Bugün Ece biten çayımı mutfaktan getirdiği demlikten yeniledi! Ben de bu önemli olayı tarihe not düşmek istedim — taa Ece’nin doğduğundan beri, "bir gün gelecek kızım bana çay getirecek" diye söyleyegelirdim, işte bugün, o gün de geldi. Az evvel bunu bloguma yazacağımı söyledim, Ece de blogun ne olduğunu sordu, anlattım, doğduğu günlerde yazdıklarımı okuduk sonra birlikte. 8) Yıllar geçiyor…
Kategori: Genel / Hayat-Memat
Cennet…
"Cennet", Kieslowski’nin, 3 renk üçlemesinden sonra çekmek isteyip de ölümüyle yarım kalan bir başka üçlemenin (Cennet – Cehennem – Araf) ilk filmiydi. Vaktiyle 3 renk üçlemesini "son filmleri" olarak lanse ettiğinden, arkasından konuşmuş gibi olmayalım ama, filmler iyi iş yapınca, "ah, dur bir üçleme çekeyim" demiştir belki fakat sözünden döndüğü için de kaşığı/kamerası kırılmış, üçlemesinin ilk filmini çekmek de Tom Tykwer’a nasip olmuştur, iyi de olmuştur zannımca (hem Cate Blanchett de vardı, güzeldi). Film, bir helikopterin göğe doğru (ya nereye olacaktı?) yükselmesiyle bitiyordu (yanlış hatırlamıyorsam): güzel, temiz bir bitiş olduğunu düşünegelmişimdir.
Benim için cennet, içinde sonsuz, yazılmış/yazılmamış kitabın, kitaplarınkine benzer niteliklerde filmlerin ve müziklerin olduğu dev bir kütüphane. Artı olarak, bir yandan film izleyip, kitap okurken, beri yandan fosur fosur puro/pipo tüttürebilmeniz de cabası. Kola (Coca-cola) ırmakları zaten hep vardı ama bir süredir kebapçılar da standlarda yerini aldılar.
Pek kalabalık olsun istemem: tabii ki Bengü ile Ece olacaklar ama çekirdek ailemiz dışında, diğerlerinin cennetlerine bağlantılar olsun, istedikçe gidip görelim.
Vaktiyle Magnetic Scrolls’un "Pawn" adında bir oyunu vardı – oyunun sonunda oyunun kodunu değiştirip, "God mode" tabir edilen, sonsuz sınırsız bir moda geçiyordunuz. Dünyaya öyle gelmek bir süre sonra mutlaka sıkar bence, ama yine de illa ki denerim tabii. Bir de yüzyıllar boyunca uyukladığım, yorganın altında uyku mayalaya mayalaya ekmeğe dönüştüğüm bir evre de kaçınılmaz olarak varolur bence.
Eğer hala anlaşılmadıysa, evet, ölümden sonra ahret filan, inanıyorum, getirisi var, kar marjı yüksek, kaybedecek pek bir şey yok. Kollektif cennetlerden çok, bireysel olanları yeğliyorum ve aslına bakarsanız daha pratik/uygulanabilir buluyorum.
İnsan cennette yaşamaktan sıkılır mı? Büyük konuşmayayım ama bana yeterince film/kitap/müzik/oyun verirseniz, bir de işte aralarda Gürer Bey’le filan da buluştuk mu nargile başında, ben sıkılmam. Marx’ın icabından teknolojik gelişim geldiyse eğer (en basit yaklaşımla), benim sıkıntımın hakkından da entel-dantel eğlencelikler gelir derim ben size.
Zaman göreceli bir kavram. Ölüp de yataktan kalkıncaya geçen zamanda, herkesin de ama öyle, ama böyle eninde sonunda ölmüş ve hep birlikte, aynı anda uyanıyor olduğunu düşünün. Vaktiyle, coğrafyanın gazabına uğrayan aşklardan bahsetmiştim ("defter bir ayrılık havası taşıyordu ama hiç olmamış bir beraberliğin ayrılığıydı bu. garipti. ama yine de dokunaklıydı. hiç bir araya gelmemiş insanların ayrılığı üzerineydi sanki defter. başka dünyaların değil fakat şüphesiz başka kıtaların birbirlerini hiç tanımamış insanlarının ayrılığıydı o anda söz konusu olan. mesela avusturalya’da hiç görmediği, tanımadığı, bilmediği bir kıza aşık hollandalı bir gencin ayrılık acısıydı. çünkü kız o sıralar bir başkasıyla evleniyordu ve genç bunu bile bilememenin çaresizliğiyle yazmak istiyordu bu deftere. ayrılık evrensel bir olguydu." ES, EAD, 1996), neyseki internet çıktı, uçak biletleri ucuzladı filan, yavaştan o konu çözülmeye başlandı, işte geriye bir tek zaman sorunsalı kaldı (Tom Hanks, Big), o da artık öte dünyada inşallah.
aslına bakarsanız, bütün bu laf salatasının tek gayesi, Bill and Ted’s Bogus Journey’sinden bir resim koyabilmek idi.
Sonsöz: "Beyond Black" adlı sıkıntı yumağını bitirdikten sonra başladığım Levent Şenyürek’in Cennetin Kalıntıları’nda bugün Cennete geldikten sonra, bir de çoktandır blog göndermemiş olduğumdan kelli, bugün böyle biraz (Coca-cola) light takıldık. Bu günkü programımızı burada bitirirken, kapanışı 2/5 Bz’nin "Kurtuluş Yok!" adlı güzide şarkısıyla yapıyoruz. Esen kalın (ölüm bir kurtuluş değildir, just remember, that death is not the end… Serhat ve Nick Cave)
daha iyi bir ben ve dahi iki mektup
Eleştiriye cevap vermemenin 42 yöntemi / 80ler ve punk / kendime yeni bir ben lazım
"bir mektup göndersen de ben açıp okumasam"
(H. Ergülen, ezberden yazdım, bir dakika kaynak bulayım…. "Eski Ormanlara Mektup" imiş, "ben" kelimesi de benim eklememmiş)
Buraya iki sene önce ilk geldiğimde, bir süre üniversitenin misafirhanesi görevi de gören bir otelde 17 günlük bir maceram vardır. O sıralar bir yandan yeni işime, yeni dile, yeni ülkeye alışmaya çalışıyordum, bir yandan da noel tatili gelmeden evvel ev bulma koşturmacası içindeydim (böylelikle Bengü ve Ece’ye en kısa sürede kavuşabilecektim). İşte o günlerde canım fahri kan kardeşim Doğan’a bir mektup yazmaya başlamıştım.
Sonrasında o mektubu unuttum. Sonrasında o mektubu hatırladım ama bulamadım; bulamadığımdan, gönderdim mi, göndermedim mi emin olamadım. Ne yazdığımı zaten hiç hatırlamadım.
Bu blog vesilesiyle tanıştığımız sevgili Canan’a da bir mektup yazıp gönderdiydim (pek bir mektup yazıp gönderici bir kişiliğim vardır). Sonra o mektup Canan’ın eline geçmedi, sonra ben yine şüpheye düştüm, önce acaba o mektubu göndermiş mi idim, ardından, öyle bir mektup acaba aslında hiç varoldu mu, diye.
Bugün ofisin kapısı açıldı, varlığından şüphe eder olduğum işte o mektup, üzerinde yavru ağzı bir iade çıkartma ("RETOUR : İADE — Déménagé / Buradan ayrılmıştır", PTTnin beynelmilel lisanı anlaşılan hala frankofon milletlerine ayarlı, olsun, öylesi daha hoşuma gidiyor zira bir istimpunk havası taşıyor resmiyette Fransızca kullanımı). Sağolsunlar, işte sağ salim geri getirdiler mektubu. Mektup, yumuşak-nazik bir şekilde açılmış, içindeki bunalım-sıkıntı yüklü hava bir ihtimal ciğerlere çekildikten sonra, ülke sınırları içinde bulunması sakıncalı addedildiğinden olacak, İspanik ellere geri uğurlanmış. Ne yazmış olduğumu bilmiyorum, oldum olası yazdığım mektupları bir kez daha okuyamam – gerek göndermeden evvel, gerekse, yazma sürecine uzun bir sekte girdiyse, nerede kaldım, neler yazmışım bir bakayım diyerekten (Woody Allen da bir kez kurgu masasından kalktıktan sonra hiçbir filmini izlememiş olduğunu belirtmişti, kem küm gak guk…).
Geçen ay, önemli bir belgeyi arıyordum, coştum, bir bahar temizliğinde evrakı, makaleleri sıraladım dizdim, aralarından başta belirttiğim Doğan’ın mektubu da çıktı. Elbet sırası geldiğinde gönderilecektir bir gün.
Sırt üstü yatmak anlamındaki de ayrı yazılır.com*
And now for something completely different: Bu sene kendimi geliştirmeye karar verdim: işe sırt üstü yatıp uyuma talimleriyle ve "de" bağlacının yanlış kullanımından ve yazımından rahatsız olmamaya çalışmakla başladım. Açıklayayım efendim: Kendimi bildim bileli yüzükoyun uyurum, ilkokul 2’den beri de yastıksız. Geçtiğimiz yaz, baktım epey toplamışım (kilo bazında), "dur bir perhize gireyim" dedim: abur cuburdan, kırmızı etten, pattestava vesairden uzaklaşıp, baklagil-sebze-meyve üçgenine yanaştım. Hızlıca sonuç almaya başlayınca, bu sefer de "bu gidişatı sporla destekleyeyim bari" diye düşünüp, akşamları birtakım ilginç hareketler yapmaya başladım. İşte, artık her yanımdan sağlık fışkırınca, son hamleyi de uyuma şeklimi değiştirerek gerçekleştireyim dedim, olay bundan ibaret (bu kadar sıkıcı ve gereksiz). Gelelim şu "de" bağlacının meselesine – eskiden yılmaz savunucusuydum, kimsenin yüzüne vurmasam da, bana gelen e-maillerde mesela, çaktırmadan alıntı kısmında düzeltirim, kimsenin de ruhu duymaz. Sonra, geçtiğimiz ay Necdet Yücel, blogunda "Eleştiriye cevap vermemenin 42 yöntemi" başlıklı bir yazı yazdı, ben de okudum, onun daha ilk maddesinde bu konuya (biraz da ters istikametten) değiniliyordu, ben de "ne diye canımı sıkıyorum, derdimiz ‘de, da’ hataları olsun" dedim (ya da Gürer Beyciğimin deyişiyle "öeh!"). Sırtüstü uyuyabilmeyi becerebilirsem bunu haydi haydi becerebilirim, sıkayım dişimi (¡A por ellos!). Geçen gün xkcd’de şu çıktı, manyaklık bir değil, iki değil, nereye kadar (n sonsuza gider):
Punks not dead (in the heat of the night)
Yılbaşı tatilinde, bildiğiniz üzere Barışlarda, Belçika’da toplandık, bir günlüğüne de Hollanda sınırını geçip, Delftceğimizi ziyaret ettik. İşte, Delft’te akşam vakti arkadaşlarda -biraz da yorgun- otururken, ev sahibi Remko, bana ne tür müzik dinlediğimi sordu da, adımı söylüyormuşçasına, hiç düşünmeden, "80ler ve punk" dedim. Gerçi sonrasında Remko gayet anlamışçasına bir "hımmm…" deyip klasik müzik çaldı ama olsun, caz da çalabilirdi nitekim. İşte "80ler ve punk" deyişim, hayatımda yeni bir dönem açtı (/onun gibi bir şey), böylesi ucube bir şeyin bu kadar benimsenmiş ve doğal bir şekilde kendinden ibrazı kendime saygımı arttırdı (paradoksal olsa da), şimdi burada biraz deneyip de akabinde beceremediğimi anladığım bir şekilde, yani tarifi pek mümkün olmayan bir şekilde, mutlu ve huzurlu oldum (bunu yazınca da "hani diyelim ki çirkin bir kız arkadaşınız vardır, arkadaşlarınızın görmesini istemiyorsunuzdur fakat onunla da çok iyi vakit geçiriyorsunuzdur, sonra bir gün yeterbea! çekip bütün dünyaya açıklarsınız da rahatlarsınız, film de mutlu sonla biter" örneği aklıma geldi ama bu teşbihle de açıkçası pek tatmin olduğumu söyleyemeyeceğim). Neyse, yarın öbürsü gün, anneniz-babanız olur, öğretmeniniz olur, işte soracak olurlarsa "sururi ne tür müzik dinliyor kuzum?" diye, çekinmeden bildirebilirsiniz: 80ler ve punk. (bkz. Klozetten çıkan adam)
olan bitenler…
İşte siz uyurken olan bitenlerin bir kısmı bunlar. blogda okumadığınız eski tarihli girişler olabilir – onları yazmaya başladığım tarihli oluyorlar, yayınlayınca da arkalarda çıkıveriyorlar, ya da ben bir müddet geçtikten sonra yayına alıyorum, her şey olabiliyor. Neyse, en azından yılın listeleri bitti, artık yorumlara yorum yazmaya başlayabilrim.
(Sevgili Bilge,
Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. OA – TO)
Yılın Listesi: Diğer değerlerimiz ya da yılın enn! kısa kısa
Bu sene kategori dışında da birtakım saptamalarımız ve saplantılarımız oldu. Mesela yılın uluslararası ilişkiler kategorisinde bir terminal kuşu olarak şimdiye kadar onlarca havaalanının risalesinden geçen bizlerce son derece haklı olarak gelmiş geçmiş en berbat havaalanı olmaya hak kazanan Brüksel havaalanı var! Hey ya rabbi! Ne fena, ne fena bir havaalanıydı o öyle! Servisten filan bahsetmiyorum – uçaktan inip de bavullarınızın peşinde atıldığınız o "treasure hunt" macerasında, sizin gibi kader kurbanları ile son derece yanıltıcı, zaten çoğu zaman gözden kaybolan o tabelaların peşinde kilometrelerce yürüdüğünüz, okun (tabela dediğimiz, yazısız bir oktan ibaret bu arada) bir duvarı göstermesiyle yaşanan hezimet… korkunç idi. Şimdi wiki’den baktım, inci bulabilir miyim diye, 2005 yılında Avrupa’nın en iyi havaalanı seçilmiş olduğunu öğrendim (bilirsiniz belki: bizde Laz fıkraları vardır ya, Avrupa’da Belçika fıkraları anlatılır, bu da onlardan biri olmalı). Farkındayım, ekşi başladım ama bundan sonra gelecekler hep güzel şeyler olacak. Örneğin, bu sene uluslararası ilişkilerimiz dört dörtlüktü, Avrupa’da ikamet etmekte olan pek çok arkadaşımızla (Liliana, Barış, Efe, Yasemin, Deniz) bir yıl geçmeden tam iki kere görüşebildik! İspanya içinde / dışında yamacında yörecinde birçok yer gezdik gördük (tamam, Türkiye de vardı ama o sayılmaz, çok aceleye geldi, geldik).
Bu sene, pek çok blog keşfettim, yeniden buldum. Bahar’ın Güzel Onlu‘su başta olmak üzere (tabii ki Dünyevi Zevkler Bahçesi ve Günün Berberi ile birlikte alınmakta). Hazır laf açılmışken, geçen gün Barış uyandırdı da, Wes Anderson’ın son filmi "Moonlight Kingdom"ın fragmanını izleyip, hevesle beklemeye başladık.
Film deyince de, bu yılın (2011) keşfi olan film blogu Çarpık Kadraj var, pek bir profesyonel, pek bir muhbir, güncel (ben sinemadan çok dizi yazılarını beğenmekteyim, mesela dizi sonları filan). Yılın sonlarına doğru bir yerlerden, ama hatırlamıyorum nerelerden, Kediler ve Kitaplar‘ı keşfettim: hayli düzgün, eli yüzü düzgün, entel dantel ama yine de bilgiç ve profesyonel olmayan bir site (Calvin karlı bir gün evine dönerken yolda karşılaştığı bir kardan adama bakıp "inşallah tanıdığım biri değildir" diye düşünür ya, tam o anlamda olmasa da, Çavlan ve Umut da inşallah tanıdığım birileri değillerdir. Bir de Hakan’ların onların olduğunu bilmeden sardırdığım bilim kurgu ve fantezi bazlı siteleri var: Hitit Güneşi. Bir de (gizli hayranı olduğum) Su, çok uzun bir aradan sonra tekrar bir şeyler yazdı ama üzücü bir şeyler yazdı, üzüldük biz de ailecek. İnşallah tez zamanda iyice iyileşir (onun bloguna bağlantı yok).
Ece’ye oyun için söz verdiğimden ve artık sürekli hatırlatığından, aklımdaki geri kalan şeyleri bir cümle ile geçiyorum, sevgilerle, EST.
Yılın video serisi: You Big Cat You başta olmak üzere Atatürk Orman Çiftliği kayıtları.
Yılın oyunu: Settlers of Catan (ve Ece eklentisi)
Yılın blogu: Güzelonlu (eğer bir ihtimal yukarıda anlaşılmadıysa diye tekrarladım)
Yılın sürç-i lisanı: "iğne iplik" (ama o kadar cuk oturmuştu ki, sonradan düzeltmeye kıyamadım 8)
Yılın tatları: Tabasco, Speculaas ile Maple şurubu (3.yü artistlik olsun diye yazdım; Ece de waffle yazmamı istedi: hem Belçika, hem de Hollanda wafflelarını ayrı ayrı olarak belirtti).
Yılın blog tanışkanlığı: Canan.
Yılın çayı: Barış sayesinde tiki katsayımızı arttırdığımız yeşil çaylar (özelde Palais de Thé – Fleur de Geisha).
Yılın ziyaretçisi: Georgina!!!! Eyoo! kaç seneden sonra gördüm arkadaşımı, üç günlüğüne de olsa.
bengal
Sevgili gümlük…
Sevgili gümlük, yüreğim kabarmış benim.
Bu sene 3 senelik projem bitiyordu ya, dün iki hocam da benim için, ayrı ayrı proje başvurusu hazırlamakta olduklarını bildirdiler. Akşam Bengü ile uzun uzun konuştuk, artıları, eksileri tarttık ama denklemdeki en büyük eksi, bir 2, haydi 3 olsun, yıl sonra gene aynı noktada kendimizi bulacağımız gerçeği idi. Üstelik o zaman değişiklik daha da zor olacaktı.
Hal böyle olunca, bugün gittim sabah biriyle, akşam diğeriyle görüştüm, teşekkür ettim kendilerine, projenin beni kurtarmadığını, artık bir yerlere kalıcı olarak yerleşmem gerektiğini söyledim. Kriz, İspanya’yı bir ihtimal gazetelerde okuduğunuzdan da daha beter çarpmış durumda. Bask bölgesinde para var diyorduk, geçen gün onlar da topu attı (sonradan yalanladıysalar da, bizzat görüyoruz yaşanan donukluğu, dondurulmuşlukları). İnsanlar iyi olmasına çok iyiler (sizlerden iyi olmasın) ama işte keyifsizlik var. Bilemiyorduk ne yapacağımızı, işte dün bu proje haberlerinden sonra, gözümü kararttık, artık belirsizliklere, onları ertelemeye yeter dedik.
Bask hükümetinin prestijli bir ödülü var: bütün dallardan 20 kişi seçiliyor, bu kişiler 5 sene boyunca, tenure track, dediğimiz, kalıcı akademik pozisyonlara yönlendiriliyor – 5 yılın sonunda pozisyon garanti olmasa da, epey yüksek ihtimalli oluyor. O ödüle başvuracaktım, piyango misali, "ya çıkarsa" diye, ondan bile soğumuşum neredeyse (sonuçta başvuracağım). Buralarda akademi dışında iş bakarım, diyordum, bakmayacağım, hem iş yok, hem de işin devam edeceğinin garantisi (+ birkaç şey daha…).
Metin Altıok’un deyişiyle, "yine yol göründü yerleşik yabancı’ya, / bir süre öyle sanmıştım kendimi." İstikamet Ankara, Türkiye, zaman bu senenin sonu. Üniversitelerle yazışmaya başlamaya ne zaman başlamalı? Bu akşam okuldan çıktım, kar yağıyordu, pek kar yağmaz buralarda, bir geldiğimiz sene yağmıştı da, "10 seneden beri ilk" demişlerdi. Bugün hocalarımla olan konuşmam veda niteliğindeydi, bugün sonuçta gidişin başlangıcı, ilk günü, ben de buraya tarih düşeyim dedim. Öyle bir burukluk geldi işte, o soğuk havada otobüse yürürken, bir de Afşar Timuçin’in Alacalı Türkü’sü:
Eski şiirleri yırtsan ne çıkar Yenilerinde de aynı hava Sana göre ben huysuz oldum Bana göre sen alıngan İşin özü hep aynı kalmamızdır İstersen beni bir sure arama Bunda neyin payı var bilmem ama - Her şeyin payı olabilir - Dünya duracakmış gibi dönüyor Ben bunu sezdim nicedir Bu durumda insan üzülebilir Beni istersen hiç arama Hep aynı kalan güzellik gibi - Yontuda da öyle değil midir - Gözlerin aynı bakışı bakmakta Bu bakış bir başkasını öldürebilir Bende ancak yalnızlık acısı bırakıyor Belli ki bir şeyler var nicedir Ya da nicedir hiçbir şey yok İstersen beni bir süre arama