something you don’t know about.

Surface Detail

amazon.de’ye başka bir iş için uğramıştım da, tanıdı hemen, yanıma geldi, iain m. efendi’nin yeni culture kitabı çıkıyormuş, 7 ekimde, onun müjdesini verdi, “haberim yoktu.” dedim çok da ilgilenmiş görünmemeye çalışarak, ne de olsa matter hezimetini daha yeni yeni atlatıyorum (bunu da çoklukla ardından giriştiğim alternatif arayışlarında okuduğum alastair reynolds’un house of suns’ının acemiliğine borçluyum). neyse, çıksın da, okuruz elbet. ne de olsa şunun şurasında bir tanecik sf serimiz var, atsan atılmaz satsan satılmaz, kol kırılır yen içinde kalır. editör bu çözünürlükte çok güzel görünüyor da, yazdıkça yazasım geliyor ama bir yere kadar, iş vakti, güç vakti, birlik beraberlik vakti (bir de birileri pls “yetmez ama evet” olayını açıklayabilir mi? refahçılar mı böyle demiş, liberaller mi, anlayamadım, öyle göndermelerle karşılaştıkça da sözlükte, orada burada şurada, öyle bakıyorum – evet iyi fikir, iyisi mi, sözlüğe sorayım, iyiyim güzelim oh mis, tamam tamam sonlandırıyorum yazmayı the end)

bu arada — ispanyolca bilmiyorum diye kan bağışlayamadım bir 20 dakika evvel, iyi mi!

yo (no) hablo castellano.

(“Merhaba, tanışabilir miyiz/konuşabilir miyiz?” anlamına gelmekte).

Buraya geleli, dile kolay, 10 ay oldu. Başımızdan bir sürü şey geçti, macera, anı oldu, daha da devamı gelmekte gibi görünüyor (burada iftar tarifesini 21.30’dan açtık, bu aralar 20.55’e kadar indirdik sıkı pazarlıklar sonucu (ne diyorsun, İstanbul’da aynı iftar sadece 19.45’e miiii!).

İlk geldiğimde, Danel sağolsun, gölge oldu bana, her gittiğim yere benimle geldi, çevirmenlik yaptı yoksa halim haraptı. Hani Fransızlar ve Almanlar için denir ya, “bunlar İngilizce bilir ama konuşmazlar” diye (ki yalanmış, gittik gördük, konuşuyorlar — ama tabii bir takım detayları Fransızların lehine atlıyorum bu noktada), lşte İspanyollar İngilizce bilmedikleri gibi, konuşmuyorlar da. Hani böyle Türk olarak zorlanırız ya turiste bir şeyler anlatmaya çırpınırız, dururuz dururuz “I love you, brown, smith, pencil, şimdi buradan go go go left…” filan, öyle bir teşebbüste de bulunmuyorlar, çok güzel, düzgün ve akıcı bir şekilde İspanyolca konuşmaya devam ediyorlar tek kelime anlamadığınızı bile bile.

İspanyolca’ya da İspanyolca demiyorlar zaten, “Kastelyen” diyorlar. Bütün Latin Amerika’ya (tamam, Brezilya hariç) tek bir dili konuşmayı zorla da olsa öğretmişler ama gel gör ki, İspanya’nın bizzat kendisinde 4 resmi dil var, salladım hemen 4 diye, bir sayayım bakalım: Kastelyen (Madrid yöresi halk oyunu), bizim buranın Baskçası, Barcelona ve civar illerin Katalancası, batıya doğru Galisyan, bir de şimdi baktım Wiki’den, Aranez varmış, bilmiyorum onu. Madrid başkent olduğundan, Kastelyen ortak payda muamelesi görüyor, Basklılara mesela “büyükanne, peki senin İngilizcen niye bu kadar kötü?” diye sorunca da “e Baskça anadilimiz, yabancı dil olarak Kastelyen öğrenince, kotada başka bir dile ancak bu kadar yer kalabildi yavrucuğum” diyorlar. Haklı olabililer çünkü tanıştığım Madridlilerin hepsinin İngilizcesi çok düzgündü. Bask dili bu arada, çok teşvik edilse de, Bilbao ve normal kasabalarda standart olarak Kastelyen kullanılıyor (tekrar edeyim: Burada Kastelyen denen şey, İspanya dışında İspanyolca diye öğretilen dil), Baskça ancak kırsala gittiğinizde etkin oluyormuş.

Kimse İngilizce konuşmayınca, haliyle biz birer ikişer İspanyolca kapmaya başladık, biraz da baskça, işte n’aber, netekim, gene geldi şapka, öptüm bay.. Geçen gün (iki hafta olmuştur belki), Ece’yi parka götürdüm, işte oynuyordu, bir hanımla sohbet ettik çocuklar birlikte oynarken. O da İngilizce bilmediğinden tabii, sohbet tamamıyla İspanyolca yapıldı, çırpına çırpına anlattım, anladım. Gerçi sonradan Bengü bize katılınca birtakım şeyleri yanlış anlayıp/aktardığımızı anladık ama olsun (park arkadaşım benim aslında Türkiye’nin kralı olmadığımı öğrenince onda biraz hayal kırıklığı sezinlemedim desem yalan olur).

Bengü kursa gidiyor, pek yoğun bir kurs değildi ama bu aydan itibaren bir aksilik olmazsa daha yoğun olanına başlayacak. Ece desen okulda paso İspanyolca, haftada 3 saat ilave Baskça’yla söktü zaten dilleri. Ama olsun, sonuçta o gün ben tanışıp sohbet edecek kadar İspanyolca öğrenmiş olduğuma inandırdım kendimi, hem de insan böyle aracı olmadan birisiyle tanışınca daha da bir mutlu oluyor. Ertesi gün buluştuk onlarla, festivale gittik. Yalnız meğerse onlar Fransa’da yaşıyorlarmış, artık bir daha onlar geldiğinde ya da biz oraya gittiğimizde dedik, en çok da Ece için üzüldüm, nihayet onca uyuz İspanyol çocuğun arasından kendi dengini bulabilmişti.

İspanyollar (ya da Basklılar, bilemeyeceğim), pek çok açıdan biz Türklere benziyorlar. Yabancı sevgisi var, size yardım etmek için ellerinden geleni yapıyorlar, Hollanda’da bir mesafe vardı hep insanlar arasında (ha, ben onu tercih ederdim tabii ama o da safi benim kasıntılığım). İyi kalpliler, bir de, özellikle burası (Getxo “semti”) böyle 80ler Türkiye’sine filan benziyor tanışıklık açısından – herkes herkesi tanıyor, çocuklar birlikte sokaklarda oynayarak büyüyorlar, herkes her akşam dışarıda — zaten yılın çoğunda bir festival yapılıyor oluyor.

Özetle, özellikle İspanyolca öğrenmek istemiyorum ama yavaş yavaş bir şeyleri anlamaya başladığımı fark edince de sevinmeden edemiyorum. Bu yılbaşı 3 kraldan bana yaşıtım ve kafa arkadaşlar getirmesini diliyorum, başka birkaç şeyin yanı sıra. Hollanda’daki ortam çok iyiydi, çok iyi oluşunun da farkındaydık, o yüzden şimdi böyle güzel özlemle anıyorum oradaki arkadaşlarımı. E, İTÜ ile ODTÜ arkadaşlıklarımız efsane zaten. Burada, dediğim gibi, çocuklar çok iyi ama yaş ortalamasının 8-9 yaş üstünde kalıp, üstüne bir de dil bariyerinden -3 yiyince, iyi niyetlerle kalıyoruz çoğu zaman.

amaan, neyse, boşver, bir sigara ver.. (Ceeeemiiiiiiilllllllll!)

Sevgili Espanya

Sevgili Espanya,

Daha buraya gelmeden bin bir sorun çıkarttın bize, üflettin püflettin, çaresiz bıraktın, ayırdın. Geldik, sorunların bitmedi. Hala daha devam ediyorsun ama hakikaten yorulduk. Yeni eve taşındık, dayadık döşedik, yeni bir başlangıca vesile olsun, gel barışalım artık dedik, var ya, bir tek dün rahat bir nefes aldım evde de işte de yapılacakların çoğunu yaptığımdan, ağustos’a az kaldığından, erken davranmışım, bugün yine yaptın yapacağını. Tam düzenimizi kurduk, yerleşiyoruz, alışıyoruz yavaştan diye seviniyorduk, rahatlıyorduk, bugün maaş yatınca anladık ki meğer daha sert düşürmek içinmiş bütün o iyileşmeler, arkadaş olma teklifleri, alkolsüz meyve kokteyli ısmarlamalar filan. Sana söylemeyecektim, biliyorum “o ülke” hakkında pek iyi düşünmüyorsun, mazinizde on yıllarca sürmüş savaşlar var, sözkonusu koparılmış bir bağımsızlık var, Dünya Kupası’nda yenmişliğin olsa da geri kalan hemen her şeyde yenilmişliğin var, bir de ben yüzüne vurmayayım dedim ama benim de canıma tak ettirdin be arkadaş – evet, o ülkedeyken aldığım maaşa kıyaslayınca senden gelen biraz kuş kadar kalıyordu, neyse dedik, biriktiremesek de kendi yağımızda kavrulmaya yeter, ses etmedik. Ama bugün öğrendim ki ekonomik krizi bahane edip, maaşımda kesinti fırtınaları estirip kuştan harçlık mertebesine indirmişsin. Ne yapayım şimdi seni ben ey sevgili pandispanya? Sözleşme üzerinden anlaşılan miktarı böyle cebren ve hile ile lüpletmek delikanlılığa yakıştı mı şimdi? Gidelim mi, budur mu istediğin? Aklını bir başına devşir diye şimdilik bu kadar yazıyorum ama sonra uyarmadı deme, henüz hala gencim, güzelim, elbet bulunur başka talipler de, sonra üzülen sen olursun. Ekonomini kurtarma uğruna kalpleri kırıyorsun, ben sana diyeyim, ekonomi ille de bir şekle girer, düzelir ama kalpler bir kere kırılmaya başladı mı işte o zaman onu onaracak IMF yardımı daha icat edilmedi, inanmazsan Yunanistan’a sor, sana söylerler.

Neyse, dediğim gibi, bu kadarı şimdilik yeter sana, aklını başına devşir, haftaya görüşelim. Sevgili Su’nun tam karşı minvalde serzenişini alıntılayayım bari buraya da, dengeyi bulalım gitmeden. Benim hala umudum var…

 

Oturalim Oturdugumuz Yerde

Hic biryere tasinmiyoruz, oldugumuz yerde kaliyoruz. Ama mutluyuz! Burda veya surda degil de, oldugumuz icin mutluyuz sanirim. Kafalar saglikli olunca cografi konumun pek bir onemi kalmiyor. Neredeyse 1 sene olmasina ragmen Melbourne’e tasinali, daha yeni uyaniyorum etrafimdakilere. Daha yeni bakiyorum diyelim. Ben baktikca sehir guzelliklerini onume dokuyor. Dogru, ben kafamda ve kalbimde bir Sydney insaniyim! Ama bu Melbourne’un keyfini cikarmayacagim anlamina gelmiyor ki. Fark etmemisim, buranin yerlisi olup cikmisim. Oradaki dukkana merhaba, burdaki cicekciyle iki laf derken benimsemis miyim ne…

Herseyi oluruna birakmak lazim. Bizden buyuk, bizden ote bir duzen yok mu?

http://purplekedi.blogspot.com/ Çarşamba, Şubat 17, 2010

——————————————————

Sonradan Ek (05 Ağustos 2010)
Danışmanım benim etkilenmeyeceğim yolunda garanti verdi. Kendisini tanıdığımdan ve gerekirse dağları yerinden oynatacağını bildiğimden, ben de panik yolculuğumda ayarları warp hızından önceki normal seyir hızına çektim, bir de bir şeyler karıştırmaya başlamıştım salı günü, ilgili kimselere de, bu seferlik vazgeçtim mesajı gönderdim, eski halimize döndük, Atılgan elemanları olarak gezegenin yüzündeyiz, ışınlanmanın icat edilmesini bekliyoruz. Asayiş berkemal yani. Budur.

Doğum günüm maddelerim

evet, ayyynen öyle:

  1. Hemen her eski Doğu Bloğu ülkesi insanını sevsem de Polonyalıları daha bir seviyorum (onları Çekler ve Macarlar takip ediyor, en son Romanyalılar geliyor ama onları da seviyorum tabii ki! (only slightly, only slightly less than I used to, my love…))
  2. Balık etinden biraz hallice bayanları ayrıca seviyorum. (şimdi bunu okuyunca “bu adam niye böyle bir şey yazdı, manyadı mı, kulağına yoksa o gün nehir suyu mu kaçtı?” filan diyecekler için, alaka kuracaklar için, geliyor: koca bir aşk olsun! yok, hakikaten ne kötü bir niyetim, ne gizli bir hedefim, aklıma geldi öylesine, yok içimde kötülük – çok sevimli ve tatlı buluyorum genellikle de yazacaktım, böyle tek tipleştiririm, kırıcı olurum filan diye yazmadım)
  3. Saniye kadrajı sürekli hareket halinde olan (yani böyle tık tık atlamadan vrrrrrnnn diye dönüveren) saatleri severim bir de mesela.
  4. Konik ahşap büyük düğmelerle onların takılı olduğu paltoları (çoban mı deniyordu, gocuk mu, böyle burberry havası vardır içindeki astar ekosedir filan çoğunlukla. (resim aradım, en yakın sonuçlara “çoban düğme” diyerek ulaştım ama tam aklımdakilerden olmadığından koymuyorum buraya, hani bunların ilikleri de böyle deri kayıştandır, öyle kocaman düğmeleri diyorum)
  5. Berberlerin sıcak, insanı her nasılsa evinde gibi hissettirip gevşeten kokusu (özellikle de yüzünüzde ılık havluyla nerede olduğunuzu bir anlığına unuttuğunuzda, öyle dorothy gibi)
  6. Filmlerde kahramanlar bir yerden uzak bir yere giderken, harita üzerinde bunların çizgilerin artması ve bir köşede de bunların giderlerken görüntülenmesi (mesela Indiana Jones’larda vardır bundan).
  7. Musluk sularının içilebilir olmaları.
  8. Mikrodalgada mısır patlatıp da akımı kestikten sonra (yani çalışmasını durdurduktan sonra demek istiyorum), mısırların birbirlerini patlatmaya devam etmeleri.

işte bu küçük liste de kendi kendime doğum günü hediyemdi, iyi ki doğmuşum, lay lay lom! Yatayım ben artık, yarın yine 9’dan 19.00’a ders var, seminers vars, şaka gibi (ama değil).

Bengü ile Fransa Çıkartmamız Sırasında Çekilmiş Bir Resim.
Bengü’yle Fransa’da çekilmiş bir resmimiz
(bu arada ne çok severim Vivement Dimenche’ı! anısı bile vardır)