Yaylalar…

Bildiğiniz üzere, şayet yurtdışında en az 3 yıldır çalışıyorsanız, belli bir ücret (5112 Euro) karşılığında, 21 günlük bir eğitimin ardından askerlik vazifenizi yapmış sayılıyorsunuz. Sayılıyordunuz. Yeni yasa ile 21 günlük eğitim kaldırıldı, ödenmesi gereken tutarsa 10000 Euro’ya çıkartıldı. Çıkarılacak. Zira, salı akşamı meclisten geçirilen yasa tasarısı, yürürlüğe girmek üzere Cumhurbaşkanı’nın onayını bekliyor.

Akademisyen olmanın getirdiği bir faktör de, askerliğin siz üniversitede okuduğunuz müddetçe erteleniyor olması idi (yine de bir yaş sınırı vardı: 30’unuzdan sonra daha fazla erteleyemiyordunuz). O sıralar bu imtiyaz hayli cazip gelse de, doktoradan sonra büyük ihtimalle evli ve çocuklu oluyor, dahası doktora dereceniz, kısa dönem er olmanızın da önünü kapayan bir olguya dönüşüyor.

İşte ben de, doktoradan sonra yurtdışında araştırmacı olarak çalışmaya başlayınca, dövizle askerlikten faydalanmaya karar vermiştim. 2 yıl Hollanda, ondan sonrasında da 2 yıl İspanya’da (buradaki ikinci yılımı dün doldurdum bu arada) çalışmışlığım olduğundan, konsoloslukla da görüşmelerde bulunuyordum (yurtdışındaki çalışmalarımı iki ülkeye bölmüş olmam ve Hollanda’da (iç meselelerde) bürokrasinin olmayışı işlerimi biraz zorlaştırdıysa da, en nihayet bu temmuz ayında Hollanda’dan gerekli belgeler geldi. Başvuruyu tamamlamak için şahsen Madrid’e gitmem gerekiyordu ama Ağustos’ta burada her yer tatildi ve gitmem ve hazırlamam gereken konferanslar vardı (aka “Salı sallanır”), Eylül’de Türkiye ziyaretimiz oldu (aka “Çarşamba çarşafa dolanır”), Ekim’de üniversitedeki çalışmalar yoğunlaştı (aka “Perşembe ???”), Kasım’da gidecektim Madrid’e ama Prag işi vardı. Prag’tan dönünce Aralık ayında mutlakaydı ama.

Ben Prag’dayken, salı günü (22 Kasım) yasa tasarısından haberim oldu. Başbakan, detaylarıyla tasarıyı anlattıktan sonra o gün TBMM başkanlığına teslim edeceğini bildiriyordu. Önce tabii çok kötü oldum – 5000 Euro az buz bir rakam değilken, bir anda 10000 Euro sözkonusu olmuş idi. Sonra, çok şükür hemen her zaman yapabildiğim üzere, sağlığımızın ve birlikteliğimizin yerinde olduğunun bir kez daha ayırdına varıp, “sağlık problemi değilse, problem değildir” şeklindeki mottoma bağladım (yapabilecek pek bir şey olmayınca, daha fazla düşünmenin de bir faydası olmuyor — entelce söylemek gerekirse, Wittgenstein’dan tüm sevenler için geliyor: “insan konuşamayacağı şey hakkında susmalıdır.”). Surat asıldı tabii ama dediğim gibi… Hayırlısı olsun dedik, konuyu kapattık.

Prag’dan cumartesi günü döndüm, pazar günü de, tasarının halen görüşülmediğini öğrendim. Pazartesi günü konsoloslukla yazıştım, onlardan da olumlu cevap alınca, o gece Madrid’e yola çıktım (Bilbao – Madrid ~== İstanbul – Ankara). Sabah 6.30’da Madrid’de otobüsten indim, konsolosluk 10.00’da açılıyordu. Beni o kadar iyi karşıladılar, sağolsunlar o kadar yardım ettiler ki, yıllardır konsolosluklardan feleğin çemberinden geçer gibi geçen ben şaşkınlıktan kalakaldım (tabii Rotterdam’da 4 günde 1000 adet benim gibi son dakika dövizle askerlik başvurusu yapan kişinin olması da farklı coğrafyaların yoğunluğunu gözler önüne seren bir kriter).

çok yazdım, ciddi gibi yazmış oldum, olmadı. Sonuçta, sonuç olarak, sonuç tarafından (M. Luther King) diyeceğim odur ki, tekrar sağolsunlar, Madrid’deki arkadaşların ilgisi, yardımı ve çabasıyla o gün başvurumu neticelendirebildim. Buraya (Bilbao’ya) salı gecesi döndüm, çarşamba doktora, perşembe check-up’a, cuma önce check-up’ın sonuçlarını almaya, ardından tekrardan doktora gittim, sağlıklı olduğumu onaylattım, akşam 4 gibi kuryeyle sağlık yoklama formumu da konsolosluğa gönderdim, artık hayırlı haberi bekliyorum (hayırlı haber: eski hesaptan (5000 küsür euro) ödeme yapıp, 21 günlük eğitimden de muaf olmak. Gerçi 21 günlük eğitim işin ikincil bir boyutuydu, beni asıl korkutan o fazladan 5000 euroya takılmaktı… Haberler geldikçe haberdar ederim tabii. Şu bir haftanın, bankalar olsun, doktor olsun daha bir sürü detayı vardı ama dediğim gibi, mesajın yazbenisi pek olmadı. Hayırlısı artık.

Neslihan en Brian

As you might (or might not) know, I have an honorary sister for quite a long time. Even though her name is Neslihan, I used to call her Ece but after my daughter was born and was also named Ece, things got a little bit complicated and we had to switch back to the real name basis again.

She’s been my lil’ sister and I’ve been trying to stand up to being a big brother for her which basicaly means her knowing that I’ll be “there” (if not by her side) if and when she needs me and that she can count on me. Actually, this is quite a dramatic depiction of my brotherly duties since she has proven -over and over- that she is much better in the business of taking care of one’s self than yours truly. And she’s not alone, being in the company of dearest and kindest, the one and only de heer Brian B., a.k.a. Briantje! (and yes, he’s the reason I’m composing this entry in English 8)

Our meeting came through the HiTNet. It was ’97 (or was it ’98?) when a message flew in to the “HT.Duzyazi” forum and we immediately thought it was coming from a “fake”, as we used to call the made-up accounts those days (and yes, we were being paranoid but then again,everyone had at least one fake back in those days). I remember Sui checking her “credentials of existence” by referring to the OSYM’s website where you could get the results of the university qualifying exam along other things, by simply entering the name and the year of birth (later, they discovered this huge loophole and bricked it down). Anyway, it took us some time (and a couple of meetings (“summit” (“zirve”) in HiTNeT terminology) to finally accept her existence. Then, as the years went by, we became confiders.

Getting overwhelmed at the Nintje Museum


Then one day…
Yeah, then one day, she went to the Netherlands, to pursuit her academical career as a prospective Ph.D. The transition was not a bed of roses, and she suffered as she left things behind. But, as I’ve told, my little sister is a though one and she survived and managed to build a life from scratch. During these years of reconstruction, we fell somewhat apart, with different things to do piles both on her and my sides, asking for constant attendance (and unfortunately, it is easier to fall apart when you are countries apart).

and “then”, a wonderful thing happened! I was accepted for a postdoc position in the Netherlands and we would be only two hours of train ride away from each other (which might be something wrt the Dutch standards but a clear nothing at all!  in Turkish family standards)! In her first visit, she introduced me to the wonderful Dutch sweet Gevulde Speculaas, and in the next visit to the wonderful sweet Dutch, the “damat” Brian.



The fact that it was Brian’s first visit to Delft when he came to see us was really surprising!

Brian is one of the kindest, funniest and geek-cultured guys you can ever hope to meet. He immediately enchanted all three of us, the Tascis. We talked about movies, books, visited here and there together and it has always been such a delicate treat, spending the time with my sister and Briantje.

After two years, we moved to Spain and departing away from them was the worst part of the whole deal. They came to our visit shortly after but we just can’t get enough of them, and after that visit, they also moved outside the country to California, USA, and now it’s an ocean apart.



Family Reunion in Spain


You know, this thing, when just the fact of being with good people makes you feel good (and this should be the definition of family, IMHO), Neslihan and Brian are the source of such a thing. We have long before lost the distinction when they were two different beings: since they complement each other so perfectly, being the perfect couple within themselves, theirs has become a symbol of good things and joy. As you can guess, and as I know, they also have troubles of their own, concerns for the future among other things (some of which are not very unlike the things we went through with Bengu in our involving/informing the parents and afterwards stage), but just as a reminder: if -almost- all of one’s troubles are due to the world outside, then it’s actually a good thing: you can shut the door and keep them out! For how long? Should we really care? (Really?..)


Fantastic Couple in Bilbao (or is it San Sebastian?)

Once again, I’ve come to observe the futility and the inescapable failure of trying to write about the ones that are dear to you. This was supposed to be an ode to my dear dear lil’ sis and Brian, but unfortunately, the warmth of the heart occuring whenever I think of them can’t be reflected unto the blank page of the editor. My comfort being that they know what I wanted to say but then hey, this is also what defines the family.


The Voorthuizen Getaway

We will be cherishing the day we spent at Voorthuizen, playing the Settlers of Catan & Bohnanza, going to some exploring, chatting, cooking together, having fun. It’s always having fun with you guys, keep the chins up! (+ Dikke dikke kusjes!)

Dearest Dears

diğer şeyler…

diğer şeyler bir yana, bir insana yapılabilecek / başına gelebilecek en kötü şeylerden biri, onu bir gece uyurken ortaçağa götürüp bırakmak ve kendinden, varlığından, bütün o hayat bilgisinden şüphe ettirmek olacaktır.

Öyle çok uzun uzadıya yazmak istemiyorum ama var tabii sinemada filan bunun uygulamaları (zamanda yolculuğun işin içine girmesine bile gerek kalmadan hatta), ilk aklıma gelen, The Lady Vanishes, ondan hemen sonra da Flightplan.

İnsanın bildiklerinden şüphe etmesi zaten yeterince can sıkıcı bir şeyken, üstüne bir de şüphe ettirilmesi tam manasıyla eşek şakası (“Paranoyak olman izlenmediğin anlamına gelmez” varyasyonu, satrançta oyun sonu taktikleri, Joseph Heller).

12 Maymun şu alıntıyla başlar:
“… 5 BILLION PEOPLE WILL DIE FROM A DEADLY VIRUS IN 1997…
 … THE SURVIVORS WILL ABANDON THE SURFACE OF THE PLANET …
 … ONCE AGAIN THE ANIMALS WILL RULE THE WORLD … “

– Excerpts from interview with clinically diagnosed paranoid schizophrenic,
  April 12, 1990 – Baltimore County Hospital.

yani özetle, 1990 yılında, akıl hastenesindeki paranoid şizofren bir hasta, 1997 yılında, 5 milyar insanın öleceğini söylüyor.

çok uzun bir süre için, çok güzel bir şekilde, o alıntıyı yanlış okudum: 1997 yılında, akıl hastanesindeki paranoid şizofren bir hastanın, 1990 yılında, 5 milyar insanın öleceğini söylediği şeklinde… her ne kadar ilk başta tabii ki alıntının orijinal hali bu girişin içeriğine uygun görünse de, biraz düşününce, esas ikinci halde insanın bildiklerinin darmadağın olmuş olduğu görülecektir (dedi İsviçreli bilim adamları).

Hamiş: Dün yolda David Bowie dinliyordum, Life on Mars, Gene Genie, I’m afraid of the Americans. Sonra aklıma Life on Mars (dizi) geldi, sonra da Emir – acaba Emir seyretmiş midir, diye düşündüm, biraz önce de, bu girişteki alıntı kısmını yazarken Emir beni Skype’tan buldu, konuştuk oh ne güzel oldu.

Hayali arkadaşım y yo.

Bir sene iki ay kadar önce, bir konferans için sel sonrası gittiğim şirin bir Fransız kasabası Nancy’de bir arkadaş edinmiş idim. Kısa sürede çok iyi arkadaş olduk, sizin de başınıza gelmiştir belki, bazen öyle şeyler olur.

Şimdi, gene “Up in the air”e gelecek olursak ki, siz de ben de biliriz que ‘teşbihte hata olmaz’: akademik yaşam da biraz öyle. Konferanslarda bir araya geldiğiniz uluslararası bir hayli gevşek ağınız vardır; diğer arkadaşlarınızla ortak konferanslarda buluşmak üzere anlaşırsınız; günün birinde bir başka kente, bir başka konferans için gelindiğinde, o ülkede, o kentin civarında yaşayan arkadaşlarınıza haber eylersiniz orta bir yerlerde buluşmak için.

İşte şimdi geç oldu, 3 gündür burada (Bilbao) düzenlediğimiz bir konferans vesilesiyle pestilim çıkıyor, gece 2’de yatayor, sabah altı buçukta kalkayorum, gün boyunca da koşturuyorum – pek mutlu bir yorgunluk da değil bu arada, sunumun verildiği de alındığı da ortamları oldum olası sevemedim.

Neyse, diyordum ki bir önceki paragrafa devam edecek olsaydım, uzun lafın kısası arkadaşlar, kısa keseceğim artık şimdi bu girişi. İşbu konferans vesilesiyle Liliana ile yine bir araya geldik, uzun uzun, kısa kısa aklımıza gelen her konuda konuştuk. Konuştuğumuz konulardan biri de arkadaşlığımız oldu, zira düşünecek olursanız hayli ilginç – benzer şekilde pek benzemeyen şeyleri düşünüyoruz ve bu birbirimizle akıcı bir şekilde iletişim kurmamızı ve bu iletişimden bizatihi keyif almamızı sağlasa da, aslında birbirimiz hakkında somut denebilecek verilere pek sahip değiliz ve bu nedenle de, benim tanıdığım Liliana, gerçekte olan Liliana’nın belki yüzde otuzu civarında bir eşdeğerliğe sahip (and vice versa). Daha çok gerçek Liliana’nın bir temsilcisi/sembolü/delegesi konumunda ve fakat yine de, benim için varolan hali yüksek oranda benim ona yüklediğim anlamlara tekabül etmekte. Yani aslında yüzdeye vurulduğunda, kendisinin bir temsilcisi değil, aslında kendisinin bendeki yorumlanışının temsilcisi (and vice versa, yani ben de onun için öylesi bir şeyim, kaldı ki daha çok ben konuştuğum için (kendimi bile sıkacak kadar çok konuşuyorum zamanın darlığına istinaden), belki benim ondaki algılanışım (perception diyelim) aslıma onun durumundakinden daha yakın.

Kusura bakmayın, ne kadar anlatmaya çalışsam da size, olmuyor, yarın belki biraz daha denerim ama sonuçta bu yüzden Liliana ile farklı bir arkadaşlığımız var. Vaz geçtim yarın further açımlama yapmaktan, o yüzden şunu da yazıp yatayım: misal aynı şehirde yaşıyor olsak, ya da aynı şehirde yaşarkene tanışıp, iyi arkadaşlar olup sonrasında farklı şehirlere gitmiş olsak böyle olamazdık. İşte bu, tamamıyla akademik hayatın getirdiği ekstra bir ilişki tipi. HitNet arkadaşlarımla mesela, öteden beri play/pause yapabilme yeteneğimiz vardır, ama bu girişte anlattığım şey öyle değil. İlginç bir olgu, sürekli varolan bir şey, biraz kasış olsa da şöyle bir tanımlama yapmaya çalışacağım (tanımlamalar insanı Sururi, ne demiş Google? “sınıflandırma yapamıyorsam yok sayarım, yok ederim, exterminate exterminate exterminate (Dalekler ve Gürer)): iki kişinin çok iyi bildikleri bir parçada sürekli olarak düet yapmaları gibi – birbirlerinden uzaklaşsalar da şarkıya devam ediyorlar kendi başlarınayken de, sonra tekrar bir araya geldiklerinde şarkı güçleniyor, uzaklaştıklarında hafifliyor ama hiç bitmiyor, kopmuyor. Süreklilik hep var, ama süreklilik içerikte değil, şarkı söylüyor oluşlarında, düşünüş tarzlarında.

Çok konuştum, anlatmayı da beceremedim ama olsun.

bir gelincik sinsi sinsi kanar… (akademik gafmatik)

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Bedri Rahmi Eyüboğlu / Çakıl‘dan detay

Salıdan beri, bir programlama okulu için (Mieres 2011) Bilbao’ya 300km mesafedeki, Asturias‘ın başkenti Oviedo‘dayım. Asturias, bildiğiniz şarkının Asturias’ı: burada kilise çanları bile o melodiye çalıyor. Güzel, küçük, derli toplu bir kasaba (her yere yürüyerek ulaşabildiğiniz kasabaları ayrı bir seviyorum – hatta galiba ben yalnızca o yerleri seviyorum).

Katılmakta olduğum yaz okulu nispeten az katılıma sahip (konuşmacı/öğrenci oranı 1’e epey yakın seyrediyor). Bordeaux’daki konferans (EMF2011) çok kalabalıktı ve yaş ortalaması epey yüksekti, hem çok sıkılmış, hem de çok bunalmıştım, burada gençler(!) çoğunlukta, iyi vakit geçiriyorlar, ben de ucundan az biraz (ama yine de az) faydalanıyorum. Burada bir sunucuda kullandığımız algoritmalar hakkında bir çalışma seansı (tutorial) ile, yeni geliştirmekte olduğumuz bir program hakkında da sunum yapmakla yükümlüydüm. Tutorial bugündü, seminer de ya cts, ya da pazar olacak. Sunumlara dinleyici olarak da / konuşmacı olarak da katılmayı sevmiyorum (konuşmacı olmayı daha çok sevmiyorum, böyle de pis bir insanım), ama yine de ortamın rahat oluşundan bir şekilde kotaracağımı düşünüyordum (öyle olmadı, gayet kötü bir performans sergiledim, bir de utanmadan bilinç altımın devreye girip, bunun bir nebze sorumlusu olarak danışmanımın bugün gelip seansıma girmesinin bende oluşturduğu streste olduğunu öne sürmesine de izin verdim).

Beni, ellerin deyimiyle “awkward” durumlarda bulursanız, hemen bir yerlerden patlamış mısır temin edip, izlemeye koyulun: zira ortamın bendeki etkisiyle kısa bir süre içinde ödülünüzü alırsınız. Ben ve konferans gaflarım. Japonya’dayken Allah’ın her günü bir önceki günden de beter bir şekilde potlar kırdım. İki (3) örnek vereceğim:

* Birinci gün, hayranı olduğum Dr. Villars’la tesadüf eseri (o kişinin o olduğunu bilmeden) tanışıp da onun o kişi olduğunu öğrenince, sizce ne demiş olabilirim? “Çalışmalarınızın hayranıyım…” mı? Hayır, cevap veriyorum: “Sizin sıkı bir hayranınızım, sakalınıza ne oldu?” (ve karşıdan gelen cevap: “Ne sakalı? Ömrümde hiç sakal bırakmadım..”) [keza, benzer minvalde, daha evvelden hiçbir iletişimde bulunmadığım Vedat Türkali’yle yolda karşılaşınca, kendisine ilk yönelttiğim soru olan “Neden Barış Pirhasan ‘Pirhasan’ soyadını kullanıyor?” ile adamcağızı dakika 1’de afallatmayı başarmam da tarihin altın sayfaları arasında kayda geçmiştir vaktiyle].

* Temel organizatör olan Dr. Xu ile 5. dakikada gerçekleşen sohbetimiz (ön bilgi: ilk 3 dakikanın onu yazışmalarımızdan erkek olarak düşünmüş olmamın verdiği karışıklık ve ön potlarla geçmiş olması ve bu yeni bilginin getirdiği afallamayla, niyeyse, hitapta cinsiyet bilgisinin içerilmesinin zorunlu olduğuna dair sanrım)
– Peki, size nasıl hitap edebilirim: ‘Miss Xu’ mu, yoksa ‘Mrs. Xu’ mu?
– Dr. Xu olarak hitap edebilirsiniz.
– (İnsanın kafasını duvarlara vururken çıkan sesler)

* (Oranın en saygıdeğer, onur konuğu olan yaşlı bir bilim amcasının ismini ortan tanıdığımız olan başka bir amca ile karıştırılması sonucunda)
– Merhaba, ben Emre, Marcel’le çalışıyorum..
– Sen kimsin, Marcel kim?
– (Ah, hemen hatırlayamadı tabii, yaşlılık işte, normal, hepimiz bir gün böyle olmayacak mıyız) [Şefkat ve anlayışla] Marcel, Marcel (parmağıyla Marcel’i gösterir, ısrarla gösterir), bakın orada duruyor. Marcel, M-A-R-C-E-L..
– Ben bilmiyorum, bilmiyorum (can havliyle uzaklaşır).

Bordeaux’da da tavanı iyi kalpli bir insanın kalbini bütün hodbinliğimle kırarak yaptım, madem başladık, onu da anlatayım: Bordeaux’dadaki katılımcı listesini incelerken, önce İTÜ’den, sonra ODTÜ’den tanıdığım bir hocanın adını da listede gördüm. Fakat izleyen günlerde, onu göremeyince “4 senedir görmediğimden herhalde tanıyamadım” diye düşünmeye başladım (halbuki sonradan öğrendim ki, kayıt olmasına rağmen, konferansa gelmemişti). İşte bu sebeple, hata payı toleransımı iyice arttırıp, “bu kişi olabilir mi?” diye etrafta dolaşmaya başladım – en kötü ihtimalle benim sunumuma gelir, o vesileyle görüşürüz diye düşünüyordum. Konuşmamın olduğu seansta hazırlıkları yaparken izleyiciler arasından birisinin bana ‘tanışıklık dolu’ (İngilizce’den zorlama çeviri değil, bizzat kendim uğraşıp uydurdum) bakışlar attığını görünce, tebessümde bulunup, yanına gittim, o da geri tebessüm eyleyince, “tamam,” dedim, “hocamı nihayet buldum”. Yanına vardığımda -doğal olarak- Türkçe:
– Merhaba X Hocam, nasılsınız?
dedim, o da bana
– Hi, I’m fine, and you? (Barış ve Hande’nin de “kokulu adlar” başlıklı güzide girişimin yorumlarında haklı olarak tespit ettikleri üzere “karşındakinin ne dediğini tam olarak kavrama imkanın yoksa, ne demiş olabileceğine / demekte olduğuna yatırım yap” gambiti)
dedi. Artık o anda nasıl bir şey olduysa, lafı çevirip, İngilizce rayına oturttum. İlk üç yoklama hal-hatırından sonra, ikimiz de, diğerini ortak tanıdık vesilesiyle bildiğimizi anladık, gayet de hoş sohbet oldu orada ayak üstü. Onun konuşması benden bir önceydi. Gerek konuşurken, gerekse sunumunu izlerken, ne kadar da iyi bir insan olduğunu, öğrencilerinin ne kadar da şanslı olduğunu ve daha pek çok iyi kalpli şeyi düşünüyordum, gerçekten de kendisi dünyanın en nazik insanlarından biridir (az tanıyor olsam da, işte bazı insanlarda bu tür şeyleri hemen anlarsınız). Onun konuşması bitti, o yerine dönerken, ben de “sahneye” doğru ilerliyordum, kütle merkezimizde de oturum başkanı (tesadüfe bakın ki, aynı zamanda Turan’ın danışmanı olmakta), benim adımı söylemeye uğraşıyor… Nihayet “Eğyaski” (Emre Taşcı’nın New York semalarında okunuşu) şeklinde yazılabilecek bir ses çıkarıp bana “doğru söyledim mi?” bakışı attı, ben de yüzümü -komik snop bir şekilde (öyle)- buruşturup, “not bad…” dedim. Bunu der demez de, hani filmlerde odak numarası vardır ya, oğlan güzel bir kıza dalgın dalgın bakar, o sırada kamera odak değiştirir, arkada duran bir başka kızı net bir şekilde görmeye başlarız, kız da oğlanın kendine baktığını sanır, işte aynen o şekilde – bir anda, bu paragraf boyunca iyiliğinden bahsedip durduğum, o hocayı bana bakar ve dediğimi ona demiş olduğumu sanar bir şekilde buldum. Bozulmaktan çok kalbi kırılmış bir halde “thank you.” dedi ve yerine oturdu. (Böyle şeyler sadece filmlerde olmuyor, gidip de ona “aslında ben size dememiştim, işte böyle böyle olmuştu da, ona demiştim” de diyemiyorsunuz (özrü kabahatinden bin beter sendromu). Tek tesellim, ilerleyen saatlerde tekrar konuşma fırsatı bulup (o yanlış anlama hiç olmamış gibi), havadan sudan bahsetmek vesilesiyle, bir nebze de olsa durumu düzeltmiş olmamdır.

$izoSuru’lardan birinde bahsetmiş olduğum, danışmanımın dersinde başımdan geçen bir olay vardı: şu Ubuntu’nun hafıza kartımda bulduğu Choke filmi için filmden bir ekran görüntüsünü hayli büyükçe bir ikon haline getirip beni yerin dibine geçirdiği ve akabinde Amarok’un hocamın her benim bilgisayarıma bakışında bir sonraki şarkı olarak “The New Pornographers” (A Canadian Indie Rock Band) dan bir şarkıyı seçip, ele güne duyurduğu anlara dair. Burada bir ara bilgi, sonra devam ederiz. VLC film oynatıcısı, iki altyazıyı aynı anda gösterebiliyor: srt uzantılı iki altyazıyı özel bir şekilde birleştiriyorsunuz, bu birleşik formatın uzantısı “ass” (ilginizi çektiyse, “2SRT2ASS” (a site that merges two “srt” formatted subtitles into a contained subtitles form known as the “SubStation Alpha” (ssa or ass) format) sitesinden bu işlemi yapabilirsiniz). Ek olarak, Firefox’da, JumpStart adlı eklentiyi kullanıyorum – bu eklentinin yaptığı açılış sayfası olarak en çok ziyaret edilen sitelerle, en son gezilen ve bookmark’a en son eklenen siteleri listelemesi. Bu isminin bir defadan fazla anılmasına lazım olmayan siteyi de az kullandığımdan ötürü unutup durduğumdan (halbuki öyle bir isim nasıl unutulabilir ki!) bookmark’a eklemiştim yakın zamanda. Ve tekrar bugünkü seansa dönelim. Çöldeki kutup ayılarının kadim dostu Sururi, sunucuda bir örnek yapmak üzere büyük ekranda Firefox’unu açar, o sırada araya başka bir şey girer, onu anlatırken de ekran küçük S.’nin JumpStart takviyeli açılış sayfasını görüntülemektedir. Paranoya yapıyorum tabii ki, kim fark etmiştir ki! Heh! Kuruntu benimkisi… (Kutup ayıları aktivitelerinin yoğunluğu karşısında bu sene de kış uykusuna yatamadı, sıklıkla birrer sigara tellendirdikleri kulağımıza gelen söylentiler arasında). (müzik grubuna ve altyazı formatına niye ingilizce tanım yapıp, üstüne wiki linkleri verdiğimi az çok tahmin ediyorsunuzdur herhalde)

Yeter mi? Yetmez, ama sanırım daha fazla anlatmak istemiyorum (kaldığım otelin (Ovida Centro Intergeneracional – “Internacional” değil de “Intergeneracional” oluşuna dikkatinizi çekerim)- ki gerçekten süper bir otel bu arada – ilginç bir proje uygulaması var: sosyal sorumluluk bilinciyle, bir kısmını yaşlılarla gençlere ayırmış, birbirlerine destek olsunlar diye, benim kaldığım oda da yaşlılar için ayarlanmış bir oda, her köşede alarm düğmesi var, olur da yaşlı kişi yardıma ihtiyaç duyarsa diye) Banyoda, duşun yanına elektronik aksam koymayalım deyu, yukarı yapmışlar mekanizmayı, havalandırmanın hemen altından bir zincir uzuyor. Ben de, yıkanırken gayr-i ihtiyari bir şekilde zinciri çekerek “havalandırmayı çalıştırdım”, üzerinde kırmızı bir ışık yanmaya başladı, biraz(cık) paranoya yaptım çünkü odanın diğer yerlerindeki düğmelerin de “gizemini” henüz tam olarak kavrayabilmiş değil idim. Bir yandan bir an önce başımdaki köpükleri akıtmaya çalışıyorum, diğer yandan da her an içeri dalacak öncü süvarı birliğini korkuyla bekliyorum. Neyse ki önce telefonla arama inceliğini gösterdiler (3.de yetişip açabildim, içimden bir ses 4. kez çalmasını beklemeyeceklerini söylüyor).

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun o çok sevdiğim dizeleriyle bir girişe başlayıp, böylesi bir gelişme ve sonuca ulaşmak da benim gaf mekanizmamın doğrudan bir ürünü olsa gerek. Öbür (asıl) yazacağım şeyleri burada yazmaktan vazgeçtim, buyrun sizi 3. bir girişe alalım…