duman

16 kasım’da sizden habersiz, tekrar puroya başlamamla ilgili bir blog yazmış, tamamlamadan oradaki ahkam bidi bidi tonumdan fazla sıkılmış ve oracıkta bırakmıştım.

O günlerden bugünlere kaçak göçek (insanların yanında puro/pipo içmeyi sevemedim çokça zamandır) haftada siz deyin 3, ben diyeyim 2, guilty pleasure tadında hoşlanarak götürüyordum.

Tütünü severim ben. Şimdi o sıkıcı girişime gidip de okumadım, tam olarak bilmiyorum orada ne kadar ne söylediğimi ama işte 93’te doğrudan puroyla başladım olaya, 99’du herhalde, 98 de olabilir, hafızam iyice göçünce, vites değiştirip pipoyla ateşli bir ilişki yaşamaya başladım, 2005-2006 sezonunda yeşil sahalarda Ece Hanım’ı beklerken de severek ayrıldım tütünden, nargile ile kaçamaklara devam ettiysem de, yurtdışına çıkınca hani bana nargile, defter kapandı yani.

Puro, tahmin edeceğiniz üzere, açık havada rüzgarlı ortamda da içilse, içenin üzerinde ağır bir koku bırakan bir aygıtımız. O yüzden bendeki yüksek empati işlem hacmi nedeniyle, puro içtikten sonraki 45 dakika boyunca en azından, diğer canlılarla pek sosyal etkileşmelerde bulunmak istemiyorum. Bugün de akşama doğru bir güzel üzerinize afiyet tüttürdüm puromu, döndüm ofisime, hocam geldi. YA 5 BUÇUKTA KİM KİMİN YANINA GİDER, DÜNYA MI BATIYOR, YARIN KONUŞSAK OLMAZ MI? değil tabii ki, sevgili hocam, hakikaten, samimi söylüyorum, kinaye yok, haklı olarak bir şey sormaya gelmiş, hata bende.

Bütün keyfim tuzum biberim kaçtı, zaten after effect’leri de hoşuma gitmiyor, yine bıraktım anlayacağınız. Değmez ya. Ölünce cennete gidersem, nasıl olsa orada zincirleme içeceğim beyaz hudsucker proxy purolarından, gelsin pipolar, nargileler, oh lay lay (şimdi bunu deyince de aklıma Selçuk Erdem’in bir karikatürü geldi, adam kucaklamış bir koyunu, “akşam yemeğinde misafirimsin” diyor da, koyun “oh be, değişik bir şeyler yiyelim, ne o öyle hep ot hep ot!” diye cevap veriyor.. (hani)).

Puroyla ilgili bir şey daha vardı ama o kadar ilginç gelmedi şimdi, neyse, bu kadar yazınca gereksiz meraka sokacağıma sizleri, anlatayım da ben de kurtulayım, siz de:
İşte İTÜ’deyken bir gün bir arkadaşla kötü bir şeyler geçmişti aramızda, akşam otobüsle dönerken, bir başka arkadaşa dert yanıyordum, “yahu (o kız) bari benimle tartışmaya gelirken, yanında puro da getirseydi de canım ardından bu kadar sıkılmasaydı..” demiştim de, o da gayri ihtiyari “tamamdır, aklımda bulundururum, ileride öyle bir şey olursa yanımda getiririm” demişti. Budur yani olay, ama uyarmıştım önceden.

Yatıyorum şimdi ben. İyi geceler. Sigara filan içiyorsanız, değerini bilin de için, farkına vara vara. İçmiyorsanız da nargile için – sigara içmeyenlerde etkisi daha da iyi. Elmalı, elmalı, elmalı….

http://twitter.com/#!/common_squirrel

Some days, you just can’t get rid of a bomb part deux

Cool blue reason
I’m just talking to myself
Cool blue reason
I’m just rearranging hell
I’m just talking to myself
I’m just talking to myself
Oh no, oh yeah

Cool blue reason
Wraps around your throat
The minutes change like seasons
Only eight more hours to go
Only eight more hours to go
Only eight more hours left to go*

Çok kriptik bir mesaj havası verse de, değil aslında (aka “değil be annem!”). Bu akşam yorgun bir haftayı bitirdim, otobüste dönerken Murakami’nin The Hard-boiled Wonderland and the End of the World’ünü ikinci kez bitirmek üzere bir duruma geldim, onun o sonlarındaki kayıtsızlık, dinginlik, bulaştı bana da, otobüse binerken Cake’ten “She’ll come back to me” çalıyordum, ondan sonra da alakasız ‘Italian leather sofa” başlar (bouncing ponies), “Hem of your garment”a zıpladım haliyle, işte “Cool blue reason” da zaten oradan girince, sağdan 3. şarkı, “Alpha beta parking lot”ı geçtikten sonra 2. oluyor. Otobüsten indiğimde o çalıyordu, eve geldim, Bengü nefis somon yapmıştı, onu yedik, Ece’yle çıktık, yazdığı mektupları gönderdik postaneden, pastaneden peter pan kaptan kanca’yla dövüşürken olan bir gemi/oyuncak/kumbara aldık, benim geçen seneki emlakçılara uğradık hatır sormak için, iyi oldu, Ece yattı, Bengü mutfakta, ben de açtım kendime bir 50cc High Fidelity, aklıma önce başka birtakım şeyler, sonra da Emir geldi, ya ben bir daha acaba Emir’i görebilecek miyim (in reality?), şimdi bunu yazdım, aklıma Jonathan Ames’in kitabından (Gece Gibi Geçiyorum) şu pasaj geldi, bilemiyorum bütün hikayeyi okumadan çok anlamı olacak mı ama neyse:

I don’t know why I wrote those other things about him, I prayed for him to live. I did Poppy, I wore your hat today, I didn’t want you to die.

Konudan saptık yine, neyse, ne diyorduk, Cool Blue Reason & She’ll come back to me. (aka sonra denize döktük).

bilsen öyle yorgunum ki / yalnız alnımı örtüyor uyku

(CS, Çay Bahçesi’nden detay)

Bu akşam çok yorgunum, az çok biliyorum niye, koştur/çalış/kızgın güneş altında taş kır (kanunla çarpıştım, kanun galip geldi). Hava çok sıcaktı, günler uzuyor. Bilbao’da gün doğumu ve gün batımı çok güzel bir renk alıyor gökyüzü, ilk geldiğimde gün doğumlarını görmüştüm, bu aralar gün batımlarını görüyorum. Ayın 24’ünde İspanyolca kurslarına başlayacağım, bir ara da bedelli askerlik için uğraşmaya başlamam gerekiyor.

Manyetik uzay gruplarıyla uğraşıyorum bu aralar, öyle böyle değil sayın seyirciler, tam 1651 tane (as opposed to the 230 (spatial) space groups). Burada grup teori ve simetri üzerine çalışıyorum, Bilbao Kristallografi Sunucusu‘nda. Ortam güzel, programlar(lar) yazıyorum, canavar bilgisayarlarla uğraşıyorum, bir işi yapmanın değişik yollarını keşfediyorum. Tavanı, zemini, duvarları boydan boya aynayla kaplı bir odaya girdiğinizi ve uçabildiğinizi düşünün, ben işte ortaya çıkacak olası görüntülerin ne olacağı üzerine düşünmekteyim genel olarak. Odanın şekli değişir, sizin yeriniz değişir, sihirli aynalar çıkar kimi görüntünüzü ters, kimi de mavi çıkarır, kimi az öteler, böyle bir şeyler. Dikkatle inceleyince malzemeler de bizden çok farklı değil (skip a life completely, stuff it in a cup. she said money is like us in time, it lies but can’t stand up, down for you is up).

Hazır bilgisayarın başında yorgun argın beklerken, bir şeyler yazayım dedim, onu da pek beceremedim (sanırım). Bir tane süper kahraman projem var, süper kahraman olduğunu bilmeyen biri hakkında, kaldı ki süper gücü gelmiş geçmiş en büyük güç, zira yürekten dilediği her şey oluyor ama o bunu bilmediğinden ve bu gücü sonradan edindiğinden hayatı çok da değişmiyor, en azından kendi yağında kavrulup gidiyor, bir de biraz kaderci, o yüzden pek undo da dilemiyor başına az biraz kötü bir şey geldiğinde. Zaten belki de bu öylesine özel bir süper güçtür ki, kişi biraz farkına varır gibi olduğunda uçar bir başkasına konar, onun keşfedilmedik süper gücü olur, evet belki de böyledir.

Netice itibarı ile ey kâri,

Çiçekleri sulasan, kurumuş yaprakları kessen
Sözgelimi tırnaklarını yemesen
Akşamları erken yatsan iyi olur.

(EC, ‘Çiçekleri Sulasan’ detay)

diego dur allahını seversen zaten ortalık karışık

Mutlu Yıllar!

Hepinize mutlu yıllar! 2010 durup da düşününce benim için hiç de fena geçmedi, sonu iyi biten her şey iyidir düsturum uyarınca, epey güzel bir yıl oldu, torunlara anlatacak anı da yükledik heybeye, böyle bir sürü sorun problem lay lomla uğraşıp da hayatta kalınca daha bir yaşadığımızı hissettik, geçen senenin aksine bu sene birlikteyiz de hem, daha ne ister deli gönül?

2011’e süper düper bir giriş yaptık. 24ünde Barışla Efeler geldiler. Bizim oturma izni kartlarımız (AT:+2 DEF:+3 removes borders, iki hava bir deniz resource kullanır, ante olarak oyuna sokulamaz, başkasına devredilemez) henüz yenilenmediğinden İspanya’nın dışına çıkamıyoruz, o yüzden burada toplanalım demiştik, ama Barış da Belçika’da yeni sayılır, o da 3 aydır “Kartım ha bu gün, ha yarın, ha bu diyar geldi gelecek” dediğinden bir türlü kesin bir şeyler yapamıyorduk ama hayallerimiz vardı tabii, bir Kabrio Chevrolet kiralayıp, lastikleri düşene dek sürecektik…

Alınan uçak+tren biletlerinin elde patlamasına birkaç gün kala Belçika göçmen bürosu beni derinden şaşırtan bir hamleyle bizim ramazan rehaveti ile ilişkilendirdiğim noel salmasına rağmen, Barış’ın kartını yolladı, 24’ü Cuma günü (Silent Night) sınırlar aşıldı, Bilbao eyaletine gelindi, bayram havası yaşandı.

İki gün Bilbao’da takılıp bol bol internet üzerinden otel ve araba ayarlanmasıyla uğraşıldıktan sonra (bu vazifeler hanımlara havale edilirken erkekler tavla, bezik, pişpirik ve masasına okey oynamakla meşguldüler), pazartesi sabah otobüsle Madrid’e geçildi, otelden evvel (bu arada otel zincirinin adı ABBA idi!) araba kiralama şirketinin ofisine merak ve ürküyle (ürküntü diyecektim, kötü geldi kulağıma) ziyaret gerçekleştirildi, devasa minivan (hem de Mersedes ama sonradan anlaşıldı ki teybi mp3 cdsi çalmıyordu, ne yapayım ben o halde öyle arabayı!) ayarlandı (Bilbao’da 6 kişilik araba bulamamıştık), Madrid gezildi, o gece orada kalındı, çok kalabalıktı, ne kadar aranıldıysa da, 40°24′55.27″N 3°42′32.45″O koordinatlarındaki, arkadaşlara göstermek istediğimiz San Miguel Pazarı bir türlü bulunamadı, önümüzdeki maçlara bakacağımız sözü verildi.

Ertesi gün de Madrid’i şöyle bir arşınlayıp, arabamıza atladık ve uzun süren bir yolculuğun ardından Endülüs Bölgesi’ndeki Sevil’e vardık. Şimdi oraya Sevil yazdım ya, siz de “Hangi Sevil, o ne?” diyor olabilirsiniz, haklısınız da. Hani kırk yıllık (235 aslında) Sevil Berberi var ya, oranın Sevil. Daha entel olanlarınız Sevilla yazınca anlayacaklardır ama ben tabii ki ona ne Sevil, ne de Sevilla değil, bilakis “Sebiyya” diyorum çünkü adı bu (böyle okunuyor İspanyolca’da). Neyse, bırakalım şimdi bunları. Hava 24 derece (st. petersburg) idi mesela, gömlekle dolaştım, müthiş binalar vardı, yemekler güzeldi, bizde kavak filan olur ya sokaklarda iki sıra, orada turunç ağaçları vardı, dallardan sarkıyordu meyveleri. Buraya (Bilbao) göre çok ucuzdu, programımıza İsviçre’den katılan Efelere göre nasıl olduğunu varın siz tahmin edin. Büyülü bir yer olan İspanya Meydanı’nı (Plaza de España) gezdik, yediklerimiz bize kalsın. Star Wars ep. II’de Anakinle Amidala otobüs terminalinden buraya geliyorlar, eve dönünce kontrol ettik bir kez daha yeri, evet aynen öyle ama Anakin niye hamal gibi yüklenmiş iki bavulu, ayrıca o zamanda bavul ne? (ve daha birkaç soru).

İki gün Sevilla’da gezip tozup, 3. gün Cordoba’da yağmur yedikten sonra, ver elini Madrid, arabayı teslim et, otobüse bin, Kaixo Bilbo! dediğimizde 31 Aralık akşamı, saat 21.30’du. Her yer kapalı, herkes dışarıda idi. Bir acele yiyecek bir şeyler hazırlandı, hediyeler açıldı, 1. dereceden akrabalarla konuşuldu, mesajlaşıldı, dans edildi (çılgın dans, öyle böyle değil asla da göremeyeceksiniz ne yazık ki!), yeni yıl geldi.

Ertesi sabah süper üçlü geldikleri gibi kaldıkları ülkelere geri yollandı, ben ayakta uyuyordum, yeni yılınızı kutladım.

İki Hamiş:
* Başlık yeni öğrendiğim ve koptuğum bir internet şeysinden (aksanların yerini bilmediğimden “meme” yazamadım).
* Tencereli fotoğraf Barış tarafından (Canon EOS 5D Mark II)
, turunç ağaçlı olan da Bengü tarafından (Kodak EasyShare M530) çekildi.
* Zil, şal ve gül, Endülüs’te Raks, Yahya Kemal Beyatlı var ya, YKB bildiğiniz/bilmediğiniz üzere İspanya elçimizdi, Franko’nun darbesinden sonra Kral Madrid’den çekilirken, o grupla beraber o da şehri (Madrid) terk etmiş ve bunun üzerine Atatürk tarafından “sananeoluyorlayn?” vezninde ayar verilerek o görevden alınmıştır (ve ben YKB’yı sevmem, sevemedim sevdiceklerim, niye bilmem, bilirim az buçuk ama yeterli bir sebep değildir bunlar da makul bir insan için) Böyle de dedikoducu/karalamacı bir insanımdır, evet, yes orrayt.

Anahtar Kelimeler: Jarmuch, The Limits of Control.