patolojik disorder

ve düğünlerden ve merasimlerden ve toplanılmışsa şayet herhangi bir kişiyle arama 3 kişinin girdiği kalabalıklardan, tanımadığım insanlardan oluşan kalabalıklardan, telefon konuşmalarından, hele de telefon konuşmalarından, evime (=ground state) istediğim anda kalkıp dönemeyeceğim mesafelerden.. bir yerlere gitmek zorunda olmaktan.

maddiyatla ilgili her türlü şeyden, anlaşmalardan, yükümlülüklerden, zorunluluklardan, kariyer timsahlarından, hırslı insanlardan.

evet, abarttım biraz yahu. asayiş berkemal, çoktandır şu telefon meselesini yazayım diyordum, o vesileyle hızımı alamadım (bir de sonsuz sonsuz rahatsız edici negatif empati insanları var).

ördek, kul ahmet’in ceketi, hollandalılar ve kuzular.

Sabah 6’da Ece uyandı, ben de uyandım, içeri gittik, dün kütüphaneden aldığımız Cinderella’nın DVD’sini (kütüphaneden aldığımız diğer iki film her daim gönlümün zirvesinde olan “True Romance” ile bir türlü seyretmenin nasip olmadığı “This is Spinal Tap” olduğundan, takdir edersiniz ki en uygunu Cinderalla idi) taktık (ilginç bir şekilde, Hollanda’da da Cinderella, Cinderella olarak değil de, “Assepoester” (Ash-pussy / Kül-kedisi) olarak tanınmakta). Ben de, artık gün resmi olarak başladığından (yani Ece’nin tekrar uykuya dalması mümkün görünmediğinden), perdeleri açayım dedim. Açamadım. Evimizin önündeki kanalın hemen yol tarafında önce hiçbir şeye, ardından kirpiye benzettiğim bir şey vardı (bir arabanın altında kalmış bir ördekti). Önce biraz bekledim, kiliseye gitmekte olan bir iyi Samarit (gözlerinin hastasıyım, oxymoronların ustasıyım) tarafından kaldırtılır dedim (bilmiyorum sonuçta buranın uygulamalarını, belki acil çöp hattı vardır, arıyorsundur geliyorlardır, alıyorlardır, gidiyorlardır ya da yıkıyorlardır, çıkıyorlardır) ama takdir edersiniz ki daha kiliseye 3 saatten fazla vardı. Haydi bakalım dedim, (Kul Ahmet erken kalkar, “Haydi ya nasip!” derdi, kimseler anlamazdı “Ya nasip” ne demekti, mahalleye dert oldu, Kul Ahmet’in ceketi), iş başa düştü, bahçeden takımların arasından beyhude kürek aradım, onun yerine çıka çıka tırmık ve küçük çapa buldum, birer çöp poşeti geçirdim üstlerine, çıktım, dışarıda sanatımı icra ettim kadersiz ördek üzerinde (6 feet under yeni bölümleriyle bu kanalda). Çok uğraştırıcı bir şey, hoş bir şey de değil, üzücü her şeyden önce. Nihayet işimi tamamladım, ördeği son yolculuğuna uğurladım (hayır, gömmedim, onun yerine çöp torbasının ağzını kapayıp, konteynırdan aşağı yolladım). Bunları niye yazdım, işte aile babası, sorumluluk filan olmuşum, onun ayırdına vardım, paylaşayım istedim (bu masal da burada bitmiş, o günden sonra Kul Ahmet olmuş Ahmet Bey, ceket olmuş, Ahmet Bey’in ceketi, meğerse tüm keramet, ceketteymiş be Ahmet, Barış’a sorar isen sen bu yolda devam et (enter kızlar korosu)).

Gelelim günün ikinci kıssasına. Buraya yazdım mı daha evvelden hatırlamıyorum ama değinmek istediğim bir konuydu (ebeveyn oluş ile ilgili). Ece’nin doğumundan itibaren, azalan bir sıklıkla da olsa hayatımıza pek çok “ilk”ler eklenmekte. Bunların en sonuncusu -ve bana göre en ilginçlerinden biri- çocuklarımız vesilesiyle edindiğimiz arkadaşlar. Ece’nin okuldan Nadja adında dünyalar tatlısı bir arkadaşı vardı, önce anneler arkadaş oldu, işte babalar da çeşitli kereler aynı ortamı paylaştıklarından ve hanımlar da zaten birbirini tanıdıklarından merhaba merhaba modunda tanış oldular. İşte bugün hesapta Nadja’lara yemeğe gidecektik the Tascis olaraktan ama Nadja’nın annesi hasta olmuş, planda değişiklik yapmak zorunda kaldık. Şimdi ben böyle yazınca zannettiniz ki “bugünkü buluşma iptal oldu”, ama bir yandan da ben “şimdi ben böyle yazınca” dedim diye, bir şeylerden işkillenmiyor da değilsiniz (sizi gidi sevgili can-ciğer-kuzu-sarması okur (bu da sevgili Löker’in deyişiyle Perihan Mağdenlemelerimden biri oldu. dört. 8)). Neyse. Sonuçta, Nadja, kardeşi ve babası bize ziyarete geldiler (onların teklifiydi ama böyle yazınca da sanki emrivaki yapmışlar gibi oldu ama halbuki değil, sevinerek kabul ettik (biraz da şaşırdığımızı itiraf etmeliyim)). Yanlarında hesapta bize yapacakları yemeklerden yaptıkları kadarını getirmişler, biz de bir şeyler yaptık planda değişiklik olunca, çocuklar da önce bahçede güzelce oynadılar, ardından bir çocuk parkına gittik. Bize (as in Türkler) bu yaşadığımız şey enteresan geldi, paylaşayım istedim, güzel bir şey sonuçta, Hollanda insanının (hemen de genelleştiririm işte böyle) samimiyetini ve lafı dolandırmadan, etiketlere pek de aldırmadan, manaya önem verişine dair güzel bir tecrübe idi.

yorum yorum üstüne…

Belki biliyorsunuzdur, belki bilmiyorsunuzdur, bu aralar sevgili Löker(ler) cümbür cemaat, tam gaz Twitter işine girdiler, iyi de ettiler, hatta ben bile bir ara aşka gelip, “twitter’a ciddi olarak takılsam mı?” demeye bile başladım. Ha, ama twitter bize göre değil, çok emek istiyor, hem benim, işte gördüğünüz üzere misler gibi blogum da var (Löker’in de var ama benimki daha aktif 8), yazacak olursam buraya yazarım, değil mi efendim, evet, haklısınız.

Geçenlerde Löker 30 Rock konusunda yazdığım girişe bir yorumda bulunmuştu:
@Löker: Löker, hakikaten çok haklısın, insan nasıl da soğur öylesi bir durumda, ağzıyla kuş tutsa bile diğeri. Wikipedia’dan okuduğum kadarı ile, senin dizinin rating’i daha yüksekmiş ama maliyeti de daha yüksek olduğu için çekmişler fişini. 30 Rock’ın en sevdiğim özelliklerinden biri de bana hastası olduğum Arrested Development’ı hatırlatması, onun kadar olmasa da, hayli bir enerji pompalı geliyorlar. Özellikle bugün seyrettiğim bölüm (S01E09 – The Baby Show) hayli iyiydi… Yeni Nokia’nı da güle güle kullan, ben bir süredir benimkini (770 nam-ı diğer “Nina”) epey ihmal ettim, kağıttan kipat okur oldum, kulaklıkla ilgili kısmı da göçeli epey olmuştu, neyse, elimdeki kitap bitince (Haruki Murakami – The Elephant Vanishes), başlamayı planladığım kitap (Connie Willis – To Say Nothing of the Dog) neyse ki elektronik formatta (elektronik mekanik gibisi yok) (Bu arada, iki kitabın isimleri arasındaki korrelasyon da gözden kaçmaz sanırım).

Bir diğer “yorumuna yorum” yazmak istediğim zat da sevgili Dee. Onunla da en son şu 80’ler listesi üzerinden haberleşmiştik. Dee, listede niye Michael Jackson yok, olsa hangisini koyardım, onu düşündüm geçen gün. Herhalde Smooth Criminal’ı. Gazebo filan koymazdım, keza Alphaville filan de. Neyi nasıl koyacağımı bilmiyorum ama çok net bir kesinlikle bir şarkının olup olmayacağını söyleyebiliyorum. Mesela Genesis biçilmiş kaftan idi. Metodoloji, otodoloji, ortodonti. Muhabbet şahane, liste hikaye ama after all.. Bir de, Cure ile Depeche Mode’u başlarda hiç sevmedim, sonra ısındım, benzer şekilde Bob Dylan’ı da seveceğime ihtimal bile vermezdim. Ben daha orta 2’ye giderken ki, New Kids on the Block yeni patlamıştı (yok, ben Metallica dinlerdim o zamanlar), Murat diye bir arkadaşım vardı, U2, Police ve bir şey daha dinlerdi, anlayamazdım. U2 yeni albüm çıkarmış ama benden uzak olsunlar lütfen (hayır, Bono, sen “hayır”dan anlamaz mısın, söylesene bana?).

Müzik konusuna gelince, bugün okulda nasıl da bir “Echo & The Bunnyman – Killing Moon” dinleyesim hasıl oldu, anlatamam (ama işte böyle sarı, uzun, derin bir şeydi). Şimdi bana deseniz ki, bize bu güzide gruptan bir şarkının daha adını söyle, söyleyemem ama işte bu Killing Moon’a öyle hasrettim ki, bir çabam bile yoktu. Şarkıyı ancak eve geldikten çok sonra dinledim, değdi mi, değdi tabii, her zaman.. Sonra yine açtım Neko Case teyzeyi, ben bu teyzeyi çok sevdim, özellikle de The Tigers Have Spoken (konser) albümünü. Yani dün bir, bugün iki ama şu alternative country (oxymoron sayılır mı acep bu laf?) her ne menem bir şeyse, hoşuma gitti (peki kızıl saçların hiç mi etkisi yok? E vardır elbet, ama Willie Nelson’da olursa o başka (istemem o zaman anlamında)).

Şu Kuzuların Sessizliği prequel’i vardı ya, Edward Norton, Emily Watson’lı olan, Kızıl Ejder olsa gerek, işte onun başında sevgili Hannibal’ımız, konserde yanlış çaldı diye bir arkadaşı yer (başının etini değil, o filmin sonu). Ya, tabii ki 100% uyumdan bahsedemeyiz ama onu biraz da olsa anlayabiliyorum (yine de yemek kısmını değil). Kaba insanları sevmiyorum, kaba insanları hiç sevmiyorum. Mesela -büyük ölçekte- Can Yücel’i ele alalım; almayalım, sevmedim sevemem Can Yücel’i. Hani Türk filmlerinde vardır, fakir ama dürüstlerdir, candandırlar, birbirlerine söverler ama birbirleri için ölürler de, ben istemem kardeşim. Ben daha çok gene aynı filmlerdeki küstah-zengin-düzenbaz-röpdaşambırlı-ince bıyıklı amcalar takımına dahilim sanırım (asalet bizim kanımızda). Kasıntı mıyım, neyim ama protokolü isterim samimi olmadığım insanlarla münasabetlerde (ha samimi ol canımı ye). Arkadaşlarımın çok büyük bir çoğunluğu küfür etmezler ve dahi anlamında -de’leri ayrı, ismin -de hali olan ekleri de bitişik yazarlar, böyle de bir şey. Bunu şimdi niye dedim ki ben? Ya, ne zamandır yazasım vardı, böyle buna adanmış bir giriş yapmayayım, çok nefret dolu olacak dedim, araya sıkıştırdım, fena mı ettim?..

Geçen gün -sonunda- Punch Drunk Love’ı seyrettik, bir süredir merak ediyordum, beğenmedim ben pek. Ama geçen hafta 1940 yapımı The Shop Around The Corner çok lezizdi, tadı damağımda kaldı.

Bir buçuk aydan fazla bir zamandır, termodinamik ve istatistikten zevk alıyorum, bir yaşıma daha girdim.

Saat 12 olmuş (10 dakikası var ama olsun), uykum var (çok), sabah 7.30’da Ece gelip uyandırır, o yüzden artık yatayım yavaştan (hızlıdan).

Haydi iyi geceler (niye yazdım ki ben şu son şeyleri şimdi yok Kızıl Ejder, Yeşil Elma, ne gerek vardı?)

J.D., Turk’ü seviyor.

Son iki gün…

“Son iki gün” diye başlık atınca bir şeye istikameti anlıyor insan ilk başta, bir de böyle yüksek potansiyelli, bir şeylere gebe bir hava yaratılıyor, fırtına öncesi sessizlik…

Halbuki değil, sadece şu son iki(3) günde öğrendiğim/bulduğum/baktığım birkaç (3) şey hakkında rapor yazayım dedim..

Yeni bulduğum güzel bir blog : Şu 2008 yılın listesi özet girişinin kolajını hazırlarken Jonathan Strange yazmıştım Google’a, sonra niye bilmiyorum gerçekten, bir de Murakami kondurdum yanına (yoksa sadece Jonathan Strange yazdıydım da, çıkan sonuçlar arasındaki özetlerde mi gördüm Murakami’yi de ilgilendim, emin olamadım şimdi), ve bu vesileyle A Was Alarmed ile tanışmış oldum. Tanısam içten seveceğim bir insan olduğuna şüphem olmayan, Avusturalya’da ikamet eden, romanını yazmakta olan Helen Parocha adında bir bayan tarafından tutulan bir blog olup kendileri, her türlü konuda sıkmayan baymayan (ama bazen çok vıcık pembe de olabiliyor) notlar bulabiliyorsunuz. Kendisiyle tanışmama aracı olan Susanna Clarke’ye -niyeyse- benzettiğim bu hanımın ilgili blog girişinden (bir de Dee’yi benzetiyorum Susanna Clarke’ye) de, iki numaralı liste elemanımıza giriş yaptım:

Wordle : Wordle, Web2.0 ile hayatımıza giren şu word cloud baş ağrısının en tatlı versiyonu. Kendisine bir rss feed linki veriyorsunuz ya da doğrudan elle giriyorsunuz, kopyala/yapıştır yapıyorsunuz ve voila! Behold!

Son derece de ayarlanabilir bir uygulama, bin çeşit (3) seçeneği kurcalayabiliyorsunuz. Benim oluşturduğum bulutun içeriği ise 3. konu mankenimiz tarafından anlatılacak (kısa bir şekilde, uzunu da belki bir gün):

İlkokulum : İlkokulu okuduğum Özel Evrim Lisesi, Şişli, Havuzlubahçe Sokak’taki evimizin hemen arkasındaki sokaktaydı. Çok güzel günlerim geçti arkadaşlarımla, gerçekten güzel günlerdi. İlkokul bittikten sonra yaşadığım değişiklikle (böyle yazınca çok gizemli durdu — aslında gizemli değil ama epey trajik malesef) birlikte, hayatımın geri kalanından bıçak gibi ayrılan bir dönem oldu. Orta hazırlıkta ve ertesi sene eski okulumu, eski arkadaşlarımı ziyarete gitmiştim.

Bir Ölünün Güncesinden‘i yazmaya başlamadan kısa bir süre evvel (ki şimdi epigraf’taki adresini bulmak için baktığımda 1999 senesinde yazmış olduğumu gördüm) ilkokul arkadaşlarımdan Etel’i görmüştüm rüyamda, güneşli, güzel bir rüya olduğunu hatırlıyorum, sonrasında hatta buradan esinlenerek hikayenin anlatıcısını bir Etel’le evli yapmıştım. O zamanlar ilkokul arkadaşlarımı internetten aradığımı hatırlıyorum, özellikle de Atam’ı aramıştım ama hiçbirini bulamamıştım. Dün aklıma geldi, Facebook’u denedim ve hepsini olmasa da pek çoğunu buldum; bir kısmı da facebook üzerinde birbirleriyle arkadaş hem de.

Ortaokul ve liseden düzenli olarak görüştüğüm arkadaşım yok. Lise sonda başlayıp, üniversitede iyice yerleşen ve ortaokul/lisedeki genel halimin basit bir “extrapolasyonu” (siz Türkler nasığ diyoğ?…) olarak pek de tabir edilemeyecek bu sonradan-baskın ve halen dahi hüküm sürmekte olan n. Emre Cumhuriyeti(?)‘nin farklılığından ötürü aktif çevrem -çok- ağırlıklı (diyeyim ben, istisnasız anlayın siz) olarak işte üniversite+sonrası dönemden kazandığım hazineler. (Bunları niye yazıyordum ki ben? Hah!) işte bu ahval ve şerait içinde, normalde benden (kendimden) beklenecek (bekleyeceğim) tepki, tam da bu ilkokul arkadaşlarımın varlığından haberdar olunca yaşadığım çocuksu sevinç değildi. Böyle bilgiç ve ukala ve fena halde Spock çıkarımlarımı devam ettirecek olursak : “Hı-hım, kendimi şaşırttım, hiç beklemiyordum!” 8) İyi bir şey, çok iyi bir şey hissettim işin özü / deyip diyeceğim.

Facebook’ta onları bulunca kendimden haber eylemedim. Türkiye’ye gelince (bu arada, Türkiye’yi ne zaman ziyaret edeceğimiz belirsiz ama büyük ihtimalle nisan sonu gibi düşünüyoruz), ilkokuldan beri sakladığım (arşivci zihniyet o zamandan kalma demek ki / belki de) “Hatıra Defteri”ni depodaki kolilerin birinin içinden çıkaracağım, bir güzel tarayıp, o günlerden kalan bir benzerini aşağıda görebileceğiniz birkaç resimle birlikte, sanal kapılarını çalacağım ilkokul arkadaşlarımın..

Resme dair notlar: En sağ-öndeki Roy, arkaya doğru sayacak olursak : Atam, Brijit, yanında Roy, Roy’un yanında Türkan mıydı, onun adını hatırlayamadım, öbür yanında yüzü yarım çıkmış Neslihan, onun arkasında Tülin ve en solda, sevgili öğretmenimiz Emine Sağlam (Emine Hoca (yoksa o zamanlar dediğimiz gibi Emine Öğretmen mi yazmalıydım?) bizi 3. sınıftan alıp mezun etti. 2. sınıfta … Karaduman (adı neydi? adı neydi? Saliha?)) vardı. Ankara’dan ağabeyim geldi, evde bir bayram havası, annem babam beni çok severmiş…).

Tanıdığım insanlar – Ulaş

Ya, senelerdir yazasım var, bir türlü yazamadım yazamıyorum ama kendime dair beğendiğim gak guk düsturlarımdan biri olan “geç olsun ama olsun, başlamanın geçliği yoktur” gibi bir şey uyarınca, işte şimdi hazır vaktim varken, keyfim de yerindeyken, buyrun bir Ulaş incelemesine.

Ulaş’la mazimiz epey geçmişe uzanıyor. Aynı okulda olmamıza (İTÜ, ben FizMüh, o MatMüh) rağmen, tanışmamız HiTNet vesilesiyle oldu. Sene 1995, İnternet yurdumda yeni yeni keşfedilmekte.

Şimdi Ulaş deyince aklıma arşiv geliyor ama o zamandan mı öyleydi, hatırlamıyorum. Zirvelerde içerdi, onu hatırlıyorum ama. 8)

Arşiv (müzik ve film), Ulaş’ı Ulaş yapan özelliklerinden biriydi. Daha biz Hotmail’de email hesabı açmaya yeni yeni başlamışken, o internet üzerinden tanıştığı, dünyanın dört bir yanından insanla normal (snail) posta yoluyla film/müzik değiş tokuşunda bulunuyordu. İlk başlarda ağırlıklı olarak kendi zevklerine uygun şeyleri topladıysa da (bunun anlamı edindiği şeylerin %80 – 90 arası bir miktarını bizzat dinleyip/izliyordu) sonrasında arşivcilik tutkusuna yenik düştü (bunun anlamı da bir gün dile getirdiği “Hemen şu anda elimdeki şarkıları dinlemeye başlasam (24 saat) ve her şarkıyı sadece bir kere dinlesem, hesaplarıma göre 70 yaşıma kadar meşgalem olacak” mealindeki istatistiksel çıkarımı).. Sonrasında matematiği bıraktı, çevirmen oldu, Ankara’ya çevirmenlik okumaya geldi(yok, Hacettepe Çevirmenlikten önce Bilkent’te ne bölümünde okuduydu yahu?), düştükçe de bizim ODTÜ’deki ilim irfan yuvamıza da ziyaretlerde bulundu sağolsun.

Ulaş lafın iyi anlamıyla rahat adamdır, yıllardır birlikteliğiniz olan oda/ev arkadaşınız gibidir, hemen arkaplanda bilgisayarını açar, bir yandan o çok sevdiği sözlüğe “entrylerini eklerken” bir yandan da muhabbet açar. Pop kültür bağlamında entelektüeldir, son trendlerden haberdardır, bir de updater özelliği vardır. Bizim HiTNet gibi görüşmelerin/haberleşmelerin rast geldikçe oluştuğu bir komünitede birbirimiz hakkında haberlendirir, sosyal network’ümüzdür (network’ümüzdü, sonra facebook blog vs icat oldu).

Ulaş’la Hayalet Oğuz arasında benzerlik kurmak, oldukça beklenen ve doğal karşılanacak bir şey olsa gerek ama öyle mi, şimdi onu düşünüyorum. Hayalet Oğuz’u hakkında yazılanlardan tanıyorum, Ulaş’ı şahsen ama tabii burada 90 derecelik bir dönüş yapıp hakkında yazılanları da okuma lüksüne sahibim (40 yıllık HiTNet’ten sözlük’e ilk kaptırdıklarımız arasındaydı, o kadar da alacağımız olsun artık). Baktık, demek ki neymiş: Ulaş gençler arasında sevilen bir şahsiyetmiş. Sir Robin is an easygoing fellow. Sarhoşluğu neşelidir, onu hatırladım bir de.

Ne yazsam az, by default. Ama sadece birkaç ay evvel last.fm’de geziniyorken, arkadaşın o sırada neler dinlediğine bir göz atmak vesilesiyle profiline bakıp da Kraftwerk’ten hem de Pocket Calculator’ını dinlediğini görmek, böyle bir insanla arkadaş olmanın bilincinin ayrıcalığını tattırdı ya, o bile 5 katı için bile yeter şart idi. Kalasın sağlıcakla Ulaş (Bir de tabii G&D’nin nikahında sakallı dil çıkaran amca modu var, unutulmaması gereken)..