Şimdi odamda oturmaktayım, günümün çoğu lab’da geçti, optimizasyon kodunda epey yol katettim, anlık enerji hesapları tamam gibi, geriye optimizasyon kalıyor. Pazartesi günü Vala’yı kargo ile İstanbul’a bakıma gönderdim – alet açıldığında VAIO logosunu 22 saniye gözüme sokuyor, ardından dalga geçer gibi 16 saniyede WindowsXP’yi yükleyip çalıştırıyordu. Bugün teknik servisi aradım, kargoyu almışlar. Böylelikle kaygılarımdan biri azalmış oldu. Bugün labdaki Visual Studio’yu yüklemiş olduğum bilgisayarı yeni grup arkadaşımız Aytun kullanıyordu, ben de onu rahatsız etmeyeyim diyerekten Suse’nin başına geçtim, VIM kullanmaya başladım. Akşama doğru Windows’a da yükledim VIM’i, mevlam kayıra.. Böyle bir şeyler işte, yazarım yine.
Kategori: Genel / Hayat-Memat
Sururi: Yuvaya Dönüş
(Lassie’ye ne oldu sormayın, bilemiyorum)
Benim gibi yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin başına sıklıkla gelen bir olaydır hocanızla görüşme aralığınızın açılması. İlk hafta elinizde pek bir veri, gösterecek bir şeyler yoktur, ikinci hafta bir türlü denk gelememişinizdir, üçüncü haftadan itibaren mahcubiyet devreye girer, giderek daha da çekinirsiniz görüşmeye ve kısır döngüye girdiğinizi fark ettiğinizde artık çok geçtir. Bir arkadaşım, master yapmakta iken, bir keresinde, hocası ondan bir şeyleri ne zaman bitirebileceğini sorduğunda, “perşembe gününe yetiştiririm” demiş, ve hocasını bir perşembe günü gördüğünde aradan 3 ay geçmiş idi.
Side’den döndüğümüzden beri böyle bir durum içindeydim. Samimi olarak söylüyorum, epey yoğun çalışsam da, elimde gösterebileceğim bir şeyler olmuyordu. Şakir Hoca’yla karşılaşmaktan ölesiye korkuyor, 3 kattan binbir ihtiyatla geçiyordum eğer geçmek zorunda kalmışsam. O çok sevdiğim lab ortamından da ayrı kalıyordum haliyle.
Dün sonunda Şakir Hoca ile karşılaştık, açık açık durumu anlattım, mahcubiyetimi de. Hani filmlerde olur, asıl oğlan bir gizinin açığa çıkacağından korkarak bin beterini yapar, aslında gizi hiç de öyle kötü bir şey değildir, benim durumumda da öyle oldu, Şakir Hoca sağolsun, durumumu anlayışla karşıladı, biraz daha organize çalışmamı öğütledi ve beni 3 haftadır ölesiye daraltan sorunum bir anda halloldu!
Şimdi lab’dayım, mutluyum, motivasyonum yüzde 150 per cent. 8)
all we are is dust in the wind…
ya da ramazan geldi hoş geldi…
Başlık (şu içinde dust geçen) Kansas’ın 1977 tarihli bir şarkısından. Gürer Bey’in vaktiyle düzyazıya attığı bir mesajda buldum, beğenip alıntıladım. Zaten asıl niyetim de, o mesajda olduğunu bildiğim bir diğer inciyi alıntılamaktı:
Ramazanın sırrı gün boyu aç durup akşam yemek değil, 11 ay pidesiz kalmaya dayandıktan sonra pideye kavuşmaktır.
|
Ben pideye o kadar düşkün değilimdir. Saati 4.20’ye kurmuş idim, burada imsak 5.05’te olacaktı, alarmı kapatıp uyumaya devam etmişim, şöyle bir gözümü açtığımda 4.56 idi meret, pek de panik olarak tanımlanamayacak bir şekilde kalktım, mutfağa gidip bir şeyler atıştırdım, ama daha önemlisi iki çanak su içtim, dişlerimi fırçalarken ezan okundu.
Hoşluklar: Bu all we are dust in the wind nedir, neredendir diye enternette araştırma yapıp, (Sezen’in kulakları çınlasın) Prof. Google’a danıştığımda, Google Desktop atlayıp, gayet gereksiz bir şekilde T.S. Eliot’ın Prufrock and Other Observations‘ını önerdi, “bak işte şurasında dust, burasında wind, burasında da all filan geçiyor..” mealinde. Bugün (cts) akşama doğru Consider Phlebas bitti – bir serinin ilk kitabı olarak doğrusu hayli yoğun olmuş, biraz sulandırmak, o yapılamıyorsa, by-pass geçmek gerekiyor Disq, haberin olsun. Yatmadan evvel The Player of Games‘e başladım, daha bir kolay okunabilir havası var, hem zaten anladığım kadarı ile serideki kitaplar birbirlerinden sümme bağımsız. Banks, serinin ilk ve son kitaplarında TSE’nin kapısını çalmış. Çorak Topraklar‘a ben de herkes gibi saygı duyarım. Phlebas’ın olduğu Suda Ölüm kısmı iyidir, vurucudur lakin, benim favorim açılışı da yapan Ölülerin Gömülüşü bölümüdür. Hatta ‘Eliot’ Suphi Aytimur’un hakikaten nefis tercümesiyle:
Nisan en zalim aydır, gövertir
Leylakları ölü toprakta, yoğurur Anılarla istekleri, uyarır Uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla. Kış, sıcacık tuttu bizi, örter Toprağı unutkan karla, sürdürür Kısır bir hayatı kuru köklerle. |
ve tabii ki:
Bir tanış görüp durdurdum haykırarak, “Stetson!
“Sen ha! Gemilerdeki yoldaşım benim, Mylae’de! “Şu ceset, bıldır diktiydin ya bahçene, “Filiz verdi mi? Bu yıl durur mu çiçeğe? “Yoksa o beklenmedik don bozdu mu tarhını? “Öyleyse uzak tut köpeği, insanların dostudur, “Yoksa tırnaklarıyla kazıp çıkarır gene! “Sen! hypocrite lecteur! – mon semblable, – mon frère!” |
(Şiirin orijinaline buradan, çevirisine ise buradan ulaşabilirsiniz, by the way..)
Yazdıkça yazılacak şeyler beliriyor, iyisi mi burada ara vereyim.
-Ama nargileden bahsetmemek olmaz. Cuma günü Tömbeki’de keyif yapıp çıkmış idim ki, Tenedos’un önünde karşı istikametten gelen Dee ve Doruk ile karşılaştık. Nargile sefasından gelmekte olduğumu belirtince, Dee haklı olarak bloguma yazmış olduğum ilgili girişi hatırlattı. Ben de ona bu bloga yazdığım her şeye inanmamasını tavsiye eyledim 8). Bir nevi guilty pleasures durumu. Tatilde de kokkolalayt günlerime dönmüştüm zaten. 8P
Buyurunuz, bu aşağıdaki de, Gürer Bey’in pide üzerine belirttiklerini alıntılamam karşısında kendisine yaptığım ödeme olsun. Ve Valentine.. ah Valentine.. Consider Phlebas‘ın Perosteck Balveda’sı nedense Faye’i anımsattı bana..
Bir de bir de..
Bir de, şu geçen zaman içinde bu dünyaya iki bebek daha geldiğinin müjdesi ulaştı:
Vaktiyle bahsettiğim, ağabeyim vasıtasıyla tanıştığımız Seden ve Hakan’ın kızları Zeynep Defne Çağlar (DT:01/09/2006) ile | |
taa İTÜ’den arkadaşım Timuçin ile eşi Filiz’in oğulları Doğu Baran Şentürk (DT:10/08/2006). |
Allah analı-babalı büyütsün, kısmetlerini daim etsin.
Günlerin Köpüğü…
Gene araya epey bir zaman sokmayı başarmışım -arada Turan’ın doğumgünü de kaynamış 8(-. Bu geçen zamanda tatile gittik, tatilden geldik, okula ısınmaya çalışıyorum, simülasyon neticeleri hala makale olmayı bekliyor, yolumu gözlüyor.
Tatilde Side’deydik, Eda’nın tavsiyesi ile Doğan Otel‘e gittik, hayli de memnun kaldık – yalnız çocuğu olmayanlara pek tavsiye edemeyeceğim, çünkü ortam sözlük anlamıyla “ana-baba günü” idi. Nasıl olduğunu kestiremediğim bir evrim sonucu, Doğan Otel bebekli ailelerin kesişme noktası olmuş. Ben, Bengü, Ece Hanım, Eda, Eda’nın arkadaşı Defne ve Defne’nin şirin mi şirin kızı Cansu gittik, ikinci gün, Eda ve Defne’nin arkadaşı Eylem ve Eylem’in oğlu enerji deposu Alp de bize katıldı. Eda, Ece’nin doktoru aynı zamanda, Defne ve Eylem de doktor olunca, tamamıyla doktor gözetiminde bir tatil yaptık. 8)
Bengü ile beni en çok yol kaygılandırıyordu. Kolay değil, otobüsle 10 saat yol, bir de kızın damarı tutarsa bütün otobüs ahalisinin hayır duasını almamız işten değildi ama çok şükür, kızım giderken de gelirken de çok uslu idi. Hatta otobüs Ankara’ya geldiğinde inenler kızı görünce “A! Bebek varmış!” şeklinde şaşkınlıklarını gizleyemediler.. Ece Hanım da ilk deniz sefasını yapmış oldu böylelikle.
Tatilde değil de, özellikle yolda giderken ve gelirken bir türlü bitmek bilmeyen Murakami’nin Dance Dance Dance‘ini okudum ama bitirmek dönüşe nasip oldu. Yanımda bir de Bilkent Kütüphane’ye kitapları iadeye götürdüğümde çıkarmış olduğum Raymond Carver’ın Will you please be quiet, please?‘i vardı, ondaki hikayeleri de yarıladım. Murakami bittikten sonra uzunca bir süredir başlamak istediğim Ian M. Banks’in Culture serisine geçiş yaptım. Şu sıralar Consider Phlebas‘ı okumalardayım, yarıladım sayılır — Hedefim üçüncü kitap Use of Weapons.