Emir Demir’i kes!.. ya da dün geceki rüyam.

28 Eylül 2005 itibarıyla, yine buradan seslenmişim, “ben sui’yi özledim” diye. Büyük ihtimalle dünkü Culture girişimden ötürü (ben daha Culture’a pepe derken, Sui olayı yemiş bitirmiş idi..), adama özlemim yine depreşti ve buyurunuz dün geceki rüyam: (PG-13)

Yine Hollanda’ya gelmişim ama TUDelft’e değil de, meğerse burada ODTÜ’nün şubesi varmış (tıpkı KKTC’deki gibi) ve küçükmüş ve de fena halde, şimdi kendimize mesken tuttuğumuz Huis Portugal’a benziyormuş.

Rüya güzel ve mutlu ediciydi, şu vaktiyle yazdığım “Güneş Tecelli Ediyor”un -aslında pek de mutlu olmayan- sonu gibi (ki o zamanlar Brazil‘i seyretmişliğim de yoktu), ya da öbür hikayemin hakikaten de mutlu biten sonu gibiydi, hangi birini saysam (hatırladıklarımı?):

Bir kere bizim bölümdü, yani fizikti. Elif (Yurdanur)’u görüp, sevindiğimi hatırlıyorum. Ardından hoş-beş için arkadaşlarla oturduğumuzda, nargile olduğunu ve tütününü de Tömbeki’deki Nevzat Bey’in (hayali) kardeşi “Kılıç”ın bizzat getirdiğini öğreniyorum (ki nargile, şu anda Türkiye’de en çok özlediğim şeylerin başında geliyor). Bakayım, başka… Hah, kargocu/postacı bir oğlan geliyor, bana birkaç mektup getirmiş, o mektupları çıkartırken, çantasına bir göz atıyorum, bir de ne göreyim! Çok çok sevdiğim eskilerden bir edebiyat dergisi olan -yine- Hişt!‘in hiç görmediğim sayıları var! Rica ediyorum, bak postacı da “tabii,” diyor, “sahibi yok zaten bunların. Yalnız şu eklerini alayım, bakmak istiyorum..” diyor (ek de “Kına” ekiymiş). Çantada -yine- Hişt!’in yanısıra, Mehmet Batur’un dergilere gönderdiği yazıları var (el yazılarından ve üzerine yazılmış olduğu teksir kağıtlarından tanıyorum)… İşte böyle çok seviniyor, çok seviniyorum… Sonra, tekrar içeri giriyorum ve holde Emir’le karşılaşıyorum, ay ne seviniyorum ne seviniyorum! Böyle bir şeyler işte. Güzel uyandım sonrasında, Ece hala uyuyordu.


(Bu, “Güneş Tecelli Ediyor. Başıma, başıma, başıma”nın başı ve sonu / 11 Kasım 1997 bu arada..)

Güneş tecelli ediyor: başıma, başıma, başıma.

“Bir beyin kanaması vakasında ilk ve son görülen şeyler tamamıyla hallüsinasyondur.” demişti doktorum bana. Bir ay kadar önce.

(…)

Ergin bu dünyada, Güneş o dünyada. İkisi de çok yakın arkadaşlarımdılar.

“Yoksa?” dedim, tabii ya, niye düşünememiştim, hemen kapıya koştum, kapıyı açtığımda onu, Güneş’i orada bulacağımı biliyordum, utanıyordu tabii kapıyı çalmaya, aramızda geçen onca şeyden sonra. Açtım. Sarı saçlarını gördüm. Hemen gözlerine baktım, o masmavi gözler, sarıldım Güneş’e, içim ısındı, Çiğdem’i bile unuttum bir ara. Beni affedecek misin, dedim, unuttum bile, dedi. Oysa biliyorum ki affeder ama unutmaz, bunu söyledim ona, sonra beraber güldük halimize, tıpkı eski günlerdeki gibi. Sonra konuşmaya başladık, Güneş bana son maceralarını anlattı, güya şehirden şehire dolaşan bir kumpanyaya girmiş, ne kadar saçma, bu bir rüya olmasa kesinlikle inanmam, orada gitar çalıyormuş, o kadar kötü gitar çalan biri için bir mucize bu! Anlatayım, Güneş’in müziğe hiç kabiliyeti yoktur, o aslında ressamdır, harika resimler yapar, benim de resmimi yapmıştı bir kere, hâlâ saklarım, dolabımın alt gözünde saklarım.

Kapı çalındı, bakındım, Güneş yoktu, hiç gelmemişti, herşeyi ben uydurmuştum.

Kapıyı açtım. Çiğdem sandım önce, ama değilmiş, geleni hiç tanımıyordum, “Ben,” dedi, “nişanı bozuyorum.”, bunu dedikten sonra da parmağından çıkardığı yüzüğü kafama fırlattı! Şaşırdım, anlamadım, bir şeyler söylememe fırsat vermeden çekti gitti, yüzüğün içinde benden sevgiler yazılmıştı… KAHRETSİN! Bu benim el yazımdı. Ben kimdim, o kız kimdi. Koltuğa çöktüm, Ergin’e baktım, sonra sahile gidip deniz kenarında yürümeye başladık, bir kapının önüne geldik, Ergin kapıyı gösterdi, açmaya korkuyordum, açamadım. Arkama döndüm, Ergin’in kapıyı açışını duydum, sonra boynumda bir sıcaklık. Güneş gelmişti galiba en sonunda, tam başımda duyuyordum onu, gelmişti demek!

O sırada öldüm. Belki de çok önce.


Bu da diğer bahsettiğim hikayenin ta kendisi. Adı “Sürpriz” imiş. Aynen yaşanmıştır, çok yaşa Patron, çok yaşa FCH!..

Sun 25-07-99, 22:26:12

Sürpriz.

Oğuz 24 yaşındaydı ve yalnızdı, canı sıkılıyordu, çok. Bir arkadaşının şirketinde çalışıyordu, sayfa tasarımı. Ve bir sevgilisi vardı, sevdiği, herşeyi. Günler geçmek bilmiyordu, uzun, çelikten. Sevgilisini özlüyordu Oğuz, günler geçmek bilmiyordu, bir arkadaşının şirketinde çalışıyor, yalnızlığından canı çok sıkılıyordu.

Sevgilisi bir başka şehirdeydi, uzak. Arkadaşları da, onlar da uzak, onlar da uzak… uzak. Başka hiçbir şey. İşleri bitmek üzereydi ve gün. Güneş, ötedeki tepelerin ardından doğalı saatler- seneler olmuş- gibiydi. Ve yalnızdı, tek başına suskunluk.

Telefon çalıyor. İşinde çalıştığı arkadaşının gelmesine daha günler var, biliyor. Telefon çalıyor. Sevdiği uzak. Telefon çalıyor. Açsa mı? Telefon. Nasıl olsa telesekreter. Telefon. Gene de yalnızlık hükmünde, yükselen. Çalıyor.

Arkadaşı dönmüş, ne güzel. Onu karşılamaya gitse (servis arabası – minibüs yolun diğer tarafında, durmuş. Bekliyor.). Merhaba. Sıcak bir gün. Çantalar aracın içinde ve minibüs. Beş kişi- biri şöför. Gazete okuyucuları. Arka koltuk. Üç kişi orada, beşin biri şöför, bir de şöförün yanı. Sıcak bir gün. Diğer şehirdeki herkes. Kimse yok.

Çantalara uzanıyor. Oğuz. Adı bu. Sıkılıyor. Neden? Bilinmiyor. Yetersiz veri ama sonuç. Çantalara uzanıyor.

Derken gülmeler işitiliyor aracın içinden… Arkadaki üç kişi, şu gazete okuyanlar hani, onları saklayan gazetleri neşeyle indiriyorlar: Oğuz’un diğer şehirdeki arkadaşları! Hepsi burada, herşey ne güzel! Şöför de tanıdık gelmeye başlıyor, derken, yıllardır görmediği başka bir arkadaş! Güneş tepede, her yer yeşil, her yer çimenler, çocuklar parkta koşuşuyorlar, herkes neşeli. Bir sevinç dalgası geliyor, vuruyor Oğuz’u, yüzüne sonsuz bir tebessüm yayılıyor. Hepsi araçtan inip sarılıyorlar birbirlerine. Tüm şehir, o şehri var eden bütün insanlar gelmişler işte, araçtan iniyorlar. Oğuz, neşeyle sarılıyor onlara… Güneş daha da bir parıldıyor şimdi. Sıcak, sımsıcak bir yaz.

Hollanda’da yaşam hakkında bilmedikleriniz..

(ya da sizin bilip de, benim önceden bilmediklerim ama artık biliyor olduklarım)
(ya da “… ve bilmek isteyip de soramadıklarınız…” 8P)

Burada uygulaması çok kolay olan ve hayatı kolaylaştıran pek çok şey gördüm. Misal için bkz. aşağıdaki resim:

Hollanda Lalala

En soldaki mor şey, fena halde TRT’de Ece’nin çok sevdiği çocuk programı olan “Elma Kurdu Nam Nam”ın baş kuklalarından Hopi’ye benzeyen elyakmaz (bu terimi sanırım ben uydurmuşum – hani şu eldivenler var ya, fırından bir şey alırken, eliniz yanmasın diye kullanırsınız…) Onun sağında, üzerinde bilmemne kaas yazan arkadaş, rendelenmiş kaşar peyniri olup, asıl sürprizi pakedinin açma/kapama kısmında zira amcalar bunu kilitli torba mantığıyla yapmışlar, her daim taze; lastik, tel, selobant uğraştırmıyor. Onun yanında, yandan gördüğümüz koyu yeşil paket Pandan Rijst (Rice). Burada Çinli nüfusun yoğunluğundan olsa gerek, 4-5 farklı çeşit pirinç var, bu Pandan Rijst hem dolgun, hem leziz hem de cinsinden olsa gerek, ne kadar su verirseniz verin (ve tabii ki makul ölçülerde), her daim başarılı sonuç alıyorsunuz. Bu pakedin mucizesi ise bir değil, tam iki tane! İlk olarak, en sağdaki mavi süt kutusunda da göreceğiniz üzere, yan tarafında ölçekli şeffaf bir bölge var, böylelikle pakette ne kadar kaldığını bir bakışta şıp! diye anlıyorsunuz. Pirinç için pek gerekli bir özellik olmasa da, sütün durumundan haberdar olmanız bazen nefsinizi kurtarabiliyor. Gelelim pirinç pakedimizin ikinci özelliğine: ben resme bakınca görebiliyorum ama belki bildiğim içindir. Pakedin ağzı hali hazırda kalınca ve uygun ebatta bir selobantla tutturulmuş geliyor. Siz de kullandıktan sonra, rahatlıkla kapatıyorsunuz, taşma sızma damlama olmuyor. Sütün solunda, üzerinde “Bar-Le-Duc” yazan kutuda su var. Şişeyle bir şey alırsanız, pet şişe bile olsa, şişe parası kesiyorlar. Burada İtalya’daki gibi soda düşkünlüğü yok ama pek su satılmıyor zira herkes harıl harıl musluktan içiyor. Ben pek tadını sevmedim, o yüzden biz dışarıdan alıyoruz ama bizden başka alan da görmedim şimdiye kadar. Yine dikkat ederseniz, süt kutusunda da, su kutusunda da dökme yeri eğimli. Türkiye’de bizi çileden çıkartan bir şeydi bu eğim, daha doğrusu eğimsizlik meselesi. Meyve suyu alırsınız, bardağa koyana kadar, içindeki sıvı ilk dökülme anında çıkışın hepsini kapladığı için hava sıkışır, üstünüz başınız oranız buranız keyfiniz zevkiniz batar, sinir olursunuz. ama işte çözüm bu kadar basit.

Gelelim ikinci resmimize:

Hollanda Lalala2

Bu resimde daha iyi görünsün diye selobanta zum yaptım, ondan başlayayım: bantın çeperleri zig-zag gidiyor, böylelikle kullanacağınız bant kadarını açtıktan sonra, koparmak için ağzınıza götürüp salya sümük yapmak yerine, en yakın zig-zagdan biraz çekip, kolaylıkla koparıyorsunuz. En soldaki telefona benzer tuşlu beyaz alet ise, internet bankacılığında kullanılan kod üretici. Bankanın sitesine bağlanıp, hesap numarınızı ve kart numarınızı giriyorsunuz, o da size 7-8 haneli bir sayı üretip, bunu bu alete girmenizi istiyor. Siz alete kartınızı takıyorsunuz, şifrenizi istiyor (buradan da anlıyoruz ki, şifreniz dönüştürülmüş şekilde kartta tutuluyor. Eğer Meren burayı okusaydı ya da ben onun sözünü dinlemiş olsa idim, parola / şifre farkını çok zügel veren bir örnek vücuda getirmiş olacak idim ;), şifrenizi giriyorsunuz, bu sefer internet şubesinin verdiği sayıyı istiyor, sonrasında da sizin verdiğiniz bilgilerle bu bilgiyi yoğurup bambaşka bir sayı üretiyor. Siz de bu sayıyı giriyorsunuz, bye bye annemizin kızlık soyadı, bye bye doğduğumuz yer! Çaydanlık muhabbetine gireceğim şimdi ama ben de biliyorum, bunlardan Türkiye’de de var (tea-light olayı) demliyorsunuz çayınızı, koyuyorsunuz oraya, altına da bir tane mum, oh, siz içerken sıcak tutuyor deminizi. Lakin sorulması gereken soru, Türkiye’de 105 tane mumu 3 avroya alabiliyor musunuz (1), eğer alabiliyorsanız bile orada x kazanıyorken verdiğiniz 3 avro ile burada xxx kazanıp verdiğiniz 3 avro aynı mıdır? Bir de Lipton burada yeni bir seri çıkardı, piramit seri, oralara da gelirse tavsiye ederim, Earl Grey’inde yasemin var ve içtiğim en iyi Earl Grey’lerden biri. Bir de serinin orman meyvelerini aldım, kokusundan yenmiyor, nefis bir şey, tadı yoğun yalnız. Bir tane bu orman meyvelerinin piramitinden iki tane de Earl Grey piramitlerinden atıp demliyorum, ohh ohh ohh…

Bir de şu mesele var, okulla ilgili, aslında buna ayrı bir giriş yapacaktım ama iki aydır böyle deyip duruyorum, iyisi mi buraya alayım. Kaynağım TUDelft’in verdiği “International Student Guide”:

Teaching methods and Cultural Differences
Student – staff relationships

You will soon notice that Dutch people are very direct in their manner of speaking. They are also not afraid to criticize others. This assertiveness and directness is not limited to interpersonal relationships outside TU Delft. Also in student-staff relationships, the Dutch tend to find being honest and open far more constructive than being silent or indirect about something for the sake of peace of mind. If you know how to deal with this openness, it can allow for greater clarity in communicating with others, both within and outside TU Delft. Most important, remember it is (generally) not intended to offend.

Student-staff relationships are typically less formal than most non-Western countries. For example, students often call members of staff by their first name, professors as well as lecturers. This may seem a bit strange or even inappropriate to you, but it is not an expression of disrespect. In the Netherlands, people feel that respect is something you earn based on what you do and the personality you are; it does not stem from your wealth, your position or the size of your car. Informality, however, does not mean that lecturers and professors expect to have social contact with their students outside the University; it is purely professional working relationship. Members of the staff do not expect to be offered gifts of any sort. A lecturer must assess his students impartially, and anyone accepting a gift from a student may be seen as compromising his or her integrity.

Christmas, X-Mas ve Axe-Mas hakkında birkaç şey…

Belki bilir, belki bilmezsiniz, bilmezseniz de pek bir şey kaçırmış sayılmazsınız ama filmi bilmiyorsanız çok şey kaçırmışsınızdır, Amerikalıların resmi Noel filmi, Frank Capra’nın 1946 tarihli It’s A Wonderful Life‘ıdır . Ben de bu filmi çok seviyor olsam da, bizim için ilgili başlık altındaki favori film, Richard Curtis’in 2003 tarihli Love Actually‘sidir. Tabii, bizim için noel (“neol”) diye bir şey olmadığından, yılbaşı yaklaşırken, biz de Delft’teki DVDcilere bu filmi sormaya başladık (buraya hiç DVD getirmediğimizden Ankara’da bir depoda şimdi önceki versiyon). Birkaç yerden “taze bitti” cevabını alınca da, ya bu film Hollandalıların başucu filmi (bir de Almanya’da David Hasselhoff olmak vardır bu bağlamda) ya da bunlar bize Türk Tüccar muamelesi çekiyorlar dedik (hani dükkana girersiniz, aradığınız bir şeyin orada mevcut olup olmadığını sorarsınız da, muhatabınızın bakışları, sizin aradığınız nesnenin adı olan kelimeyi ilk defa duyduğunu gizleyemezken “Ha, iki tane vardı da, geçen cuma bitti, önümüzdeki ay gelecek yine” şeklinde bir cevap alır (o şeyin kendisinde olmadığını gururuna yediremez) ve dahi “boşuna buralarda arama, hiçbir dükkan satmaz onu” şeklinde de “bende yok, öyleyse bat dünya ve diğer meslektaşlarım” eklentisi ile ödüllendirilirsiniz). Geçen hafta Rotterdam’a gitmiştik gezmeye (bkz ispatı aşağıda) de, her gördüğümüz fidyocuya sordum, çok kalabalık kuyruklar vardı neyse en sonunda dönüş yolunda buldum bir tane, hem de hepi topu 8 avroya!

Rotterdam, 24/12/2007

Özetle, yeni yıl yaklaşırken, eğer öyle çok da maço bir tip filan değilseniz, + Nikah Bir Cenaze’yi beğenmişseniz mesela-mutlaka, ve halen Love Actually ile tanışmışlığınız yoksa, bir deneyiniz derim. Araya parça olarak filmde de kullanılan (zaten oradan aklıma geldi) Bay City Rollers’dan Bye Bye Baby‘nin sözlerini sıkıştırayım bari – bir şarkı bu kadar mı leziz olur :

Bay City Rollers / Bye Bye Baby………………………………………|

If you hate me after what I say
Can’t put it off any longer
I just gotta tell her anyway

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

You’re the one girl in town I’d marry
Girl, I’d marry you now if I were free
I wish it could be.
I could love you but why begin it
‘Cos there ain’t any future in it,
She’s got me but I’m not free, so:

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

Wish I never had known you better
Wish I knew you before I met her, Gee
How good it would be for me.
Shoulda told her that I can’t linger,
There’s a wedding ring on my finger,
She’s got me but I’m not free, so:

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

Hazır şarkılardan ve noelden söz açılmışken: Az çok neol hakkında bir şeyler bilirim (işte nativity detayları, 3 müneccim (magi), şu müneccimlere yolu gösteren yıldız ve hatta en güzeli olarak da T.S. Eliot’ın Journey of the Magi şiirini ve şu hastası olduğum müthiş açılış dizelerini:

A cold coming we had of it,
Just the worst time of the year
For a journey, and such a long journey:
The ways deep and the weather sharp,
The very dead of winter.
And the camels galled, sore-footed, refractory,
Lying down in the melting snow.
There were times when we regretted
The summer palaces on slopes, the terraces,
And the silken girls bringing sherbet.
Then the camel men cursing and grumbling
And running away, and wanting their liquor and women,
And the night-fires going out, and the lack of shelters,
And the cities dirty and the towns unfriendly
And the villages dirty and charging high prices:
A hard time we had of it.
At the end we preferred to travel all night,
Sleeping in snatches,
With the voices singing in our ears, saying
That this was all folly.

lakin, bu sene neolle ilgili yepyeni bir detay daha öğrendim, dini içeriği hayli yüksek, mukaddes Robot Chicken programının, neol özel bölümünden (s03e14). Onun sonunda, sanırım geçen seneki neol programındaki şu anime çocuk, jack frost ve santa’nın kapışmasındaki karakterler müthiş bir parçayı icra ediyorlar. Bir tek bizim dilimizde trampet diye bir müzik aleti olduğundan ne yazık ki, benzer bir müziği tam olarak yakalayamadım ama yine de The Old Guard Drum and Fief Corps (Amerikan koloniyel dönemden) epey yakın bir… siz Türkler nasığ diyoğ, “sound” yakaladım. Trampet/Trompet bir de Konyak/Kanyak olayı var tabii meşhur, bağlantı aynı olmasa da. Bu tür müzik aramaktayım, Kodo’yu biliyoruz tabii ki ailecek, ama benim dediğim şu trampet olayı, flüt de bir yere kadar girebilir (aslında TAM da Robot Chicken’daki mevzuat). Neyse, aratıyorum ediyorum işte “drum” vesaire diye, Little Drummer Boy‘u keşfettim, zaten, sonradan anladım ki, RC’ın yaptığı da aynı şey olayor. Sonrasında da Dolores O’Riordan’ın (pis pis pis!) 2001’de Vatikan’da performeler eylediği şu versiyonunu buldum şarkının. Yani böylesine aptalca bir şarkı nasıl böylesine etkili öldürücü bir silaha dönüşebilir, ispatı orada… (Yanlış anlama olmaması için bonus bilgi: Dolores O’Riordan’a gıcıklığım, ailecek ennn bir favori gruplarımızdan olan Cranberries’i bir başına koyup gitmesinden ötürüdür. Gerçi ailemizde buna benden başka bozulan bir başka fert yok ama bu benim değil, Bayan O’Riordan’ın sorunu. 8P)

Yine çok uzadı. Bir de Axe-Mas dedik, onunla da ilgili birkaç şey karalayalım: Evet, bildiğiniz üzere Futurama der X-Mas’a Axe-Mas diye, nihayet geçen ay, yıllardır (2?) süregelen ayrılık bitti, Bender’la hasret giderdik (bkz. Bender’s Big Score)

Sanırım bu kadardı. Görüşemezsek/görüşmezsek şimdiden yeni yılınızı kutlarım. Geçen sene yaptığım gibi, bu yıl da senenin muhasebesini yapmayı arzu ediyorum ama önce yılın hayırlısıyla bitmesi lazım.. 8)


nasıl bir manyak?

Bir insan düşünün, gece yatıyor, gayet normal bir gün geçirmiş, sonra aklına bir anda tarihteki Roma İmparatorları geliyor… Augustus (tamam), Tiberius (tamam), xxx???, Claudius, Nero! Ya, kimdi o xxx? Deliydi hani, gerçi bunların hepsi birbirinden deli ama bu zır deliydi, kimdi kimdi? Kalkıyor sıcak yatağından, tam da uykuya dalmak üzereydi, gidiyor iki saat bilgisayarının açılmasını bekliyor, internete bağlanıyor, çok şükür ki internet var (omniscient Wiki, o olmadı Google). Bakıyor, evet, Caligula, artık rahatça uyuyabilir (şimdi düşündüm de, sanırım o tarihte Wiki yoktu). Bu adama yazık değil mi? Bu adamın karısına yazık değil mi? Hayır, sanırsınız ki, ertesi gün Roma Tarihi’nden sınava girecek, ya da ahret suallerinin kapsadığı konularda bir revizyona gittiler. Hayır efendim. Vaktiyle Hande Hanım’ın sayesinde okuduğu I, Claudius ve Cladius, the God (Robert Graves) kitapları haricinde pek bir tanışıklığı yok. Tanışıklığı yok ama hastalık derecesine varan takıntısı var (daha önce detayı ile yazdım).

Gelelim son takıntımıza: 4-5 gün kadar evvel, şimdi tam olarak hatırlamadığım bir vesile ile, Afrikalı bir güruh olan xxx’lerin adı aklıma gelmedi. Şu xxx’ler, canım, hani Avrupa’da mı ne yaşıyorlar, alt seviye işlerde çalışıyorlar, hani neredeyse bütün paralarını takım elbiseye harcıyorlar, her haftasonu toplanıp, en şık kim yarışması yapıyorlar… Hani benim de İsveçli / Danimarkalı / Finlandiyalı yönetmen bilmemkimin çektiği belgesel ile haberim olmuştu, bildim mi, hah, tamam, işte onların adı neydi yahu?

Barış’ın pek sevdiği, hakikaten güzel bir video çevirici program var, adı ne mi, “Super”. Yani böylesine arama motorlu tabanlı bir dünyada, bir insan nasıl böyle bir isim verebilir ürününe?! Bu nereden mi geldi aklıma? Arama motoruna African yazıyorsunuz, documentary yazıyorsunuz, bir de suit, sonra seyreyliyorsunuz gümbürtüyü!…

(Bu arada) Cevap: Danimarka, Jeppe Ronde, “The Swenkas”, burası mesela. Bu arada, onu ararken, bir de buna rastladım: Manufacturing Dissent, acaip hayvani ve iyi göründü gözüme ama daha pençelerimi geçiremedim (tabii Swenkas’a da ulaşmış değilim, ilgilenen olursa YouTube’de trailer’ı var)


Encounters‘dan alıntılıyorum:

Manufacturing Dissent
Canada 2007 74min
Dirs: Debbie Melnyck & Rick Caine

Poking cameras into the faces of prominent politicians, CEOs and average citizens is the hallmark of Michael Moore’s documentary style. In the name of guerrilla journalism, its all fun and games until someone does the same thing to you.

Attempting to isolate fact from fiction, and legend from ego, this intelligent, intriguing and revelling exposé trains the camera on Michael Moore, the world’s most notorious, intentionally caustic, documentary filmmaker. Whilst tagging along on the promotional junket for Fahrenheit 9/11 and the ‘Slacker Uprising Tour’, Melnyck and Caine delve deep into the politically charged climate that jettisoned Moore to fame, unveil the extent of deliberate factual manipulation in his films, meet and interview Moore’s friends and adversaries alike, and explore his growing influence.