bir çocuk ve anlatımdaki naiflik gerçekten çok başarılı. Kitaptaki karakterler o kadar iyi işlenmiş ki, bu kitabı sanki bir ön öyküymüşçesine değerlendiriyorsunuz, ya da prequel değil de, şöyle oylumluca bir romanın ardından 10 – 15 sene sonra geliveren bir sequel olarak… Salinger yapar bunu (bkz. Franny ve Zoey’in Franny kısımcığına off of!).

Haruki Murakami / Wind-up Bird Chronicle 1994-95Grass Harp’ı bitirdikten sonra, fazla vakit kaybetmeden Haruki Murakami’ye başladım. Vaktiyle Owen ve fkk övmüştü Murakami’yi. Norwegian Wood‘u es geçip -ki en çok o kitabı tanındığından belki de ondan başlamalıydım- The Wind-Up Bird Chronicle‘a daldım. Ne yalan söyleyeyim, öyle ahım şahım gelmedi bana pek. Jonathan Ames’in Wake Up, Sir!‘ünün espriden hayli yoksun hali. Yazarın eteğinde bir sürü taş var, ufak tefek hikayeler ve bunları birbiri ardına sıralıyor.

Açıklama mahiyetiyle bir örnek vermek isterdim fakat bundan 3 sene evvel bir örnek verdiğimde başıma şöyle şöyle bir iş gelmişti – tam ben bunları yazarken laboratuvara bir asistan girdi, dediğine göre bölüme yeni atanmış ve bilgisayarına bir bakmamı istiyormuş, “Canınızı fazla sıkmak istemem, bölüme asistan olarak alınmam da hayli olaylı oldu aslına bakarsanız..” dediğinde, kendisinden bu sorunlu kabul merasimini anlatmasını rica ettim. Şöyle dedi: “bla blabla bla…”. Bense o sırada bana vaktiyle Sevgili Bülent Hoca’mın vermiş olduğu bilgisayara Visul Studio.NET yüklemekle meşguldüm. Bülent Hoca’dan 3 sene önce seçmeli olarak Crystal Growth dersi almıştım ve o dersi alırken, hiç unutmuyorum, Yüzüklerin Efendisi’nin film müziklerinin de olduğu bir sunum yapmıştım ve bu sunumda da başıma şöyle bir şey gelmişti..

Yani… 8) JKR bile HP’de bir şeyi kullanmak için şöyle bir bahsettikten sonra en azından bir kitap bekliyor… Bu kitabı okuyup, ardından bir de Norwegian Wood’la kendisine bir şans daha vereceğim ama sonrası kesinlikle sevgili Murakami-San’a kalmış… 8P

Böyle böyle.. Bir de eğer pek işiniz yoksa şuraya bir bakın, ilginç olmuş amcanın kitap ile ilgili söyleyip yaptıkları.. Kitabın kapak resmini ararken buldum (ah biz erkekler ve images.google.com sonuçlarındaki zaaflarımız!)

Hamiş : Mesajı yolladıktan sonra başlığa bakınca nargile meselesini gördüm; yazmayı unutmuşum: Özellikle Jonathan Ames’i Tömbeki’de oturup okuyordum (Tömbeki’de yoğun şekilde okuduğum bir diğer kitap da Homeros’un İlyada’sıdır, yazarken hatırladım). İlkin bir cuma günü gittim, ardından pazartesi günü yine oradaydım, salı günü de kendimi yinegene orada nargile içer halde bulunca bunun da suyunu çıkarmayı başardığımı fark edip, kendimi tebrik ettim ve bir müddet de nargile içmekten men ettim… Şimdi ara ara içiyorum ve bu kaçamaklardan doğal olarak bir guilty pleasure duyuyorum. Cuma günleri büyük ihtimalle beni orada dumanlanırken görebilirsiniz. Evet, bu da nargile kısmıydı, artık gönül rahatlığıyla bu girişi sonlandırabilirim..

update

3 Temmuz’dan bu yana yazamadım, daha doğrusu birkaç kere yazmaya teşebbüs ettiysem de, lepitopi sağolsun, her seferinde kilitlenerek beni benden aldı. Eğer kendisine selamınız varsa belirteyim ki bu aralar benimle değil fakat tamirhanede. Artık iyi mi olur, yoksa acılarını dindirmek için işlemcisinden vurmak zorunda mı kalırlar, bilemem.

5-13 Temmuz tarihleri arasında hayırlı bir iş için ailecek İstanbul’daydık. Sonunda ağabeyimi everdik de geldik. Hazır İstanbul’dayken, ‘ana evi’nde kekli börekli bir gün bile yaptık – resimleri daha aktaramadım, ama kadro şöyle idi: Hande, Çetin ve Tekin Biraderler, Gürer Bey, Gökhan ve Şeyda çifti ve de Erdem Karaadam! Yılların kaçağı Ece Hanım’ın yüzü suyu hürmetine ziyaretimize geldi, ayrıca gelirken ondaki Opua Dışın!ı da getirmeyi ihmal etmedi. Kendisine buradan üç adet hip ve bir adet de hoorray gönderiyoruz.

Şimdi güzel laboratuvarımızda oturmuş, yandaki bilgisayara Visual Studio .NET’in yüklenmesinin bitmesini bekliyorum. Lepitopi’nin harddiskindeki hayati dosyaları Barış’ın taşınabilir harddiskine attım, şimdi de bu depoya bir vücut oluşturuyorum. Daha bahsedeceğim birkaç şey daha var ama onları başka başlıklar altında anlatayım da, Google’ın gezegeni kategorileştirme çabalarında benim de bir katkım olsun… 8)

yasemin ve menekşe

Dün, 2 temmuz oluşu itibarı ile, Yasemin’in doğumgünü, Menekşe’nin ise ayrılığının yıl dönümüydü. Menekşe’yi tanıyamadım, onun varlığından haberim olduğunda ise zaten gitmişti. Bilemiyorum, belki şimdiye kadar gördüğüm tek vesikalık fotoğrafındaki gülüşüydü beni dağlayan, belki de yaşıt oluşumuz. O günlerde bir şiir yazmıştım Menekşe’ye, ama şiirler ne zaman gidenleri geri getirebilmiş ki…

Anı

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma

Nerdeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma

Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimizin adları gibi
Adınız geliyor aklıma

Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken o dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan, vakur sade
Davranışınız geliyor aklıma

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil, unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma

Melih Cevdet Anday

Menekşe Kaya 1977 - 1993Menekşe Kaya
1977 – 1993