İstanbul’da güzel günler…

Dün çok güzel bir gündü. Temmuzdan başlayalım: temmuzun sonlarına doğru, İTÜ’den arkadaşım sevgili Tolga’dan bölümde bir seminer vermek üzere davet aldım, seve seve de kabul ettim. Oturup hesap edince, İTÜ’yü en son ziyaret edişimin üzerinden 10 yıl geçmiş (Emir’li, Tolga’lı, Suzan ve Bengü’lü bir resmimizi buldum da, hesabı oradan yapabildim). Aralarda İstanbul’a gidip gelmişliğimiz olmuşsa da, akraba ziyaretlerinden dışarı çıkmaya pek vakit olmamıştı.

Perşembe günü öğleden sonra İstanbul’a vardım – normalde akşam varacaktım ama Gürer’in İstanbul’da olduğunun (ve dahi ertesi gün döneceğinin) haberini alınca, bileti erkene aldım, normalde x saatinde kalkacak otobüs/tren/vapur için x-1’de ilgili yerde bulunan bir insanımdır (uçaklar için x-2), yine de 10.00 otobüsünü (otobüsümü) kaçırdım (normal zamanlarda 20 dakikada, anormal zamanlarda 40 dakikada aldığım ev->Kızılay mesafesini paranormal bir zamanda 1 saat 40 dakikada alınca), dert etmedim (ne gam, ne keder), 10.30 otobüsüne bilet aldım, kaçırdığım otobüsümü Bolu’da mola yerinde yakaladım bile (ama yüz vermedim, o beni bırakıp gitmişti, seven beklerdi)…

Lafı uzatıyorum (hiç yapmadığım bir şey!), sonuçta Gürer Beyciğimle bir güzel arşınladık Kazasker sokaklarını, yedik içtik, gereksiz bir dolu şeyden konuştuk, bol bol güldük, eğlendik (her zamanki gibi).

Gelelim sunum işlerine — geçen senenin başlarına doğru, tam olarak bilmiyorum ne zaman, ne vesileyle fakat bir anda seminer/topluluğa konuşma/ilkgençlik heyecanlarım bir anda patlayıp yok oluverdi, kaldı ki, seminerlerden de genel olarak pek haz etmeyen bir adamımdır (şimdiye kadar hiçbir seminerde bir anda satoriye ulaşmış birisiyle karşılaşmadığım gibi, aylardır üzerinde uğraşılan bir sorunun da pat diye çözüldüğünü göremedim) – hakkını yemeyelim seminerlerin: asıl amacının bilgi aktarımı değil de, sosyalleşme ve bilgi aktarımına yol açma olduğunu düşünürüm, bu yönden önemserim ama işte dediğim üzere, amaçtan çok araç olduğuna inanırım. Bütün bunları söyledikten sonra, artık ne kadar inandırıcılığım kaldıysa, sunumun güzel geçtiğini söyleyeyim; zaten sabahtan Ahmet Hoca’nın (Togo Giz) "Fizik Mühendisliği’ne Giriş" dersine ziyaretçi olarak katıldım, ders 102 nolu sınıftaydı — İTÜ’deki ilk günümüzde Ayşe Hoca’nın (Erzan) ilk dersimize, fiziğe geldiği sınıftı o (tebeşir yiyip, "ferasetsiz" azarını işitişim de aynı derse rastlar, ama hak etmiştim de!), oradaki öğrencilerin de ilk senesiydi, nostalji oldu. Neyse, ne diyordum, sabahtan öğrencilerle epey bir paslaşmıştık, akşamki sunumda daha çok büyükler (y.lisans/doktora) vardı — çok da sıkılmasınlar diye, potpori misali biraz ondan biraz bundan daldan dala kona kona anlatıyordum ki, arada kapı açıldı ve içeri taa lisans yıllarımdan Bengü geldi! Benim zamanımdaki hocalar aşağı yukarı aynen mevcudiyetlerini devam ettirseler de, tabii arkadaşlar bir yerlere dağılıyor yıllarla — Tolga’dan başka tanıdığım "dönemdaşım" yoktu, Tolga da sağolsun, krallar gibi ağırladı bizleri (doktora öğrencim Nadire de İTÜ’de y.lisans yapan kardeşini alıp sunumda beni yalnız bırakmamıştı) gün boyunca ama Bengü’nün gelişi günün sürprizi idi! Bengü’yle uzaktan birbirimizi tanıyıp, birbirimizin farkındalığımız vardır (bu kim bilir kaçıncı düzeltme — "birbirimizin farkındalığımız" dedim ya, öncesinde "acknowlege edişimiz" yazıyordu, yani buna yine şükredelim — bulamadım Türkçesini, ne yapayım, başka şekillerde tanımlamaya çalıştım, her seferinde garip oldu) — işte bir yolun iki yakasından selamlaşan tanıdıklar gibi, siz onu, o sizi tanırsınız birbirinizi birbirinizden habersiz: bilirsiniz ki, yolun karşı tarafına geçseniz konuşacak çok şey var, ama -belki de tam da bu yüzden- şöyle bir el sallayıp, yolunuza devam edersiniz.

Neticede benim sunum bitti, oradakilerle ayak üstü tanıştık, Neşe Hocamla (bir tanedir, ne çok özlemişim güleryüzlülüğünü!) vedalaştım, daha sık geleceğime söz verdim, arkadaşlarla biraz takıldık. Moralim zirvede, pillerim tam dolu bir biçimde "anne evi"ne döndüm. Cumartesi Ece ile Bengü geldiler İstanbul’a, Düşes’le hasret giderdik (yurt dışındaykene daha mı sık görüşüyorduk acaba?), ağabeyimler, dayımlar, pazar günü akşam epey yorgun bir halde dönüşe koyulduk, havaalanından eve Ece yolda uyudu (pek sık uyumaz yolda), bugün biraz ateşli uyandı, Bengü de kırık hissediyor, çabucak iyileşirler inşallah.

İşte böyle bir şey Ankara-İstanbul-Ankara. Paralel zamanlar, paralel hayatlar. Ah, bir de: (yine) Ayşe Hoca’dan (ve yine haklı olarak) azar işittim (vefasızlığımla ilgili olarak), yine çok utandım…

Hamiş: "Dün" diye başlayıp cuma gününü anlattıktan sonra "pazar günü akşamı" epey yorgun bir halde döndük deyince bunda tabii ki son bir haftadır ailecek yoğun bir şekilde "Back to the Future" serilerini izlemişliğimizin de etkisi vardır ama asıl sebep girişin yazımına cumartesi itibarı ile başlanıp, ancak pazartesi bitirilebilmesi gerçeğinde aranmalıdır.

Bugün güzel bir gün.

Bugün güzel bir gündü, niyesini uzun uzun yazmıştım, utandım (kendimi övmüşüm gibi bir mana çıkıp duruyordu nasıl yazarsam yazayım), rafa kaldırdım yazdıklarımı. Oradaki laf kalabalığını şöyle özetlemeye çalışayım: çünkü çok şanslı bir hocayım ve harika öğrencilerle arkadaş oldum verdiğim ders(*) vesilesiyle.

Bir tane öğrencim bana hediye olarak onu mutlu eden bir şarkının bağlantısını göndermişti, ben de sizlerle (ey kâri!) beni her zaman çok mutlu eden bir şey paylaşayım:


 

Boogie-Woogie (Hızlı varyantı) Dans Yarışması Finali. Amelie filmi gibi, Steampunk, Marty McFly’ın kovboy kıyafetleri gibi, bambaşka, bir zamanlar olmuş gibi olan ama aslında varolmayan bir dünyaya dair bir şey…

 

bugün. (ya da erasure’dan sometimes)

 Bugün Barış çok güzel haberlerle geldi, biz de çok mutlu olduk. Bugün, son birkaç gündür aklımda "şu bloga şunları yazsam" dediğim şeyler vardı (80’lerde gazetelerde bu tür demeçler şu şekilde verilirdi: Bugün, son birkaç gündür aklımda (şu bloga şunları yazsam) dediğim şeyler vardı), ama hatırlayamadım şimdi bilgisayarın başına oturunca. O yüzden her zamanki sistematik yaklaşımımı bir kenara bırakıp, aklıma gelen havadisleri ve havadis olmayan şeyleri yazayım (ben bir ara, ama çok önce, 96’da filan, "şey" yerine "nen" derdim, meğer Nurullah Ataç yaygınlaştırmaya çalışmış vaktiyle).

Akşamleyin, Tömbeki’de Emre ve Serkan’la buluştuk, Cesim biraz daha geç gelecekti, onunla da ben veda edip Kızılay’a giderken yol üstünde karşılaştık. Bugün derste yine kendimi tebeşir tozuna buladım (evet, fırınlara un çuvalı taşıyorum yan uğraş olarak). İspanya’dan döneli hemen hemen bir yıl oldu; önümüzdeki haftalardan birinde, bir haftalığına Getxo’muzu ziyaret edeceğiz, dostlarla hasret gidereceğiz… sonra döneceğiz….. 

Hande’den de güzel bir haber geldi bugün, keman çalmayı öğreniyor! Ben bu aralar onun tavsiyelediği Eleanor Catton’ın "The Luminaries"ini okuyorum, Ece Temelkuran’ın tabiriyle "(Eee,) So what?" şeklinde ilerliyor kipat, gün be gün elimde kipat değil de bir çuval keçiboynuzu (Ahmet Uğurlu, keboy) tutmakta olduğum hissi yoğunlaşıyor.

Biz yokken favori gruplarımızdan Delafe y los Flores Azules yeni bir albüm çıkarmışlar, kapak şarkıları olan "De Ti Sin Mi"yi de çok beğendik, klibi acıklı, zaten benim şarkının sözlerinden anladığım "Söyle bana, benim yokluğumda sana ne olacak…".

Böyle bir şey işte… xkcd’nin normalde dinlediğiniz müzikler ile biri yanınıza geldiğinde o sırada çalmakta olan şarkıların tersliği hakkında çok hoşuma giden bir karikatürü vardır (http://xkcd.com/668/), onun gibi ben de ne zaman böyle "sabun köpüğünden" girişler yazsam bloga, içimden bir ses hemen ve illaki beni merak edip de internetten aratan olası bir kişinin işte o girişlerle karşısına çıkacağımı söylemeye başlıyor. Bunun bir nebze önüne geçeyim diye entel dantel girişlerimi içeren bir "Entel EST 101" sayfası hazırlayayım dedim, ben bile sıkıldım kendimden, yarıda bıraktım.

Fransız Teğmenin Kadını’nı geçen haftaydı, bitirdim, duvardan duvara öyle vulgar display of power bir şekilde vurmasa da, hakikaten dipten, derinden fethetti beni (merak ediyorsanız, kipat listemde 5* alan tek giriş oldu), aralarda düşünüp durgunlaşıyorum işte öyle bir şey (hani bir yıldız kayar ya bazen).

3 haftadır X-Com: Enemy Unknown’un Firaxis eliyle hazırlanmış yeni versiyonunu oynuyordum, ben buna (MicroProse’unkine) en son 1994’te üniversiteye hazırlanırken sarmış idim. Neyse, geçen gün bitirdim de bir mola aldım. Bir yandan da makaleler yazıyoruz (iyi bir şey).

Hande vesilesiyle, önce süper bir (teknik) terimden, sonra da süper bir siteden ve oradaki birçok süper terimden haberim oldu – terim: "ters ninja kanunu", site: http://tvtropes.org/pmwiki/pmwiki.php/Main/HomePage, birçok süper terimden örneğin bir tanesi: "The Worf Effect".

Daha yazacaktım ama mürekkebim bitti. (bunu yazınca da şunu hatırladım: çok sevdiğim bir Pilot kalemim var – Pilot G-2 0.7 imiş ama aslında içinde rotring uç var; zaten en başından, Bilbao’dayken bu kalemi elimdeki bir kutuda bulduğum 2-3 kalem içiyle uyumlu diye almıştım, sonra içler bitti ama George Washington’ın baltası misali kalemin değeri azalmadı, bu sefer ona uygun iç aradım Türkiye’de de, en sonunda Office 1 Superstore’da buldum. Geçen gün ise kalemimi kaybettiğimi düşünüp karalar bağladım ama neyse ki çıktı bir yerlerden yine, o günlerde yaptığım aramalar ışığında, Türkiye’de de satılmakta olduğunu öğrenmiş oldum hem.

Yeter sanırım bu kadar. Bunları yazarken Hooverphonic dinliyordum, güzel bir gruba benziyorlar (mesela Portishead 8). İyi geceler, iyi geceler (motoru ısıt oğlum… bir saniye….

Bana bir resmini ver arkadaş
Ve söyle
Neresinden bulurum şu İstanbul’u
Bulamam
Senin bakışın düzgün
Bizimki çatık
Ama anlaştık ya sen ona bak
Yolun düşerse gene uğra
Bizim gönlümüz kanmaz
Aşımız bitmez senin gibi konuğa
Üstelik daha bir pekişiriz
İşleriz yan yanyanayken başkalarına da
Tükenmez olur sevgimiz
İyi yolculuklar sana.

İyi geceler sana da
Oğlum motoru ısıt
İyi geceler Van
Yolumuz bir başka Van’a, Kars’a.

(E.C., "Su altında kanat çırpan üveyik"ten detay)

Fransız Teğmenin Kadını (Üçüncü Bölüm)

("İkinci, üçüncü tamam da, ilk bölümü nerede bu yazının?" diyenlere adres: http://guzelonlu.com/blog/bir-de/#comments )

Stephen King’in (ne, John Fowles mu?) en büyük yazınsal günahlarından biri, hemen hiçbir kitabını doğru düzgün bitirememesidir. Bu bende satrançta nükseder (çoktandır oynamadığımdan, halen öyle mi, bilemem): açılışı yaparım, oyunu bir yere kadar geliştirir, fakat eğer üstünlük sağladıysam, kör bıçakla tavuğun kafasını kesmeye çalışır gibi (ah bu metaforlar, hele ki ben taze uydurduysam!), süründürür de süründürürüm rakibimi.

John Fowles da bir istisna değil (az evvel "Fransız Teğmen’in Kadını"nı bitirdim). Belki de bu sebeple sonlara karşı bir tepkisi var Fowles’un, halbuki benden rica etseydi (bir 8-9 + 20 sene bekleyip), elimden geldiğince yardıma çalışırdım. Kaldı ki -pek hoşuma gitmese de: Haneke’nin Funny Games’inde yaptığını anımsatacak bir biçimde- ipleri okuyucunun (voyeur) eline veriyor, bir nevi "ben yapabiliyorsam, sen haydi haydi yaparsın…" diyor.

"Neler neler getirir / aklıma / şu kiraz çiçeği!" (Başo’dan bozan bendeniz). Bir dolu şey (demiştim, değil mi?). Bir seçimle karşılaştığınızda, büyük bir ihtimalle seçtiğinize odaklanacak, diğer seçeneği seçseydiniz nelerin olabileceğini pek düşünmeyecektiniz (bilirim sizi). Bir ihtimal de, hangisini seçerseniz seçin aklınız diğerinde kalacaktı (gavurlar buna "the grass is always greener on the other side" diyor, biz de "komşunun tavuğu komşuya kaz görünür"). Bir de, çok afedersiniz, benim gibi manyaklar var: hangisini seçerse seçsin -kötü anlamda- bunun bir şey değiştirmeyeceğini düşünür kesim (vah vah). Dilemma insanı dediğimiz bu insanlar, mesela Estonya’da kalsalardı da pek mutlu olmayacaktı, Çankırı’da kalsalardı da. İki tarafın da olumsuz hallerini ön plana çıkaran bu gibi kişilere, İngilizce’de haklı olarak "you ungrateful little prick!" (ya da duruma göre "you big cat you!") denir, denmelidir.

Kipatımıza dönecek olursak, Sarah, ekşi sözlükteki bir arkadaşın tespit ettiği gibi "gizemini suskunluğunda pekiştiren, aslında pek de numarası olmayan, sıkıcı bir teyze" olabilir, fakat bu bir sorun arz etmekte midir, etmemektedir (yes, all right, sit down please, 10 points). Cemal Süreya bir zamanlar demiş ki:

Seviş yolcu / Büyük sözler söyle ve ayrıl! / Uçurumlar birleştirir yüksek tepeleri

(ezberimden yazdım, yalan yanlış olabilir ama şekil itibarı ile böyle bir şey). Laf aramızda bende böyle bir gerçeklik sorunu var: her şeyin ona yüklediğim anlamlar neticesinde fena halde aslından saptığına (distortion) inanıyorum. Beni kurtaran şey de, başta (ortalarda) lafını ettiğim öyle olmasaydı, böyle olsaydı çok mu farklı olacaktı, olmayacaktı, o zaman bu, o olacaktı; o da bu ("o", "bu" italik)… Amma laf salatası. Ah, bir de bugünden sonra yeni bir kural koyuyorum: İyi İngiliz romanları "sea" kelimesiyle bitecekler bundan sonra, yani yeter-şart olmasa da, gerek-şart.

Alınız bunlar da okurken aldığım notlar: (copy/paste – copy/paste)

“Now, am I not kind to bring you here? And look.” She led him to the side of the rampart, where a line of flat stones inserted sideways into the wall served as rough steps down to a lower walk. “These are the very steps that Jane Austen made Louisa Musgrove fall down in Persuasion.”
“How romantic.”
“Gentlemen were romantic… then.”
All was supremely well. The world would always be this, and this moment.
Sarah was intelligent, but her real intelligence belonged to a rare kind; one that would certainly pass undetected in any of our modern tests of the faculty. It was not in the least analytical or problem-solving, and it is no doubt symptomatic that the one subject that had cost her agonies to master was mathematics. Nor did it manifest itself in the form of any particular vivacity or wit, even in her happier days. It was rather an uncanny—uncanny in one who had never been to London, never mixed in the world—ability to classify other people’s worth: to understand them, in the fullest sense of that word.

She had some sort of psychological equivalent of the experienced horse dealer’s skill—the ability to know almost at the first glance the good horse from the bad one; or as if, jumping a century, she was born with a computer in her heart. I say her heart, since the values she computed belong more there than in the mind. She could sense the pretensions of a hollow argument, a false scholarship, a biased logic when she came across them; but she also saw through people in subtler ways. Without being able to say how, any more than a computer can explain its own processes, she saw them as they were and not as they tried to seem. It would not be enough to say she was a fine moral judge of people. Her comprehension was broader than that, and if mere morality had been her touchstone she would not have behaved as she did—the simple fact of the matter being that she had not lodged with a female cousin at Weymouth.

This instinctual profundity of insight was the first curse of her life; the second was her education. It was not a very great education, no better than could be got in a third-rate young ladies’ seminary in Exeter, where she had learned during the day and paid for her learning during the evening—and sometimes well into the night—by darning and other menial tasks. She did not get on well with the other pupils. They looked down on her; and she looked up through them. Thus it had come about that she had read far more fiction, and far more poetry, those two sanctuaries of the lonely, than most of her kind. They served as a substitute for experience. Without realizing it she judged people as much by the standards of Walter Scott and Jane Austen as by any empirically arrived at; seeing those around her as fictional characters, and making poetic judgments on them. But alas, what she had thus taught herself had been very largely vitiated by what she had been taught. Given the veneer of a lady, she was made the perfect victim of a caste society. Her father had forced her out of her own class, but could not raise her to the next. To the young men of the one she had left she had become too select to marry; to those of the one she aspired to, she remained too banal.

Of the three young women who pass through these pages Mary was, in my opinion, by far the prettiest. She had infinitely the most life, and infinitely the least selfishness; and physical charms to match… an exquisitely pure, if pink complexion, corn-colored hair and delectably wide gray-blue eyes, eyes that invited male provocation and returned it as gaily as it was given. They bubbled as the best champagne bubbles, irrepressibly; and without causing flatulence. Not even the sad Victorian clothes she had so often to wear could hide the trim, plump promise of her figure—indeed, “plump” is unkind. I brought up Ronsard’s name just now; and her figure required a word from his vocabulary, one for which we have no equivalent in English: rondelet—all that is seductive in plumpness without losing all that is nice in slimness.
Later that night Sarah might have been seen—though I cannot think by whom, unless a passing owl—standing at the open window of her unlit bedroom.
I will not make her teeter on the windowsill; or sway forward, and then collapse sobbing back onto the worn carpet of her room. We know she was alive a fortnight after this incident, and therefore she did not jump. Nor were hers the sobbing, hysterical sort of tears that presage violent action; but those produced by a profound conditional, rather than emotional, misery—slow-welling, unstoppable, creeping like blood through a bandage.

Who is Sarah?

Out of what shadows does she come?

13
For the drift of the Maker is dark, an Isis hid by the veil…
Tennyson, Maud (1855)

I do not know. This story I am telling is all imagination. These characters I create never existed outside my own mind. If I have pretended until now to know my characters’ minds and innermost thoughts, it is because I am writing in (just as I have assumed some of the vocabulary and “voice” of) a convention universally accepted at the time of my story: that the novelist stands next to God. He may not know all, yet he tries to pretend that he does. But I live in the age of Alain Robbe-Grillet and Roland Barthes; if this is a novel, it cannot be a novel in the modern sense of the word.

So perhaps I am writing a transposed autobiography; perhaps I now live in one of the houses I have brought into the fiction; perhaps Charles is myself disguised. Perhaps it is only a game. Modern women like Sarah exist, and I have never understood them. Or perhaps I am trying to pass off a concealed book of essays on you. Instead of chapter headings, perhaps I should have written “On the Horizontality of Existence,” “The Illusions of Progress,” “The History of the Novel Form,” “The Aetiology of Freedom,” “Some Forgotten Aspects of the Victorian Age”… what you will.

Perhaps you suppose that a novelist has only to pull the right strings and his puppets will behave in a lifelike manner; and produce on request a thorough analysis of their motives and intentions. Certainly I intended at this stage (Chap. Thirteen—unfolding of Sarah’s true state of mind) to tell all—or all that matters. But I find myself suddenly like a man in the sharp spring night, watching from the lawn beneath that dim upper window in Marlborough House; I know in the context of my book’s reality that Sarah would never have brushed away her tears and leaned down and delivered a chapter of revelation. She would instantly have turned, had she seen me there just as the old moon rose, and disappeared into the interior shadows.

But I am a novelist, not a man in a garden—I can follow her where I like? But possibility is not permissibility. Husbands could often murder their wives—and the reverse—and get away with it. But they don’t.

You may think novelists always have fixed plans to which they work, so that the future predicted by Chapter One is always inexorably the actuality of Chapter Thirteen. But novelists write for countless different reasons: for money, for fame, for reviewers, for parents, for friends, for loved ones; for vanity, for pride, for curiosity, for amusement: as skilled furniture makers enjoy making furniture, as drunkards like drinking, as judges like judging, as Sicilians like emptying a shotgun into an enemy’s back. I could fill a book with reasons, and they would all be true, though not true of all. Only one same reason is shared by all of us: we wish to create worlds as real as, but other than the world that is. Or was. This is why we cannot plan. We know a world is an organism, not a machine. We also know that a genuinely created world must be independent of its creator; a planned world (a world that fully reveals its planning) is a dead world. It is only when our characters and events begin to disobey us that they begin to live. When Charles left Sarah on her cliff edge, I ordered him to walk straight back to Lyme Regis. But he did not; he gratuitously turned and went down to the Dairy.

It was thus that a look unseen by these ladies did at last pass between Sarah and Charles. It was very brief, but it spoke worlds; two strangers had recognized they shared a common enemy. For the first time she did not look through him, but at him; and Charles resolved that he would have his revenge on Mrs. Poulteney, and teach Ernestina an evidently needed lesson in common humanity.
It is a best seller of the 1860s: the Honorable Mrs. Caroline Norton’s The Lady of La Garaye, of which The Edinburgh Review, no less, has pronounced: “The poem is a pure, tender, touching tale of pain, sorrow, love, duty, piety and death”—surely as pretty a string of key mid-Victorian adjectives and nouns as one could ever hope to light on (and much too good for me to invent, let me add).
“Mr. Smithson, I know my folly, my blindness to his real character, must seem to a stranger to my nature and circumstances at that time so great that it cannot be but criminal. I can’t hide that. Perhaps I always knew. Certainly some deep flaw in my soul wished my better self to be blinded. And then we had begun by deceiving. Such a path is difficult to reascend, once engaged upon.”

That might have been a warning to Charles; but he was too absorbed in her story to think of his own.

he detected in her eye that pitying shadow the kind-hearted poor sometimes reserve for the favored rich.
that evolution was not vertical, ascending to a perfection, but horizontal. Time was the great fallacy; existence was without history, was always now, was always this being caught in the same fiendish machine.
For him the tragedy of Homo sapiens is that the least fit to survive breed the most.
“I shall never see you again.”

“You cannot expect me to deny that.”

“Though seeing you is all I live for.”

She raised her face to his, with an imperceptible yet searching movement of her eyes; as if there was something he must see, it was not too late: a truth beyond his truths, an emotion beyond his emotions, a history beyond all his conceptions of history. As if she could say worlds; yet at the same time knew that if he could not apprehend those words without her saying them…
Sam’s surprise makes one suspect that his real ambition should have been in the theater. He did everything but drop the tray that he was carrying; but this was of course ante Stanislavski.
I say “her,” but the pronoun is one of the most terrifying masks man has invented; what came to Charles was not a pronoun, but eyes, looks, the line of the hair over a temple, a nimble step, a sleeping face.

Ben siz okuyun diye yazmadım, siz de ben yazdım diye okumayın. Yazmasam da olurdu ama işte neler neler getirir aklıma / şu açan / kiraz çiçeği! (obladi oblada…)

Fotoğraf koymalı ama gecenin bu saatinde nereden bulacağız şimdi fotoğrafı…


 


(haydi iyisiniz yine…)

 

sus – suss – sussidio!

 Herkese merhabalar, epey uykum var (saat 1 olmak üzere, bugün de yorucu bir gündü güneşin altında (yeni bir şey)), o yüzden biraz özet geçeceğim ama güzel bir gündü. Güzel bir gündü demişken, belki zaten görmüşsünüzdür, bir süredir Avrupa’da (internette) kol gezen bir hayalet (meme) var, şöyle bir şey:

Evet, o Profesör Farnsworth, o Futurama bölümü de yanlış hatırlamıyorsam evrime dair bir bölümdü. Ben de nicedir böyle hissediyorum buralarda (sadece evrime dair olan şeylerle de sınırlı değil üstelik, hatta evrim konusuna gelemedik daha). Buralar = sokak, her yer her yer her (blister in the sun).

Osman’la Ahmet’in babalarının son zamanlarda artık iyiden iyiye yaptıkları malumunuz, işte iyice coşmamak için bugün biz de bir şeyler yaptık, güzel bir gündü (And when I think about all the times that I’ve had / So few good – so more bad).

Damla bir arkadaşıyla (Arzu) Hacettepe’den geldi, biz de Bulgar çekirdek kadrosunu oluşturmuştuk ki, diğerleri de eklendi (en azından yemek kısmında 8), keyiflice bir Aspava partisi yaptık önce (Aspava’da da Ece’den dolayı bir prestijim var — vaktiyle bana bir de karısından dolayı tamircide prestiji olan bir amcadan (tamirciye gittiğinde, özel müşteri olduğunu belirtmek için "ben Bilmemkim Hanım’ın eşiyim" dermiş) bahsetmişlerdi de, garip gelmişti ), sonrasında Sibel hariç (ve Özgür ile Arzu ek) bir kez daha Bulgaristan tayfası, gittik ağaçlara, dediğim gibi güzel bir gündü. Facebook’ta paylaşmak kolay, ama asıl önemli olan buradan yazmak ("Şair olmak ne ki – şair kalabilmek asıl sorun…" demişti Murathan Mungan uydurmuyorsam).

Ağaçlar ekildi, 3 kasımda daha da ekilecek. Bunlar da bugüne dair çekilmiş resimler… 


Kravatlı ve doğal… Bu arada, absürdlük niyetine fidan yerine çukura kendini diken bir kızı da gördük, kesin bilgi.


Oğlanlar olarak biz ilk fidanımızı dikmiş, pozlarımızı verirken, kızlar çoktan tepelere çıkıp ikinci fidanlarını dikmekle meşguldüler…


"5. günün sabahı doğuya bakın." başlıklı yapıtımız