Yağmur yağıyor seller akıyor ya da ulusal şöhret.

Resme bakıp da, doğal olarak panik olacaklar için en baştan iki şeyi belirteyim:

  1. Resimde de, sonrasında da yüzüm gülüyordu, hala da baktıkça gülüyorum.
  2. Ertesi öğlen Paris’e giden uçakta, onu takip eden günde de Disneyland’de idim.

Yani, all’s well that ends well (iyi biten her şey iyidir) hayat felsefem hala hüküm sürmektedir (çok şükür).

Şimdi gelelim maceramıza:

Klasik başlangıcımızla, bildiğiniz/bilmediğiniz üzere, İspanya’ya Aralık ayında (bu ay isimlerine özel isim muamelesi yapmayı da İngrişlerden-Amerikalılardan öğrendim, yoksa biliyorum, yok bizim meşrebimizde, kusura bakmayın, el alışkanlığı işte) Bengü ve Ece yanımda olmadan, tek başıma geldim. Normalde ev bakarken Bengü iyice bakar mimar oluşundan, ışığın doğudan yükseldiğini, taşın sert olduğunu, suyun insanı boğup, ateşin yaktığını o daha iyi bilir. Ben işte Bilbao sokaklarında bir başıma ev bakarken bana iki şey söylemişti: “Ev bol ışık alsın, giriş kat olmasın (mümkünse)”. Ben de iki banyolu, süper düper mobilyalı, internet telefon televizyon duvarlara entegre 5.1 ses sistemi hazır oluşuna kanıp, “biraz” loş ve zemin katta olan bu evi tuttum. Ev sahipleri bizimle yaşıt bir çiftti, eczacılarmış, 3 ay önce evi baştan aşağı yaptırmışlar, yeni mobilyalar döşemişler, ama sonra güneyde bir yerde eczane açma fırsatı yakalayınca apar topar gitmek durumunda kalmışlar (eczane işi Türkiye’deki gibi, her istediğiniz noktaya açamıyorsunuz, kota var – Türkiye’de de öyleydi, değil mi bu arada?).

İki sene evvel evlerini su (sel) basmış, o vesileyle yenilemişler bütün eşyaları ve dahi evi, duvarları filan. Ama nehir yatağını genişletmişler, hala da çalışıyorlardı, ben de şahidim belediye ekipleri. Yani sorduğum hiç kimse ihtimal vermiyordu.

İşte sonra yağmur yağmaya başladı. Olası bir su baskınına karşı alarma geçirildi, her yana gözcü diktiler, kapıların önüne kum torbalarından siper yaptılar. Biz de bir buçuk ay önceden Fransa biletlerimizi almışız, işte 4 gün Paris + Disneyland, oradan bir hafta Nancy’de yaz okulu, seminer meminer, oradan da Lyon üzerinden 3 gün Cenevre Efeleri ziyaret.. Bavul topluyoruz. Dışarıda da nehir (Gobela Nehri) seviyesi giderek yükseliyor, işte elektronik eşyayı vesaireyi koltukların üzerine koymuşuz bir de.

Ah, bu arada, bir gün öncesinde (salı), bir tanıdığın tanıdığı kiralık oturduğu evden çıkmayı planlıyormuş, onun evine bakıp, olur demişiz onun ev sahibine de böyle kiracı swapping (siz Türkler nasıl diyoğ..) uyarsa, biz geçmek isteriz demişiz (bile). Zira evdeki rutubet öldürüyor, böyle Avatar’daki dünyanın benzeri bir ekosistemi paylaşıyoruz küf arkadaşlarla.

Neyse, sonra kapı çaldı, komşular toplanmış, itfaiyeciler (İspanyolcası Los Bomberos!) dedi, “hazırlanın, eşyayı yükseğe koyun, boşaltıyoruz, sizi de civarın en lüks hoteline götüreceğiz”. Şimdi İspanya da diğer birçok Avrupa ülkesi gibi ekonomik krizde ya, işte o Bask Ülkesi’nde yalan – amcalar bolluk içinde yüzüyorlar (Allah arttırsın), para çok yani. Zaten geçen sefer sel bastığında da -anladığımız kadarıyla- kum gibi para aktarmasında bulunmuşlar da, ev o şekil yeniden yapılanmış. Sağolsun, sevgili Carmen gündüz vakti arayıp bizi davet etmişti, o yüzden dedik ki, “yok, otele gerek yok, zaten yarın uçuyoruz Fransa’ya, bu akşam da arkadaşta kalırız”. Yalnız olası maksimum seviye sorduk, belli olmaz, dolapların üstüne koyun deyince onlar, eh işte o zaman deyim yerindeyse biraz “tırstık abicim”. İşte zaten iki bavul hazırlamıştık, bir bavula da alt çekmeceleri boca ettik böyle panik panik. Ben böyle yazınca on dakika gibi geliyor ama bir buçuk saat sürmüştür herhalde. İşte televizyonu, yatakları filan üst kattaki komşu teyzeye götürdü aslan bomberoslar, bir de 10 dakikada bir “artık çıkmamız lazım” diyorlar, ama Türküz biz (Bengü’nün “selde ilk kurtarılacaklar” bavulundan mandallar çıktı).

Nihayet hemen her şeyi böyle derleyip topladıktan sonra, tamam, çıkabiliriz dedik, aslan bomberoslar atlayın sırtımıza dediler, dedim “Şaka mı yapırsen?” (İspanyolca konuşmam herhalde Azeri ağzıyla Türkçe konuşmaya benziyordur, bu ihtimale de göndermede bulunmak istedim) ama aslan bombero “haydi zıp!” dedi ve ben 33 yaşımda, o gün çocuklar gibi şen bir şekilde, atladım bombero’nun sırtına, öyle de kelle gibi güle güle neşeden, işte dışarıda bizi bekleyen kameraman ve fotoğrafçılardan mürekkep medya ordusuna yakalandım (toplam 11 kişi tahliye edilmiş, üçünü biz oluşturuyoruz zati, e en son da çıkınca, öyle sırtta taşınınca, banko basın oluyor haliyle). Bizi evin köşesindeki garajın oraya götürdüler, bavullarımız bizden önce gitmişti zaten, taksi çağırdılar, bekliyoruz taksiyi, baktım benim cüzdan yok, haydi dön geri eve, suların içinden çıktım eve girdim, itfaiyeciler son hazırlıkları yapıyorlar, işte elektrik melektrik, şaşırdılar tabii beni görünce, “bir tur daha istiyorum!” demek istedim ama İspanyolcam kifayetsiz kaldı ne yazık ki, onun yerine, “cüzdanımı unutmuşum” dedim, masanın üzerinde buldum neyse ki az bir aramadan sonra, geri garaja gittim. Bu sefer de Bengü demez mi ki “Ben de cüzdanımı bulamıyorum” diye, haydi koş fiş. Adamlar beni yine karşılarında görünce şaşırdılar ama ben “diğer cüzdanı arıyorum” deyince ya demişlerdir ki “ya bu adamın kaç parası var allasen?” ya da üzülmüşlerdir “stresten çizdi bu, zaten sırtımda da keh keh gülüyordu garip..”. Bulamadım Bengü’nün cüzdanını ama Bengü çantalardan birine atmış olabileceğini söylemişti, ona güvenip, bindik taksiye, Carmen’in evine gittik, o da sağolsun, kapılarını açtı bize.

İlk olarak havayolu şirketini (Iberia, yani öyle Ryanair filan değil) aradık (Carmen aradı bizim için), dedik böyle böyle sel felaketi, biletleri akşama çekebilir misiniz, onlar da sağolsunlar, aaa, tabii dediler, üçümüzün gidiş-dönüş toplam 650EUR olan biletlerimiz için, kişi başı ek 310EUR hediye istediler, biz de dedik, sen kapat, ben seni ararım, sana yazmasın. Orada iki saat boyunca bir de bütün bavullarda Bengü’nün cüzdanını aradık, takdir edersiniz ki, kimlikler uluslararası ulaşımda kritik bir rol oynamakta. Yani her şey eksik olsun, kimlikler bizimle olsun (biletler e-bilet olduğundan onlar bile olmayabilir). Yani buraya bir satır sonuna denk geldiğinden etkisini tam veremem, sonuçta cüzdan en dip bavulun en dip koşesinden çıktı ama o iki saati ben bilirim (iki üstteki paragrafın sonunda bahsi geçen “acil durum mandalları”nı da bu arayışlar içinde bulduk, aman bir sevindik bir sevindik öyle elimize gelince bavulun içinde!).

Sevgili Carmen’le Gürerler vasıtasıyla tanıştık, dünya tatlısı bir insan, Türkiye’de uzun yıllar kalmış, zaten resmi olarak da Türkiye Fahri Konsolosu. Böyle olunca, “Sel felaketinden kaçan vatandaşlarımız Fahri Büyükelçiliğimize sığındı” şeklinde cümleler kurup gecenin bir vakti daha da bir gülmemiz kaçınılmaz oldu. Özetle o sırtta taşınmadan itibaren, neşemiz hep yerinde idi. Hani böyle filmlerde hep derler ya, “esas, korktuğumuz korkunun kendisidir, bir şeyin olma ihtimalinden o şeyin olma halinden daha çok korkarız, fear is the mind killer, Leto will be a huge worm, ew disgusting…” filan, hep doğru Muaddib Efendi.

Çok şükür ucuz atlattık, yani Fransa’ya bir gün evvel gitmiş olsaydık, çok çok vahim olacaktı.

Uçuşumuz ertesi gün saat 12.10’da idi (öğlen). Gece yağmur durmuş olduğundan, sabah bizim evin yakınında oturan bir arkadaşı aradık, evin erişilebilirliğini (zıt kontrast) kontrol etmesini rica ettik, o da hayli erişilebilir bulunca, uğradık eve, su ancak 2 santim filan yükselmiş ama işte dolapların altı, kapılar mapılar şişmiş, e parke yer de onları takip edecektir. Biz orada iken ev sahibi de geldi, işte geçmiş olsunlaştık, dedik biz 12 gün yokuz, o da ben yaptırırım buraları dedi, tam konuşamadık, ama öyle işte bir şeyler. Evden pasaportları aldık (iyi ki de almışız — Hollanda’da iken Schengen arası bir oturma izni yetiyordu ama burada pasaportu da sordular, aklınızda bulunsun). Nerea da mesaj atmıştı, meşhur olmuşunuz, El Correo’da (ulusal gazete) resminiz çıkmış tam sayfa diye, El Correo aldık havaalanından, hakikaten tam sayfa, orada da tabii gülücükler saçan bir manyak rolündeyim, bilmiyorum ki bu foto editörleri ne iş yapar, güzelim aç bir photoshop’ı, smear tool’u seç, bük dudaklarımın ucunu, indir kaşımın ortasını, al sana üzgün ifade, öyle gelişine basılmaz ki. Neyse, zaten eve dönünce (hangi eve dediğinizi duyar gibiyim sevgili çocuklar..) scan edeceğim (Türkçe dostları burayı lütfen ‘tarayacağım’ diye okusunlar), çevirisini de koyacağım yanına o sayfanın. İşte o resimleri gördükçe gülesim geliyor, hep diyorum, “Hollanda’da Edi başımı okşadı, İspanya’da itfaiyeciler beni sırtında taşıdı, daha ben ne isteyeyim?” — Bir de bir de, bu girişte gördüğünüz resmi de, bizzat El Correo’nun galerisinden aldım, http://www.elcorreo.com/vizcaya/multimedia/fotos/ultimos/58154-lluvias-provocan-desbordamiento-algunos-rios-vizcaya-0.html adresine gidiniz, oradaki 21. resim olması lazım.

İşte böyle ey kari! Disneyland maceralarımı da artık bir ara yazarım, Paris güzelmiş ayrıca bu Fransızların çok günahını almışız, yok efendim, bunlar İngilizce bilir ama konuşmazlar, gıcıklar, ayıp, ayıp, hiç öyle olmadı, hepsi canla başla İngilizce bize yardım ettiler, biz mahçup olduk (ha askeri kıyafet içinde birini görünce “şaka geçiyor” diyor muyum, oxymoron diyor muyum, diyorum ama bunlar da biter bir gün. Hem Belçikalılar varken, ne kadar ayıp Fransızlara yüklenmek, ayıp bana ayıp bana. Bir de Fransa gezimizin ortasında o katlanır metro koltuğunu harş! diye indirip de cebimdeki fotoğraf makinesinin ekranını kıran Hintli arkadaş! Buradan sana diyorum, Ahmet Vardar’a söyletme beni!)

İki Alıntı

İkisi de Miranda July’dan olacaktı, biri “It Was Romance”, diğeri de “Birthmark”tan idi. İlki fazla mahrem (intimate), ikincisi de bir kere okumuşluk olmayınca anlatacağım şeyler tarafından spoil (mundar) edileceğinden ötürü vazgeçtim.

Miranda July’ın bu derlemesi (No One Belongs Here More Than You) ile Jonathan Ames’in kitabı (I Pass Like Night) “başucu kitaplarım”ın arasında her daim yerlerini korurlar, sıklıkla dönerim onlara, güzelliklerinin tadına varırım.

Miranda July’ı Hande İngiltere’den (York) getirmişti, Jonathan Ames’i de Bayram Hoca Amerika’dan (Minnesota).

İyi kitaplar iyi arkadaşlar.

Bir de, çok alakasız olacak ama, salı günü yemekhanede birini benzettim, ertesi gün yine gördüm, perşembe son bir kez daha. Sonrasında Julen’e de alıntıladığım üzere, bu aklıma pek çok şeyin yanısıra, High Fidelity’den de şunu getirdi:
“Did I listen to pop music because I was miserable – or was I miserable because I listened to pop music?”

Julen bu haftasonu High-Fidelity seyredecek ilk defa. Pazartesi getirecek, ben de seyredeceğim artık bilmiyorum kaçıncı kere. Dün ve evvelsi gün çok fena halde (bilmezsiniz siz ne kadar fena halde olabileceğini ya da Nik Kershaw – Wouldn’t it be good..) Ayazda Bir Yürek (Un coeur en hiver) seyredesim vardı, bugün yokladım şöyle bir kendimi, geçmiş gibi.

Sahi, ne güzel demişti şair,
ısmarlama serserilikler yaşardık
kimselere bir şey demeden kaçıp gitmeler gibi
sokaklarda sabahlamak, parklarda yatmak
yabancıları mahalleye sokmamak gibi
Ve bir gün gideceğimiz Amerika vardı
herkesin bir Amerika’sı vardı o zamanlar
herkes gece istasyonlarında
kendi Amerika’sını arardı

diye, peki, sen anımsıyor musun?

illa söylemek gerekirse, Murathan Mungan, Avara tabii ki.
sururi over, wory zover..

Ben, sen ve tanıdığımız herkes.

Blog tutmak garip bir iş (Bir cümle tuhafsa dikkat! / pek tuhaftır insanın tırnak çıkardığı / Sonra da boyadığı, ne demeli sonra da kestiği – EC, Yangın). T. daha evvelden değinmişti bu konuya, ben de sayıklamıştım bir şeyler (linklerle döşemeli – bir saniye benim zaman tarafımda, pardon).

-Kararlıca- Takip ettiğim bloglar blog yazmaya başlamalarından önce de tanıdığım insanlara dair büyük bir çoğunlukla. İstisna olarak bir Dan Tobin, bir de Su vardı ama onlar da günlerhaftalaraylaryıllardır yazmıyorlar, canları sağolsun.

Gene bir klasik olarak konudan uzaklaştık. B., mesela, bir çok blogu takip ediyor, takdir ediyor, ben de ona sürekli deyip duruyorum ki “bir yorum yazsan da bu insanlar senin gibi bir insanın da onları takip ettiğinden haberdar olsalar” çünkü kendi bloguna bir yorum geldiğinde gerçekten çok sevindiğini biliyorum (artık bir klasik haline gelmiş “Converse” ile “Kırlara Doğru” güruhunu saymıyorum bile! 8)

Sözün özü: insan (as in “ben”) okunmak için yazmıyor olsa da bu blogu, -özellikle de tanımadığı kimseler tarafından- okunduğunu fark edince mahcup oluyor (niyeyse).

Bildiğiniz / bilmediğiniz üzere geçen (evvelsi) gün, bir yorum aldım, onayladım tabii ama ne kadar istesem de oturup bir cevap yazamadım, ne diyeceğimi bilemedim (ben de oturdum bu girişi yazmaya koyuldum sonunda). Mesela sevgili Seyfettin ile bu blog vasıtasıyla tanıştık, haberleşiyoruz ama sohbetimiz belli bir giriş üzerinde oluyor / oradan yola çıkılıyor vesaire (act casual).

Daha evvel de yazdım birkaç kere, her gün yaşıyorum, oradan biliyorum, bir “ne olur, ne çıkar” (Zeki Müren mode on – “akşam vakti gel gizlice, kim görecek, kim bilecek” – ZM mode off) durumum var. Konuşmalı mı, tanışmalı mı, söylemeli mi? Koşullar uygunsa, belki. Gavurların tabiriyle bir awkwardness mutlaka eşlik edecek. Ama iyi bir şey tabii ki. Mesela ben mahcup oldum ama onun yanında çok da mutlu oldum, mutlu olmak değil de, sevindim demek daha doğru olacak. Yani teşekkür ederim, çok teşekkür ederim Ayşe Hanım, bir adım öteye geçip ses verdiğiniz için, güzel şeyler söylediğiniz için, çok hoşuma gitti ama işte karşılığında pek yazacak bir şey bulamıyorum, ne desem olmuyor. Benzetmeniz de çok inceydi, işte ne diyeyim, akşam vakti sevindirdiniz beni.

Şimdi kıssadan hisse çıkarıp, bir “eyy sevgili okur, okuduğun blogcuya ses et, sevindir” diye bir kapanışta bulunabilirim ama yapmayacağım tabii ki de. Kendi yapamadığım şeyi nasıl öğütleyeyim.

Lafı uzatıp duruyorum. Öyle işte. Söz konusu yorumla ilgili birkaç şey daha söyleyeyim, sonra da gideyim. Yok, rahat olamıyor insan (bir kez daha “ben” anlamında), ben doğrudan gideyim.
garip, çok garip.

durumun benim açımdan -az/çok-şekli:

Once, hola hola.

thank you for using me…

Sevdiğım bir repliktir, Wes Anderson’ın Darjeeling Limited’inden.

Burada saat 17.26 ve geldiğimden beri (2 Aralık yaklaşık olarak) üstünde uğraştığım hesap kitap alet edavat totoro lapseki yoyosunu tamamladım (ya da en azından ben öyle sanıyorum). Çok merak edenler için yazayım bari: Olası bir süpergrup — grup dönüşümünü Wyckoff pozisyon bölünmeleri çerçevesinde ele alıp, gerekli kriteryayı (as in leb-i derya) (proleterya da olabilir netekim, neden olmasın) gerçekleyip gerçeklemediğini kontrol eden ve bunun etrafında dönen dolaplar. Oldu mu, anladın mı sen, sana diyorum gözlüklü.

Neyse, işte günlerhaftalaraylardan sonra bir 40 dakikalık nefes aralığım oldu böylece de, sizlere (ey okuyucu) bir selam edeyim dedim (siz buradasınız, ben neredeyim?). Şairin de dediği gibi: Öptüm bay (as in tren – Zeki Müren diyalektiği).

Neyse, Sururi over and out (Dr. Skull Wory Zover). Oh ne de güzel Ramones dinlemekteyim bunları yazarkene bir yandan da…

Apdeyt, ab$eyp ve $uayip

Evet Sigñora, hala Turkce karakterler yok ama buna da sukur.

Bu aralar en az sahip oldugum sey vakit. Buraya geleli iki ay olmus kalender(mesrep) hesabiyla, nasil gecti, hicbir fikrim yok. Guzel ve dahi monoton oldugundandir kelli. Hala yerlesme asamasindayiz, hala acilmamis kutular var, havalar da biraz bozdu, yagmur filan, pek cikasimiz olmuyor bu aralar.

Ispanya (ya da belki de sadece Bilbao ya da Bask ulkesidir) hakkinda genel bilgiler: kiz/erkek orani 5. Muthis bir sey: daha once Datca’da, Palamutbuku’nde gozlemleme sansim olmustu boyle bir olguyu, burada icinde yasiyorum. Ozgur dusunceli, “agabey/toplum” baskisi bilmeyen, mutlu, hur dimagli kizlar (“di me!”), nese icinde nese saciyorlar. Isin ilginc yani, erkekler de bulunmaz hint kumasi muamelesi  gormuyorlar yine de.

Ingilizce diye bir sey yok. Hollanda’da iki yilda ogrendigim Hollandaca’nin (Flamanca okuyun cok rahatsiz oluyorsaniz) 15 katini ben burada Ispanyolca olarak ogrendim 15 gunde. Mecburen mecburen mecburiyetten.

Yaslilar (abuelas y abuelos). Ayni bizdeki gibi. Genelde bir karis surat, her seye karis, her seye ahkam.¡
Otbus: Hollanda’dan sonra iste bu fena patladi. Turkiye’deki gibi degil, mesafeler kisa, mesela evden 15 dakikada okula, 30 dakikada sehir merkezine gidiyorum (metroyla bu ikincisi) ama otobusler saatte bir oluyor genelde, boyle olunca hal, her isi otobus saatine endekslemek gerekiyor, fazla ve gereksiz stres. Hollanda bisiklet cup okul!

Vakit – vakit yetmiyor. Yazamiyorum. e-mail luks gidaya girdi mesela, blog fantezi.

Isim: Isim guzel (i$im bu arada, adim degil). Gonlume gore bir is cok sukur, sabahtan aksama sunucuyu kurcaliyorum, kafama gore bilimsel (sayntifik terrifik) programlar yaziyorum ama yetismiyor isler bir turlu. Gecen pazar evden sunucuyu ucurdum bir de (sunucu dediysem, oyle lokal bir sey degil, koskoca Bilbao Crystallographic Server yahu!), ertesi gun ancak agir yardimla ayaga kaldirabildik (iste veriyorlar root sifresini benim gibi adama, ondan sonra server niye uctu).

Listeler : Her gun yilin listelerinin nerede kaldiklarini soran onlarca mektup, telefon ve lolipop aliyorum (bir de niyet kurabiyesinden cikanlar var), yakindir efendim, insallah, vakit vakit.

Neslihan ve Brian: Neslihan ve Brian… ahh ah!

Gideyim ben, artik ne zaman gelirim, bilinmez, bilinmez (sen ve ben, ayni seyleri dusunurken. ayni seylere uzulup, ayni seylere sevinirken. Sen ve ben, anlasamadik gitti, sonunda bitti).