San Fransisco sokakları…

Yarın sabahtan iki haftadır kalmakta olduğum Blas de Otero‘dan ayrılıp, kalan üç haftamı geçirmek üzere BBK Talent‘e yollanacağım (bağlantıları arşiv amaçlı olarak kendim için veriyorum bu arada 8). Daha önceki gelişlerimde Hotel Nervión‘da kalmıştım, bu sefer de oranın olmayışına en çok Ece üzüldü; gerek kahvaltıları, gerekse akşam yemekleri çok lezizdi – kahvaltıya yetişmek zor ama akşam yemeklerini yine orada yiyebiliriz, yeriz de herhalde.

Otellerle, konaklamalarla genelde pek özel bir ilişkim yok. Yine de, işte yarın gideceğim BBK Talent’in hemen yanında yer alan EHU/UPV’ye ait Unomuno yurdu/misafirhanesi, İspanya’daki ilk 17 günümü geçirdiğim yerdi. Şimdi on yıllar geçmiş gibi (gerçekte: 5). Nihayet İspanya’dan vizemi alıp, Hollanda’dan İspanya’ya varabilmiştim. Yalnızdım, bir aydır Bengü ile Ece’den ayrıydım, bir an önce ev bulmalıydım. Aralık başıydı, yakında Noel nedeniyle her yerin kapanacağını öğrenmiştim, dilini bilmediğim, üniversite dışında kimsenin İngilizce bilmediği bir yerde, pek çok zorlukla baş etmem gerekiyordu. Sağolsunlar, "yeni" arkadaşlar bütün içtenlikleriyle yardımıma koştular, beni hiçbir noktada yalnız bırakmadılar. 

Dünyanın en küçük kemanı çalmaya başladığından, bu gidişata dur dedim ey kâri!.. Boşver, sonuçta bol maceralı, ("acısıyla tatlısıyla" klişesini kullanacaktım ki, bir anda farkına varıp kendimi tuttum 8) 3 süper yıl geçirdik, şimdi de hasret gideriyoruz, özeti bu.

Eşyalar, yenileriyle birlikte bavula sığacak gibi görünüyor. Yarın buradan metro, hop Sarriko, yeni hotel.

Başlığa bakınca hatırladım, esas San Fransisco Sokağı’nı yazacaktım: şu andaki misafirhanene bu "infamous" sokağın girişinde yer alıyor; sokak bizim Beyoğlu’nun arka sokakları gibi – burada yaşadığım 3 sene boyunca çok adını duymuş olsam da, hiç yolum düşmemişti (halbuki şehir meydanına iki adım ötede / hoş zaten Bilbao’da her yer şehir meydanına iki adım ötede). Ağırlıklı olarak göçmenler oturuyor, onların arasında da ağırlıklı olarak Afrikalılar ve Araplar var. Geçen gün limon almak için köşedeki bakkala girdiğimde, 3 sene boyunca hiçbir yerde bulamadığım kiloluk yoğurtları vitrinde gördüm de, 6’lı küçük pakette (Türkiye’deki danonino paketleri gibi) alıp da bir kaba "kırdığımız" ufak yoğurtları hatırlayıp, geçen yıllara yandım! Hele bir de evvelsi gün Carrefour’da bir sebzenin peşine düşmüşken, bir baktım şeffaf plastik bir kutunun içerisinde can erikler bana bakıyor! Değilmişler neyse ki, meğerse iri bir cins üzümmüş; zaten erik olsalardı Türkiye’ye… neyse, bu kısmı da burada bitirelim.

Yurtdışındayken kendime puro ve coca-cola light içme hakkı tanıyorum, puroda tercihim Vegafina’nın corona’ları idi ama bir gıdım fazla (/uzun) geliyordu, neyse ki geçen gün perla’larını keşfettim, boyum uzadı. 8)

Her şey eskisi gibi, insanlar değişmiş (akademik(doktoral/post-doktoral) hayatın da kötü yanı bu: insanlar bir yerden başka bir yere gitmeye mecburlar, çoğu zaman da gelecek sene nerede olacağını bilmeden. (çıktı gene küçük keman).

Bari yatayım ben artık, yarın çok iş olabilir.

…demiştim ki, bir şeyi daha söylemeyi unuttuğumu fark ettim (uyku da epey bastırdı ama son bir beş dakika daha): Bilbao, sıcak fakat çok yağışlı bir yer. Bize Londra’dan daha çok yağmur aldığını söylemişlerdi de "haydi canım!" demiştik, geçen gün kontrol ettim, hakikaten doğru söylemişler (Bilbao vs. Londra). Olur a, böyle bir ortamda insanların nasıl çamaşır kuruttuklarını merak edebilirsiniz diye buradaki çok tipik bir sistemin geçen gün resmini çektim:

bu da benim doğumgünü resmim (arka planda Tanju Okan’dan "Benim en iyi dostum coca-cola lightım, vegafina purom…" başlar)

(Blas de Otero’nun bahçesi)

İyi geceler (bu sefer gerçekten uyumaya gidiyorum).

Issız bir adaya düşersem yanıma alacağım(?) n şey

 Değerli yolcumuz,

Sebebiyet verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Eşyalarınızı en kısa sürede bulup size ulaştırmak için elimizden geleni yaptığımızdan emin olabilirsiniz. Bu arada, lütfen size vereceğimiz gecelik ihtiyaç çantasını kabul ediniz. Bu çantanın içeriğinin sizin için faydalı olacağını umuyoruz.

Bilgi için:
Tel: xxx
E-mail: bat@thy.com [email adresini ben uydurmadım, ama sizin de aklınıza Turgut Özben gelmiyor mu? 8P]

THY Survival Kit
From Bilbao, with love… 8)

Leylek, leylekler ya da Bizim Büyük Çaresizliğimiz

leylekGeçen hafta çok sevdiğim bir hocama, hediye olarak Bilge Karasu’nun ilk kitabı olan "Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı"nı almıştım. Bilge Karasu’yu da çok severim; sohbet gibi yazdığındandır mıdır, o kadar kipatını okudum, hepsi uçup gitmiş. Hediye alışımı vesile sayıp, yıllardan sonra bir kez daha okumaya başladım. Dingin, acelesi olmayan, her kelimenin tadını çıkarırcasına, tek tek tartarcasına, neredeyse temkinli bir anlatış. Bezginlik de sezdim sanki bu okuyuşumda. Yeni bir başlangıcı anlatan bir hikayede bezginlik tabii ki olmalı. Sonlara doğru, yorucu gününün akşamında, Andronikos başını kumsalın taşlarına yorgunlukla dayar, gökyüzüne bakmaktadır:

Başını geriye atıyor, kayaya dayıyor. Uyumak istemiyor. Güneşin batmasına en az üç saat vardır daha. Gözünü yumarken gökten bir şey geçiyor. Açıyor yeniden gözünü.

O zaman, ilk leyleği görüyor. Çirkin, oranları bozulmuş bir haç gibi. Uzun gaganın ucundan küçücük başa, uzun, eğri büğrü boyundan tulum gibi şişkin gövdeye, uzun, çöp gibi, sırık gibi, biribirinden ayrı, her an gövdeden ayrılıverecek, kopuverecek, yere düşüverecek gibi duran iki bacaktan çocukların duvarlara çizdikleri resimlerdeki parmaklara benzeyen uzun, çöp parmakların ucuna doğru sürüp giden biçimsiz bir çizgi; bu çizgiyi gövde üzerinde kesen enli, kırık kırık, gevşek, yeli kesilmiş yelkenler gibi kanatlar…

Bu leylek, havada, dikine yükselirken, sağdaki kayalığın arkasından birkaç leylek daha göğe ağıyor. Andronikos anlıyor. Leyleklerin göçü bu. Her yıl çocukların heyecanla beklediği, büyüklerin gülerek, alay ederek seyrettiği, yaşlıların, bir leylek göçü daha görmüş olmanın sevinciyle acısı arasında, kışın nasıl geçeceğinin imi diye uzun uzun yorumladıkları göç… Leylek göçü… Gene silkiniyor.

Andronikos, şu anda, ne çocuk, ne yetişkin, ne de yaşlı.

Heyecan duymuyor, gülmüyor, sevinçle acıdan uzak, yorumlamıyor… Yalnız hayranlık duyuyor.

Başta uçan leyleğin arkasından gelen öbek de şimdi daha yüksekte. Andronikos yerinden fırlıyor, soldaki kayalara tırmanıyor, çakıllığın öte yanına atlayıp basamak basamak duran kayaların tepesine çıkıyor. Yarın üstüne doğru, bütün hızı ile tırmanıyor, sabahleyin erişmek için bunca güçlük çektiği kayanın üzerinden biraz daha ileriye, biraz daha yükseğe çıkabilmek için uğraşıyor. Düz bir yer bulunca, leyleklerin nereden geldiğini anlamağa, kestirmeğe çalışıyor.

O zaman, uzaktan, tepenin doğuya bakan yamacının hemen altından bir leylek ordusunun yavaş yavaş çıktığını, havalandığını, yükselmeğe, yaklaşmağa başladığını görüyor.

Oturuyor. Leylekler yavaş yavaş yüz oluyor, bin oluyor. Kara bir yol, adanın arkasında alçalan güneşin kızarmağa başlayan ışığında, bir ağararak, bir turuncuya vurarak, tepenin dibinden gökyüzünün orta yerine doğru köprü gibi uzamağa başlıyor. Leylek öbeklerinin kimi düzgün, düzenli, kimi düzensiz uçuyor kalkışta. Ama sonra, gökyüzüne doğru yükselirken, kendiliklerinden bir düzene giriyorlar. İlk gördüğü leylek şimdi çok yüksekte, çok uzakta, ufacık.

Yeryüzü ile gökyüzü arasındaki köprü uzadıkça uzuyor. Leylekler, bütün gökyüzünü dolduracakmış gibi uçuyor. Oysa, rengi arada bir değişen şerit, gitgide düzgünleşiyor. Leyleklerin takırtılarına, gürültüsüne, arada bir, martı sesleri karışıyor. Gitmedikleri, gitmeği tasarlamadıkları için, leyleklere kendilerinden ne kadar ayrı olduklarını söyler gibi çığrışan martıların sesi…

Bu aralar halim (elini avucu aşağıya bakacak şekilde uzatır, sağa sola dalgalandırır, dudağını büker) "(m)eh işte", pek tadım yok. Üzerimde bir yılgınlık var, nicedir atamadığım. Geçen gün Bay T. (ki sanıyorum Bay OBM’nin de geçen günkü blog girdisinde bahsettiği kişi olmakta) Barış Bıçakçı’nın "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"den alıntıladığı bir pasajla Ankara, nostalji ve yumurtacı üçgeninde yol alıyordu. Barış Bıçakçı’ya geçen seneydi sanırım, çok iyi niyetle ve heyecanla başlamak istedim, kütüphanede "Sinek Isırıklarının Müellifi" vardı, okumaya başladım, kendimi zorladım, zorladım, zorladım… olmadı. Kısmet nispet.

Bizim büyük çaresizliğimiz başlıkta aklıma geldi, kitapla aslında pek bir alakasız yok(tur herhalde) şimdi diyeceklerimin. Biz çocukken filmler iki şekilde biterdi: ya Arnold ya da bir başka kaslı arkadaş kötü adamın omuriliğini bedeninden ayırırdı, bu herkese ders olurdu, ya da daha şık, "entel" filmlerin sonunda filmin başından beri aralarındaki elektriklenmeye şahit olduğumuz kız ve oğlan, binbir kovalamacanın ardından herkesi kandıran kötü yöneticilerin asıl niyetlerini açıkladığı kayıtları bütün TV kanallarında yayınlamayı becerir, bu kötü, çıkarcı, bencil, hilekar, düzenbaz, şöyle, böyle adamların ipini pazara çıkarırdı. Dünyanın dört bir yanında halk ekranlar başında şok olmuş bir halde bunları izler ve film burada, bu zafer anında biterdi. Bize de bundan sonrasının mutlu, tozpembe günlerini düşlemek kalırdı.

Öyle olmuyormuş meğer, onu öğrendim. Gerçi daha evvelden de değinmiştim: modern zamanlar, post-modern algı, herkes haklı, herkes kahraman, herkesin haklı bir sebebi, bir açıklaması var sorsanız (benim bile! Yani başkalarına laf ederken bile, bunu bir eleştiri olarak değil de bir saptama olarak yapmaya çalışıyorum arka planda, karınca kararınca / hem ne demiş ennnn entelektüelimiz: "Teoride iyi bir insanım" (güzelonlu)). [Alakasız olacak ama söylemeden de geçemeyeceğim: ben bunları yazarken, arka planda "Badly Drawn Boy"un adının şimdi "bu ne be! yeter ama!" diyerek durdurmak üzere yöneldiğim müzik listemden gördüğüm üzere  "Pissing in the Wind" olan şarkıları çalıyordu. Neden şarkı söyleyemeyen insanlar şarkılarını, söylemek değil ama, başkalarına da dinletmek ister?].

Haydi en kötüde olduğumuzu düşünelim artık. "Bundan kötüsü olamaz" diyelim, rahatlayalım, "demek buymuş…", bundan sonrası küçük varyantlar. Modern zamanlar.

—————————-
Andronikos gibi başımızı alıp gideceğimiz bir ada yok, ada olsa yeni başlangıçlar için yorulmuşuz artık, leylekler gitsinler, bırak.

Leylek göç yolları – Kaynak: Environmental pollution and biodiversity / Ekaterina Batchvarova‘nın alıntılaması eliyle artık olmayan www.poland.pl/spec/storks sayfası imiş.


Gene daldım, asıl diyeceğim şeyleri demeyi unuttum: Leylekleri severim ben, sanırım sevmeyen yoktur, bilmiyorum. Yapı Kredi Bankası’nın eskiden simgesi çatıya tünemiş leylekti yanlış hatırlamıyorsam — şimdi gittim baktım, mevcut logosu da leylekmiş hala — eğer öncesini biliyorsanız leyleği çıkarabilirsiniz. Galiba Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul-Ankara arası yolculuklarda bir ya da iki kez leyleği havada gördüm ama bilinçli olarak (nasıl bir anlam içinde kullanmaktaysam!) son görüşüm İspanya’nın Rioja bölgesindeki bir köy olan Sajazarra’ya (Emma’ların köyü idi, Nergis Hanım’ın köy çeşmesinin musluğu ile ilgili yazdığı şu girdisinde de bahsi geçer) giderken aktarma yaptığımız kasabanın belediye binasının (/kilisesinin de olabilir) kulesinin tepesine yuva yapmışken idi — bir saniye beklerseniz gidip arşive bakayım fotoğrafını çekmiş miyim diye, hemen geliyorum… (ayak sesleri uzaklaşır, ileriden bir kapı açılma gıcırtısı duyulur…) Bulamadım, akşam eve gidince bakarım yeniden, olması lazım. 

==== sonradan giriş ==== aç ==


Eve gelir gelmez eski klasörleri açtım, resimleri de çok uğraşmadan buldum (bu kolaylıkta Nergis Hanım’ın ilgili blogundan tarihi saptamış olmamın da büyük katkısı vardı, ama bundan sonrası için kendime ve tüm dünyaya not: Birilerine, bir yerlere fotoğraf göndereceğiniz zaman, adını tümüyle değiştirmeyin: Eğer fotoğrafın dosyasının adı "100_4545.JPG" ise ve bu "leylekler.JPG" olacaksa, öyle olmasın da, "leylekler_100_4545.JPG" olsun, sonrasında bulmak gerekirse büyük kolaylık sağlıyor…)

Birincisi resmin kendisi, ikincisi ilgili kısmın zoomlanmış hali; altına da google maps’ten Haro’daki o yeri saptayıp sokak görüntüsünü aparttım (Google Maps, bağlantı verse de, street view’a vermiyor, o yüzden siz de benim gibi görmek istiyorsanız sarı adamı "Estación de Autobuses de Haro"nun civarına bırakıp, sağa sola bakınmanız gerekiyor). Haro, Rioja bölgesinin başkenti (başkent dediysem tabii ki bölgesel anlamda – yoksa 10000 nüfusu var), Bilbao’dan oraya otobüsle gitmiştik, oradan da sevgili Sofia’nın annesi, Emma’nın anneannesi Adelina bizi arabayla alıp Sajazarra’ya götürmüştü… Ahh ah!.. Haro’ya bir kere de Manularla, hem de tam bağbozumunu takiben gidecektik…


Haro – Rioja bölgesinin başkenti. http://goo.gl/maps/ZHqHW

==== sonradan giriş ==== kapa ==

Şimdi böyle buruk, nostaljik gidiyorum diye Ahmet Haşim / "Gurabahane-i Laklakan" filan girmeyeceğim, merak etmeyin, ama leyleklerden hareketle balıkçıla (kingfisher) da değinmeden geçemeyeceğim. Delft’teki evceğizimizin (Oostsingel’daki) az ilerisindeki İnek Kapısı Köprüsü’nün (Koepoortbrug) orada yaşayan bir balıkçıl vardı (tam cinsi "büyük mavi balıkçıl" imiş – ayrıca ben onu İngilizce’de yıllar yıllar yıllardır "kingfisher" sanardım meğerse "great blue heron" imiş, kingfisher deseniz karnavaldan yeni çıkmışa benzer koca kafalı bir şey imiş!), ne kadar asil, ne kadar vakur bir yaratıktı o! (tyger! tyger!) onu hatırladım; dilimizde allı turna diye türkülere geçmiş uzun bacaklıların da "bildiğimiz" flamingolar olduklarını, seneler evvel sevgili Betül’e "frambuaz"la ilgili bir şey sorduğumu ve onun verdiği yanıta ek olarak "ama neden ahududu gibi güzel bir adı varken frambuaz diyorsun?" şeklinde bir soru sorup beni de bu güzelliğe uyandırdığını ve daha birtakım başka şeyleri de… Şair (Başo) ne de güzel demiş: "Neler getirir, neler / insanın aklına / şu açan kiraz çiçeği!" (aslı haiku ama ben ezberimden yazdım).