man of the hour ya da wovie zowie

Tesadüf bu ya, beri yanda Pearl Jam’den “Rearview Mirror” çalıyor. Geçenlerde Neslihanlara gittiğimizde depreşti yine. Gerçi şu avakado mudur, papaya mı, artık her neyse, işte onun olduğu 2006 tarihli albümleri hakikaten iyi gibi ama 10 yıl sonra 10 yıl yaşlı adamların yapmasını bekleyeceğim müzik değil. Hoş, Metallica Load’da yaşının icap ettirdiği müzik yaptı da bana yaranabildi mi nein davut, bu derin bir tutku.

Buraya geleli çok olmamıştı ki, gayet normal bir grup toplantısında ortalığı berbat etmiştim (bkz: “so much for the self esteem…“) hani, işte onun sıkıntısını bir türlü atamamıştım üzerimden. Burada “kendini onaran malzemeler” nam-ı diğer “self healing materials” (SHM) üzerine çalışmalarda bulunmaktayım. Üniversitenin çeşitli bölümlerde SHM üzerine çalışanları bir araya getirmek için oluşturduğu bir grup var, işte mimarlıktan elektroniğe, vesaire vesaireye kadar birçok bölümden insan 2 ayda bir toplanıyoruz, neler yaptığımızı anlatıyoruz. Benim ilk katıldığım toplantı 2 ay kadar önceydi ve o toplantıda grup başkanı “Emre, bir dahaki sefere sen konuş bakalım..” dedi, ohoooo, daha iki ay var, yazar da yazarım… Mamafih kazın ayağının öyle olmadığı toplantıya çok kısa bir süre kala ortaya çıktı. Cuma günü Bengü ile Ece’yi yolcu ettikten sonra başladım harıl harıl çalışmaya. Daha evvelden de yazmıştım, hatırlıyorum, İTÜ’deyken sabahlamak eğitimin gereğiydi, hele son dönemdeki final haftamda bir haftayı toplamda herhalde 10 saat kadar filan uyuyarak geçirmişimdir (ve dahi son sınava da girdiğimin gecesi ilginç bir şekilde uyanmıştım – baktım sanırım yazmamışım, HaytNet’teki ilgili mesajı bulup bunun altına iliştiririm elbet bir ara). Ama insan yaşlanıyor. Uzun zamandır sabahlamak benim için 5 gibi yatıp 7 gibi kalkmak, yani ille de uyunacak. Neyse, pazartesi günü grup toplantısı vardı, orada prova mahiyetinde sundum benim sunumu (“tutacakları tutun!” yazardı otobüslerde, sunumu sunmak da farklı bir şey olmasa gerek). Sanıyorum o ilk geldiğimin batırışının izlerini silmeyi becerdim nihayet. Ama bir sürü düzeltme ve geliştirme ve değiştirme önerisi aldım (bunun anlamı: pazartesi sabahla, salı sabahla). Çarşamba günü başladım sunmaya.

Bu sunum olaylarında, sözlülerde filan çok heyecanlanırım. Elimde olan bir şey değil ama şimdiye kadar hep bir şekilde avantajıma çalıştı bu heyecan. Heyecanlanınca daha samimi daha spontane oluyor gibi. Genç bir lisans/master/doktora öğrencisi için, onu tanıyan bir kesimin gözünde bu sempatik olsa da, kendisini tanımayan ve safi akademik enformasyon için izlemelerde olan bir izleyici güruhu için kart bir postdoc aynı sempatiyi oluşturamıyor. Yani ben anlatırken yine başka bir boyuta gittim, iyi geçti seminer ama sonradan iyice düşününce, iyi geçmiş olmasına rağmen seyircilerin bir kısmını ara ara kaybettim (you can fool a person for all the time all all the people for some time but you can not fool all the people all the time – Abe Lincoln mıydı? 8) Neyse, sağ kurtuldum çok şükür, tekrar özgür bir insan oldum ama çok fena gerilegelmiştim (“gerileee!” as in Altan Erkekli çığırıyorken “Cemileee!” previously in Bir Demet Tiyatora). Şimdi rahatım, mesela bu blogu yazıyorum (aslında bloga üzerindeki tarih olan Çarşamba gecesi başlamıştım ve bugün günlerden cuma (tekrar et) neyse, better late than never geç olsun da güç olmasın ve dahi I want to break free (God Knows).

Evvelsi gün Emir’in current lokasyonundan (Minnesota) Susy Cream Cheese’e ve Zappa’ya, Zappa’dan FreakOut!’a (ki zannımca gelmiş geçmiş en mama (of intervention) albümlerden biridir), oradan da yine Emir, Ben ve dahi İdris’ime zapladım (Dit ist een reason for that “wovie zowie” in the başlık).

Anneannem iyi gibi çok şükür, konuşuyoruz hemen her gün. Bu pazar (17) akşamı İstanbul’a konacağım (I am the fly, I am the fly – fly in the ointment (Wire)), hemen anneanneme gideceğim, Salı (19) gecesi Ankara otobüsüne bineceğim, Çarşamba (20) sabahı Ankara’ya ayak basacağım, Pazar günü (24) İstanbul’a döneceğiz ailecek, 28’inde de İstanbul’dan evimize hayırlısıyla inşallah. Diyeceğim odur ki cemaati İstanbul’a, hazır benim bekar yakalamışken, mesela 19’una ayarlayalım bir Çorlulu Ali Paşa ziyareti. Arkadaşlarımın arasında bir sürü işsiz güçsüz var (Hande, Gürer, Betül(?)), bir sürü de semi-işsiz geek tayfası (Eki, Çağlar, Disq(?) başka kim vaa?) fırsat bu fırsat (Ve bir de: Eki, eki hiç haberleşemedik poff yani! Özledim seni en çok). Böyle de bir şeyler.

Bu arada ilginçtir, Ankara’dayken bir Niğde gazozu içerim diyorum, bir de Tömbeki’ni hayalini kuruyorum (Arkadaşları karıştırmazsak). Bir de (asıl ilginç olan şey buydu) ODTÜ’ye gitmek kadar (ondan da çok belki) ODTÜ Esat personel servisine (sabahtan) binmek istiyorum (niyeyse) ama işte o mümkün değil (herhalde niyeysenin cevabı, “ODTÜ Paket”inin tanımının servisle başlıyor oluşu).

Güzel günler göreceğiz çocuklar.. (İnşallah)
İmza: Sizi Seven Sururi.

Haberler..

Bengü ve Ece. Az evvel eve döndüm havaalanından. Ece’yle Bengü’yü Ankara’ya yolcu ettim. Utku’nun nikahı için gittiler. Ben de 17’si akşamı İstanbul’a ineceğim, 19’u gecesi de Ankara’ya yola çıkacağım, 24’ünde İstanbul’a birlikte döneceğiz, 28’inde de sabahtan Hollanda’ya döneceğiz (bir aksilik olmaz ise).

Bengü ile Ece buraya ne zorlukla gelmişlerdi. Gelememişlerdi aylarca. Vizede sorun çıkmıştı, vize bir türlü çıkmamıştı. Ne zaman geleceklerini bilemeden sonunda yalnız gelmek zorunda kalmıştım. Şükür ki, benim gelişimden 17 gün sonra kavuşmuştuk birbirimize.

Önce bilette sorun çıktı. THY ilk başta akla geldiği kadar iyi bir havayolu değil. Bengü bütün bilgilerini girdi, bilgilerin doğruluğunu onayladı ve sonra elektronik bilette adının “Bengü Taşcı” olarak yazılmış olduğunu gördü (tam adında yasal olarak kızlık soyadını da kullanıyor ve pasaportta da böyle yer alıyor). Kaygılandı, kuruntu yapmakta olduğunu söyledim, yine de bir teyit edelim dedik, THY’ye e-posta ile durumu sorduk ve hiç beklemediğimiz bir cevap aldık: Mutlaka bileti cezalı olarak iade edip, yeni bir bilet almamız gerekiyordu. Halbuki suç bizde değildi, biz bilgileri doğru girmiştik fakat alet son dakikada isim bilgisini Miles & Smiles hesabından okumuştu. Olsun, onları bağlamazdı, bilet cezalı olarak değiştirilecekti. Sonra telefonla sorduk, aynı cevap. Bu saçmalığa iyice sinir olduk, bir haftasonu kalktık Amsterdam Schiphol Havaalanına gittik, oradaki THY ofisiyle konuştuk, “Bir şey olmaz” dediler, biz de zaten bu cevaba dünden razı olduğumuz için daha fazla kurcalamadan eve döndük. Ama yine de bu yüzden bir şeylerin ters gitmeyeceğinin garantisi hiçbir şekilde yoktu elimizde. (Ayrıca, unutmadan bir şey daha THY ile ilgili: Eğer biletinizi kredi kartı ile aldıysanız, kredi kartı hamilinin de check-in yaptırırken yanınızda olması gerekiyor.)

Sonra bambaşka bir yönde bambaşka bir gelişme oldu: Bengü ile Ece’nin gitmesine iki gün kala, yani evvelsi gün, öğrendik ki, Hollanda’dan bir de “dönüş vizesi” denen bir vize almak durumundaymışız. Bunun sebebi de, ikisinin de hala oturum izni başvurularının işlemde olması ve pasaportlarındaki geçici oturum izni ile ikame ediyor olmaları imiş. Dün göçmen bürosunu aradım ve telefonla konuşmaktan o kadar nefret etmeme rağmen toplamda 45 dakika olmak üzere üç iç karartıcı boğazına kadar bürokratik konuşma yaptım (“Sadece cenaze gibi acil durumlarda verebiliyoruz dönüş vizesini.” “Eşimin kardeşi evleniyor.” “Biraz bekleteceğim, ilgili arkadaşlara danışmam lazım. (…) Sizin kardeşiniz mi evleniyor?” “Hayır, eşimin kardeşi” “Hah, iyi o halde çünkü ancak 1. dereceden muhataplara izin verebiliyoruz. Kesin bir şey diyemeyeceğim fakat eşinizin izni büyük ihtimalle verilir.” “Peki kızımın? 22 aylık ve annesine muhtaç” “Onu bilemeyeceğim fakat herhalde verilmez. Sadece 1. dereceden yakınlar faydalanabiliyor ama yine de sorun tabii ki” “Yalnız, söylediğim gibi, yarın uçakları kalkıyor…” “Yarın mı? Ah demek yarın” “Evet. Dediğim üzere biz de böyle bir işlemden ancak dün haberdar olduk ve bu yüzden panik halindeyim.” “Ben telefonunuzu alayım, size izni verecek yetkiye sahip arkadaş şu anda toplantıda, o sizi arasın” (Aramadı, ben aradım ama hakikaten bu sorunun çok çok küçük bir parçasıydı)). Muhataplarım çok şükür ki gerçekten iyi, anlayışlı insanlardı fakat şu “biliyoruz ama…”lar vardı tabii bu tür konuşmaların olmazsa olmazları. Yalvar yakar sağolsunlar bu sabaha bir randevu ayarladılar (ki normalde en az 2 hafta bekliyorsunuz randevu için). Sabah oradaydık, şükür kazasız belasız alabildik “dönüş vizelerini”.

Uçağa da sorunsuz bindiler. Allah kavuştursun bizi.

Bir şiir, bir şiirden bir kuple.

Şiir : Oktay Rifat, Karıma.

Şiirden bir kuple :

Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim
Şöyle diyebilirim: gece yıldızla dolu
Ve yıldızlar, masmavi titreşiyor uzakta
Şakıyarak dönüyor gökte gece rüzgarı.
Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim

Pablo Neruda, Bu Gece En Hüzünlü Şiiri Yazabilirim.

Memleketten haberler… iyi değil.

Anneannem. En son aldığım haber “beklenildiği” şeklindeydi. Bir daha aramadım, sormadım. Sormaya korkuyorum, beklenilenin gelmesindense beklemenin geniş bir zamana yayılmasını tercih ediyorum. Türkiye’den kilometrelerce uzaktayım ve yapabileceğim bir şey yok. Türkiye’den kilometrelerce uzakta olmasam da yapabileceğim bir şey yok. Yapabileceğim bir şey… yok.

Anneannem ve ben - Ağustos 2004

Anneannem ve ben - Ağustos 2004


H. Yağmur Akgün – Dedemin Ardından
Koray Löker – Rahat Uyu

house 411

lost 401 hala aynı jack, hala aynı kate, olmuyor böyle, bu arada, flash forward’larda tekrar adaya gidecekler anlaşılan, çok sevindim, Stephen King’in IT tadı olacak çok zügel çok zügel. House’un 411’ü çok güzeldi, hani şu güney kutbunda geçen, mira sorvino! Baktık sonra en son Mighty Aphrodite’de görmüşüz herhalde ona rağmen çok tanıdık, belki olayı budur, çok tanıdık olması, neden olması(n)? Ayrıca bir de aklıma Echobelly’den “Insomniac” geldi, echobelly’m geldi mamafih Türkiye’deki dvd’lerden birinde kalmış. Yardım youtube yetişti. Bir de bir de echobelly gelince smiths de vardı zaten bütün günlerdir bir şekilde aklımda, servisteki “şu” ile “şu” geldi sırasıyla (nu?). Bisiklete biniyorum güzel burada havalar, Levent haftasonu Eymir’de çekilen resimler göndermiş, Eymir buz tutmuş öyle böyle değil. Edip Cansever (bir de)


Vaktim yok görüşmeye kimseyle
Ruhi Bey!
Kendimle bile, kendimle bile.
(Olmaz ki, kimse kimseyi sevemez
Ama hiç kimse.)

Insert alakasız resim here: Alınız:

Vadym, Andy ve Sururi, 20080125

eski ofisim yeni ofisim sim simi sim sim…

Sims’in “Cast Away” eklentisi çıkmış ama Bengü’nün de dediği gibi, “bir 5 yıl, daha da doğrusu 2 yıl geç kaldılar”.. Nitekim, bilindiği üzere 5 senedir Sims’i, son iki senedir de bizzat Sims 2’yi gerçek hayata uyarlamaya çalışıyoruz ve ne yazık ki halen “rosebud” hilesinin bu hayattaki muadilini keşfedemedim.

Gelelim ofisim eklentimize. Biraz garip olarak, geçen haftaya kadar, ben, hocam ve diğer postdoc Andy hocamın odasını paylaşıyorduk. Öyle pek ateşli tartışmalar, görüşmeler, gelişmeler filan beklemeyin, çoğu kez bir günaydın, akşam bibi, hepsi o kadar ama hakikaten verimli geçiyor. Sanırım ileride hoca moca bir şey olabilirsem asistanlarımdan da aynı şeyi isteyeceğim – ya da daha insaflı olup ilk üç ay boyunca mesela, yine mesela haftada üç gün sabahtan akşama benim ofiste geçirme zorunluluğu getireceğim… Korkunş görünüyor ama müthiş bir motivasyon sağlıyor. Hocanın ofisi yeterince büyüktü belki ama üç kişi olunca, ben de en son gelen üçüncü kişi olunca aşağıdaki resimde gördüğünüz masanın, size en yakın ucunda konuşlanıyordum:

Ofisim pre : 8D-04-07

Geçen hafta sonunda yeni ofis alanıma taşındım. Denize (göle) nazır, nefis bir şey (maşallah):

Ofisim post : 8D-02-0D

Ofisim post : 8D-02-0D

Ofisim post : 8D-02-0D

Ofisim post : 8D-02-0D

Görüldüğü üzere semi/pseudo-kübikıllar şeklinde yaşayıp gidiyoruz. Ortam daha çok kütüphaneyi andırıyor. Güzel, yorulunca/sıkılınca acaip rahat, alienware koltuğuma yüklenip, ellerimi başımın arkasında kavuşturup, suyu seyre dalıyorum. Hayat güzel, çok şükür, hamd olsun. (amin 8)