Bugün / bu aralar üzerimde tatlı bir yorgunluk var, hayırlısı bir şeyler, olunca (olursa) yazarım yine elbet, siz de bu esnada pozitif enerji, sevdiğiniz şarkı, dua, meditasyon disko disko…
(f)otoportre
tekrar et, bugün günlerden cuma…
Bugün / bu aralar üzerimde tatlı bir yorgunluk var, hayırlısı bir şeyler, olunca (olursa) yazarım yine elbet, siz de bu esnada pozitif enerji, sevdiğiniz şarkı, dua, meditasyon disko disko…
Başlıktaki Kiril alfabesiyle yazılmış kelime “Sofya”. Salı akşamı İstanbul’dan bindiğim otobüsten 9 saat sonra, çarşamba sabahı Sofya’da indim. Geçen sene tam da bu zamanlar (1 yıl öncesinin 1 hafta sonrası) gitmiştim ilk kez Sofya’ya, bu sefer aramızda tanışıklık vardı. Saat erken olduğu için oteldeki odam henüz hazırlanmamıştı, bavulumu bırakıp, şehir meydanını gezintiye çıktım, güzel bir kafede (Cafe Ma Baker) iki sandviç ve çok lezzetli iki bardak Earl Grey çay eşliğinde kahvaltımı yaptım, sonra yakındaki Ivan Vazov Ulusal Tiyatrosu’nun karşısındaki parkta oturup, bir yandan puromu içerken, diğer yandan da Haydar Ergülen’in “Düzyazı: 100 yazı” kitabından okumaya devam ettim, rasgele açtığım sayfalarda kısmetime “Rouge ile Noir” çıktı. Parkta otururken aklıma geçen seneki kalabalıkça yaptığımız ilk ziyaret, “Rouge ile Noir”ı okurken de Mustafa ile 1995’te çıktığımız Doğu gezisi geldi… O sırada yazacak bir çok şey de vardı ama şimdi elimde sadece somut bilgiler (yerler ve eylemler) kaldı malesef.
Ivan Vazov Ulusal Tiyatrosu ya da: Народен театър – Иван Вазов (09/2014)
St. Alexander Nevsky Katedrali (09/2013)
Kayseri Garı, Mehmet Batur, Emre Sururi (1995)
Bir gezi yazısı değil bu elbette, ama yine de Cemal Süreya’nın “Anımsar mısın toros ekspresinden inmiştiniz / Biletlerinizden ibaretti ikinizin de kimliği” mısraları dün gibi aklımda. Neyse. Güzel geçti her şey, sağolsunlar çok iyi ağırlandım, dün gece Ankara’ya döndüm, bugün biraz yorgunum, yazasım (ve yatasım) var…
Rouge ile Noir
Haydar Ergülen, Düzyazı: 100 Yazı
Kırmızı ile Siyah desem olmaz, Kızıl ile Kara demek de olmaz, ille Rouge ile Noir olacak. Şahin öyle isterdi, biz Şahin’le Fransızca okurduk, daha da okuyacaktık, o ölmeseydi! Şahin benim en ölülerimden, 20 yılı geçti, bu kadar çok zaman olduğuna göre, belki de aramıza dönmüştür, Fransızca bir ruh olarak şöyle uzun boylu, yakışıklı bir gövde bulmuştur; belki de eskiden görmeyen tek gözü de yeni hayatında açılmıştır. Şahin dünyada bulunduğu 19 yıl boyunca beni pek şaşırtmadı, kılıktan kılığa girmedi ama, en eski, en sevgili ve en ölü arkadaşım olarak, doğrusu ilk kez beni şaşırtmasını istiyorum: Ey Şahin, ey ruh, döndünse Fransızca üç lâf et.
Fransızca henüz itibarını yitirmemişti, Almanca pek revaçtaydı, İngilizce ise sürpriz yapmaya hazırlanıyordu. Benim Fransızca’ya çok hevesim vardı. Şahin’in de varmış ki, ortaokulun ilk sınıfında buluştuk. Yıl 1968 ve Prag’a bahar gelmek üzereydi. O zamanlar, Prag’da bahar olunca, Türkiye’de dalları kiraz basardı. Kavak yelleri daha sonra, o lise sıralarında esmeye başlayacaktır. Fransızca’ya aşinalığımız yeniydi ya, Türkçe’ye tutkunluğumuz tamdı. Galiba öğretmenlerin de büyük katkısı vardı bunda, matematik de öğretseler; müzik de, Fransızca da öğretseler, tabiat bilgisi de, öncelikle Türkçe’den sorumlu sayarlardı kendilerini. Hâliyle biz de sıkı öztürkçeci idik, ortaokulun duvar gazetesini çıkarmaya başladık. Üç sınıf arkadaşı: Şahin, Selçuk ve ben. Haftalıktı ve adı “Ekin”di. Kültür anlamına gelen ekin. Biz artık gazeteciydik ve “yazı işleri müdürü” diye çağrılıyorduk. Ekin’de neler vardı? Neler yoktu ki, şimdi hatırlamaya çalışıyorum: Türk Dil Kurumu uzmanlarının o zamanki adıyla Eskişehir Maarif Koleji’nde yaptıkları söyleşiden izlenimler, onlarla konuşmalar, Hasan Âli Yücel’in bakanlığındaki Maarif Vekaleti’nce yayımlanan Tercüme Dergisi’nden alıntılar, Villon’un şiirleri, Eskişehir Sinema Kulübü’nde gösterilecek “Hiroshima Mon Amour” filminin duyurusu, dilde özleşmeyi savunan yazılar, Mustafa Kemal ve Bağımsızlık Savaşımız üstüne Ceyhun Atuf Kansu Şiirleri, o yıllarda ithal edilen ve büyük tartışmalar koparan Meksika buğdayına karşı yazılar, görüşler, şehrin kitapçılarıyla yaptığımız söyleşiler, gazetelerden kestiğimiz karikatürler, Doğu Anadolu’nun uzak ve yoksul köylerine kitap, defter, kalem gönderme kampanyası ve o köylerden bize gelen duygu yüklü mektuplar…
Muhaliftik, azılı değilsek de hatırı sayılır miktarda muhaliftik. Fakat burup kırmaya, yakıp yıkmaya da o ölçüde muhaliftik. Belki Eskişehir gibi mutedil bir coğrafyada yetişmiş olmakla ilgili bir şeydir bu. İnsan iklimi açısından söylüyorum bunu özellikle. Bir tür sakinlik vardı her şeyde, hemen hep öyle kaldı Eskişehir. Yerini bildiğinden olmalı. Belki de nasılsa kimse kimseye sesini duyuramıyor, derdini anlatamıyor, içini dökemiyor diye düşünüp, sesini fazla yormamayı seçmiştir, kim bilir. Sakinliği keşfetmeye hâlâ Eskişehir’den başlanabilir bence. Edip Cansever yazmıştı ya, “İnsan yaşadığı yerin suyuna, toprağına benzer” diye, Şahin de, Selçuk da, ben de hem Eskişehir’e, hem birbirimize benziyorduk. Benzemenin iyi bir şey olabileceğini ben hem o şehirden, hem de arkadaşlarımdan doğru düşündüm. Pek heyecanlı bir şey olmasa da, doğrusu bu farklılık ve aykırılık çağında insana insan olduğunu hatırlatması açısından, kimse ikizini bulamıyor hem, benzerlikler bulmak iyi geliyor bana. Şahin şimdi hayatta uzun boylu kalsaydı, benzerliklerimiz azalır mıydı, çoğalır mıydı, klasik cevap, bilmiyorum, ben şimdi Şahin’in vedasıyla beni bıraktığı yerdeyim, 7-8 yıl kadar süren o hummalı arkadaşlığın hayalindeyim. Canım arkadaşım benim, hâlâ 19 yaşını süren arkadaşım! Arkadaşlığı ve bunun ne kadar hakikatli bir duygu olduğunu birlikte öğrendik, birbirimizle öğrendik! O zaman Cemal Süreya “Her ölüm erken ölümdür” dizesini henüz yazmamıştı ve ölümün bu kadar da erken olanını sende gördüm. Bağışlayın, eski yaralar sık sık açılmaya başladı, yokluklar, yoksunluklar iyice fazlalaşmaya başladı, neler yitirdiğimizi düşündükçe daha da neleri yitireceğimiz korkusu iyice büyümeye başladı. (Aklıma ilk gelen şey, ne tuhaf şu oldu: İlk çalıştığım reklam ajansında reklam yazarları olarak ölüm ilanlarını yazmama kararı almıştık, yazmadık. Pek naifmişiz meğer, sanki böylece huzurlu olacakmışız, rahat uyuyacakmışız gibi!)
Fransızca’yı çok iyi öğrenecektik, çevriler yapacaktık, pek sevdiğimiz romanları, şiirleri asıllarından su gibi okuyacaktık! Hayatta bir kez olsun daha görebilmeyi en çok istediğim biri Fransızca öğretmenimiz, demek ki 27 yıl olmuş onu görmeyeli, Gül Hoca, bize Gazi Eğitim’de aldığı terbiyeyi ve doğduğu yer olan Avşa Adası’nı anlatırdı. Bir gün Şahin’le Avşa’ya gidecektik ve o zamanki Gazi Eğitim’de Fransızca okuyacaktık. “Muhalif olmak kadar, Türkçe’yi de, Fransızca’yı da iyi bilmek önemlidir” derdi. İkimiz de ona hayrandık, okul çıkışı üçümüz Fransızca konuşarak yürürdük. Sonra bize gider Şahin’le Fransızca çalışırdık ve ertesi gün Gül Hoca bizi sözlüye kaldırırdı. Bir yarışmaya dönüşürdü sözlü sınav ve birimiz 10, birimiz 9.5 alırdık. Hayatı tam sökemediğimiz o yıllarda, tam sökemediğimiz Fransızca ile “Taşralı İki Çocuk” olmak ne güzelmiş! Cahit Külebi’nin o güzel şiirinin tam yeri değilse burası neresidir? “Kamyonlar kavun taşır / Ve ben boyuna onu düşünürdüm / Anladım bu şehir başkadır / Herkes beni aldattı gitti / Anladım bu şehir başkadır / Fakat içimde şarkı bitti!” 21 yıldır Şahin’i, 21 yıldır Gül Hoca’yı görmedim, ikisini de çok özledim. İkisi de var oysa, “Özlenirsin / alabildiğine varsın da ondandır” denildiği gibi ikisi de yaşıyor bende.
Çok okurduk evet, elimize ne geçse okurduk, benim babam Almanya’ya çalışmaya gitmişti, Şahin’in babası marangozdu, onlardan gelen harçlıklarımızı biriktirir, ortak kitaplar alırdık. Yaz tatilinde onların marangoz atölyesinde hem dükkânı bekler, hem de alacağımız kitapların listesini yapar, sıraya koyardık. İstanbul’daki yayınevlerine mektup yazar, kitap kataloglarını isterdik, onlar gelince sanki kitaplarımız da çoğalmış gibi olurdu, küçük kitaplıklarımızdaki kitapları her hafta sayar, numaralandırır, defterimize kaydederdik. Kararlıydık, eski-yeni demeden bütün Türk edebiyatını okuyacaktık. Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal‘ından Türk’ün Ateşle İmtihanı‘na, Ömer Seyfettin’in Efruz Bey‘ine, Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü‘ne, Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları‘ndan Yalancı Dünya‘sına, Kemal Tahir’in Devlet Ana‘sından Kurt Kanunu‘na, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü’nden Amerikan Sargısı‘na kadar pek çok kitabı birlikte veya değişerek okur, sonra üzerine konuşurduk. Türk Dili, Varlık dergilerini alır, bir gün bizim de, buralarda şiirlerimizin yayınlanacağını düşlerdik. Şahin tek gözüyle okurdu, yıllar sonra liseye giderken, nerden öğrenmişse “Kör Yaşar gibi” demeye başlamıştı kendine. Yaşar Kemal için yapılan anekdotu anımsatarak, sağ gözü görmediği için, her şeyi sol gözüyle gördüğü söylenir ya Yaşar Kemal’in.
Harçlıklar kitap almaya yetmemeye başlamıştı, ben de yaz tatillerinde bulduğum işte çalışıyordum, berber çıraklığından çaycılığa, kitabevlerinden karpuz satıcılığına kadar yaptığım her işte aldığım haftalığı harcamıyor, cumartesi akşamları ortak listemizden sırası gelen iki kitabı satın alıyordum. Hemen Şahin’le buluşup, kitapların birini ona veriyordum. O ara ikimiz de kitapları okuyor, Pazar günü erkenden buluşup değiştiriyorduk. Güzel günlerin bir sonu olduğunu öğrenmem için çok zaman geçmesi gerekmiyormuş meğer! Şahin’in babası işleri bozuluğu için İstanbul’a göç kararı almış! Hatırladığım en eski hayal kırıklığı, unutamayacağım ilk şok bu oldu! Üstelik tam da o günlerde Panait Istrati okuyorduk ve “Baragan’ın Dikenleri” romanı çocuk ruhumuzu dağlıyordu. Asrî Sinema’da ise yine Istrati’nin “Kodin” adlı romanının uyarlaması olan “Arkadaş” filmini seyrediyor, gözlerimiz dolu dolu çıkarken, bir yandan da arkadaşlığımızın iyice pekiştiğini hissediyorduk. Aradan çok geçmedi, bir hafta mı ne, Şahin’i görmek üzere marangoz dükkânına gittiğimde dükkânı bomboş ve kapısında bir yazı ile buldum: “İş değiştirme sebebi ile İstanbul’a taşınıyoruz. Mehmet Usta.” Güle güle usta, benim ilk hakiki arkadaşımı da götürdün ya, yolun açık olsun yine de! Evlerine koştum, babaannesi karşıladı beni, dün geceki trenle gitmişler! Ne zaman gitti tren? Ne zaman gittiyse tren, gitti gider dahi gider! Ve dahi gidiş o gidiş! Hayal kırıklığını bir haftadır yaşıyordum yaşamasına da dünyanın yıkılabileceği aklıma gelmemişti. Dünyada nasıl parçalandığımız, ayrılıkların insanlara yaptığı fenalıklar, koskoca kâinatta bir tek ben kalmışım, herkes beni terk etmiş duygusu, uzatmak neye yarar, 13 yaşındaydık ve ortaokulu henüz bitirmiştik. Birbirimizden başka arkadaşımız, birbirimizden başka kahramanımız yoktu, kitaplarla yaşıyorduk, onlarda sevdiğimiz, hayran olduğumuz pek çok kahraman buluyorduk, fakat bizimki kahramanlıktan da öte, ondan da değerli bir şeydi: Biz arkadaştık.
Gül Hoca bir yol önce ikimizi de terk edip, başka bir şehre gitmişti. Şimdi de Şahin terk ediyordu beni. Haziran filan olmalı demek ki, okullar kapanır kapanmaz, sınavlar biter bitmez çekip gitmişlerdi, on gün kadar sonra mektubu gelmeseydi, ona değil, arkadaşlığa küsecektim. Mektubu geldi, Pendik’te oturuyorlarmış ve beni çağırıyordu. Bir ay sonra ve hayatımda ilk kez İstanbul’a gittim. Pendik o zamanlar güzeldi, sayfiye yeri gibiydi, açıkhava sinemaları vardı, Cem Karaca konser veriyordu ve ikimizin de çok sevdiği o şarkıyı söylüyordu: “Aldırma be kalender / Bu da geçer / Geçer amma birader / Deler de geçer!” O yaz hem çok kötüydü, hem de çok iyi. O zamanlar Beyazıt’taki sahaflar, sahaftı. Oraya gidiyor, Yeditepe’nin, Dost’un şiir kitaplarını kapışıyorduk, Metin Eloğlu’ndan Asaf Hâlet Çelebi’ye, Dağlarca’nın Fransızca’ya çevrilmiş şiirlerinden Edip Cansever’e, Turgut Uyar’a, İlhan Berk’e henüz sevmeye başladığımız şairlerin kitaplarını topluyorduk. O bir hafta içinde biz, “Taşralı İki Çocuk İstanbul’da” oluvermiştik. Eski arkadaşlıklar resimlidir, hatırası azizdir, ilk kez o yaz dönüşü bana bir resmini verdi Şahin, arkasına şunu yazdı: “Duvarın dibinde resmim aldılar / Ak kâğıt üstünde tanıyın beni.” O resimle ayrıldım İstanbul’dan. Lise için Ankara’ya gittim. Yaz tatillerinde Eskişehir’de buluştuk, ben 1-2 kez daha İstanbul’a gittim.
Liseyi bitirdiğimiz yazdı, 1973 yazı, üstelik bir bayramdı, sözleşmiştik, yine Eskişehir’de buluşacaktık. Şahin hemen çalışmaya başlamıştı, Denizcilik İşletmesi’nde. Bekledim, arife günü yok. Bayramın birinci günü yok, ikinci günü yok, nihayet dayanamadım ve gidip babaannesine sormak istedim. Annem o zaman ağladı ve bana söyledi: Şahin ilk maaşını aldığı gün, eve dönerken acele edip, rayların üstünden geçmek isterken, sağ gözü trene kapalı, sol gözü ölüme açıkken, şimdi merak ediyorum trenleri sever miydi, ben hep sevdim de onu bilmiyorum, son seferine çıkmış. Ne o treni görmüş, ne tren onu görmüş, toprağı İstanbul olmuş. Benim bir daha hiç hatırımdan çıkmayacak ve hep unutmak istediğim ilk ölüm bu oldu.
Yıllar sonra üniversitede yeniden şiir yazarken, Şahin’in ölümünün üstüne 5 yıl, 5 yıl da yokluğun üstüne, acının, yalnızlığın ilk arkadaşı yitirmenin üstüne de 5 yıl, ilk şiirimi ona adamıştım, “Giden” oydu görünüşte, onunla birlikte çocukluğum, ilk gençliğim de gitmişti gerçekte, giden bir yolculuk bırakıyordu şehirde, hayat gibi pek zor, pek yorucu bir yolculuk. Bu acemi ölümün şiiri ise acemi olacaktı elbette: “Bana yüzünü mü gösterdin ey çocuk / Umarsız iç sızısıyla yürüğümüz akşamlarda / Açıldı göz gibi yüreğinden kayan deli su / Şaşırmış bir düşün ayak sesinde / İrkilip toprağa karıştığın gün / … / Susardın / Anlardım ki susmak konuşmak gibidir sende / … / – Nasıl ayırmalı bunca telâşı / Tüccar avazlarla dolu her yan / Kurtarmalı onu çünkü / İçli bir çocuk sevincidir insan / … / Sesin duyulmuyor artık yüreğinse sıcak / Her ölüm kırgınlığı sende bir ses bulacak.”
Bu yazı her şeyin yarım kaldığı üstünedir. Yarım kalan arkadaşlık, yarım kalan gençlik ve yarım kalan Fransızca üstünedir. Bir de asıl, taşra yarım kalmıştır, iki çocuğu başka kentlere süren taşra yarım kalır. Hayat kaç yerinden bölünüyor, bıçak, hançer, gurbet ve bizzat hayatın kendisi kaç kere iniyor üstümüze? Hatıra yarım kalmasaydı, hayat unutmaktan mı ibaret olurdu? Hatıra perdeliyor belki de hayatın kötü yüzünü. Ben unutamadıklarımı özlemek değil, onları hiç unutmamak, hiç özlememek isterdim. Keşke burada olsaydın! Keşke burada olsaydım! Keşke burada olsaydık! Diye de uzatmak isterdim. Ne yazık, bana yarım kalmanın güzelliği bir şey anlatmıyor, şiirsel bir değeri olabilir, artistik, plastik, esteki bir hükmü de olabilir, ama yarım kalmak hükümsüzdür. Zayidir, zarardır, ömre ziyandır. Yitirmemek, yarına bırakmamak, iyidir beraber olmak.
Şahin öldü, Fransızca’m yarım kaldı. Sevgili Gül Öğretmenim, senin taşralı öğrencilerinin yarısı öldü, yarısı kaldı. Kalana yası kaldı. Eski Fransızca güzeldi, yenisini bilmiyorum. Eski Fransızca’da züppelik yoktur, yenisinde var mı bilemem! Zaten bütün bu yarımlardan kala kala bir ‘Rouge’, bir de ‘Noir’ kaldı! Zaten hem derdimizi anlatmak için de bu kadar Fransızca yeter, değil mi?
|
Merhabalar, son zamanlardaki halimizi pek iyi özetleyen bir internet deyimi var: TL;DR. Halbuki, bizim zamanımızda RTFM vardı, öyle bir geek-topluluktuk, sonra twitter çıktı ve bugünlere geldik. Özetle (ahkam mode on:) yıllar boyu çalışıp, didinip, gayet bilimsel, detaylıca bir şeyi anlatmanız, bir kumpası ortaya çıkarmanız, gerçekleri (hem de bilimsel gerçekler olsun bunlar) açıklamanız artık kimsenin umurunda değil (daha evvelden de buna benzer bir şey yazmıştım: çocukluğumuzun filmleri kötü adamların/politikacıların gizli kapılar altında çevirdikleri pis işleri kaydedilmekte olduklarından habersiz, büyük bir fütursuzluk ve aymazlıkla ballandıra ballandıra anlatışlarının dünyanın dört bir yanındaki televizyonlara düşüşüyle "mutlu son" olarak biterdi – artık böyle bir şey yok, her şeyin bir açıklaması var, bunu da gördük. Yani özetle: ertesi gün diye bir şey yok / ya da daha doğrusu, var).
Bu ille de doğrular, yalnızca doğrular.. için de genel-geçer bir kural değil üstelik, daha zararsız mecralarda da etkisini gösteriyor. Takip edegeldiğim internet dergilerinden olan SF Signal, bu ayla birlikte, 2014 yılında kendilerine gönderilen kipat listesini açıklamış, bir de bu ay çıkacak bilim-kurgu, korku, fantazi vs. kitaplarının listesini vermiş, özetle: say say bitmez (378 imiş). Bilimsel makaleler de öyle: her ay onbinlerce makale yayınlanıyor.
Indexler (eleştirmenler, arama motorları, inceleme yazarları) doğal olarak her geçen gün daha önem kazanıyor (ne kadar klişe bir cümle oldu), yani dünyanın en güzel buluşunu da yapsanız, en güzel kitabını da yazsanız, "siz neymişsiniz be abi" olsanız da başarıya ulaşacağınızın, keşfedileceğinizin garantisi yok. Şarkıcı, oyuncu, görsel bir şeyci iseniz durumunuz daha da vahim: o takdirde yetenekli olup olmadığınız çok daha arka planda, şans çok daha ön planda, falan filan (ahkam mode off).
Ne diyordum ben? Hah, too long; didn’t read, 145 karakterde görüşelim çok isterseniz. Ah! Bir de resim tabii, resim çok önemli, resim olmalı — Barış müthiş bir Wes Anderson kipatı hediye etti sağolsun (yine de Bahar’da bu kipattan -büyük ihtimalle- yokken benim istediğim zaman açıp okuyabilmem kaderin adaletsizliğine delalet değildir de, nedir?), işte orada, Moonrise Kingdom’ın çocukların evde olduğu sahnelerin bilmemkimin (hatırlayamadım, bakınca da bulamadım) tablolarından etkilendiği/gönderme yapıldığı söylenmiş de, hayır bence, kesinlikle Carl Larsson idi! (bana ne! bana ne!) Misal:
Bugün Ece ile birlikte çıktığımız 10 günlük tatilin son günü; bana sorarsanız (sormasanız bile), ideal olacak süreyi biraz geçirdik, neyse, bir aksilik olmaz ise yarın Ankara’da Bengü’yle kahvaltı yapacağız (My Breakfast in Tiffany, with André — bunun "My Breakfast was André versiyonunu öğrendim: espri olarak bilmemkaçyılı oskar ödüllerinde kullanılmış, benim de çok komiğime gitti doğrusu).
Bir ay kadar önce elimde Jim Harrison’ın "The River Swimmer"ı vardı; Neslihan’la Brian’ın düğününe giderken yanımda idi. İki uzun hikayeden (novella) mürekkep bir kipat idi, Jim Harrison’ı daha evvelden okumuşluğum yok idi, entel dantel dergilerinden (yalannnn, AV Club’dan) tanıyıp, meraklanmış; adına enternet denen bu uçsuz bucaksız alemde bulamayınca da, ODTÜ küpüthanesinden (evet, kitaba "kipat" demek belki bir yere kadar ama "küpüthane" hiç olmadı şimdi, ben de fark ettim, söz yok bir daha) rica etmiş ve dahi sonrasında unutmuş idim — taa ki işte tam da yola çıkacakken sağolsunlar beni haberdar ettiler de tanışabildik kendisiyle (meğer ki çok önemli bir ağabeyimiz imiş modırn amerikın litrıçır’da (veri veri maç); Ernest Hemingway filan gibi). Ne diyordum, evet, yes please thank you, iki uzun hikaye var idi, birincisi "The Land of Unlikeness" ki, hikayenin bir ressamın üzerinden anlatılmasına paralel olarak, hikaye de bir hikayeden çok bir tabloyu andırıyordu (nasıl yani? ben anlatamam, işte hikayeyi okuyun, göreceksiniz, tavsiye ederim). Ben çok beğendim kendi payıma. Sonra entel dantel kaynaklarıma (Google & Wikipedia) sordum, soruşturdum, "Ben çok beğendim bu amcayı kendi payıma, siz daha neler söyleyebilirsiniz?" diye de, bir tanesi (Wiki) amcanın aslına bakarsam çok da karakteristik (kökeni taşra/tarla/çiftlik işte rural dediğimiz yerler olan bölgelerden çıkıp şehirde belli bir entelektüel seviyeye erişmiş erkeklerin genelde çıktıkları yerlere döndüklerinde/ziyaretlerinde yaşadığı şeyler (neyler?), doğadan gelen o (yarı-)vahşi çağrının lezzeti falan filan (böyle yazdığıma bakmayın, dediğim gibi, ilk hikaye tam da bu tatta ve çok güzeldi). İkinci kaynak (Google vasıtasıyla bulunan feminist bir eleştiri) ise arkadaşın bildiğin şövenist-maço-hırt (ki bendeki Hemingway de bu bağlamda bir arkadaştır) biri olduğundan dem vuruyordu ve "otur, sıfır!" mealinde yargıyla bir eleştirinin daha sonuna geliyordu (şimdi internet yok, bu satırları text-editor’e yazıyorum, elbet bir gün kızgın kumlar, sanal sular – işte o vakit bu eleştiri yazısını da bulur (bulursam), bağlantısını veririm). Böylelikle kipattaki ikinci hikaye olan ve kipata da adını veren "The River Swimmer"a bu kanıların bilgisiyle başlamış oldum. Ondandır diyeceğim ama değil. Hakikaten de hodbin bir gidişatla fantastikten gerçeğe, ilk hikayenin olaysızlığına karşılık verircesine her türlü aksiyonun yer aldığı saçmasapan bir hikaye idi (listeye baktım şimdi: 2 yıldız vermişim bu hikayeye; ilkine 4). Yine de birkaç kitabını daha okuyacağım Jim Amca’nın (kulübesi).
Ece ile 10 günlük tatile çıkarken (fiziksel olarak – as opposed to e-books) yanıma aldığım kipatlar: Neslihan’ın tavsiyelediği Donna Tartt – The Secret History; Julian Barnes – Before She Met Me; neşe pınarım Şopi’nin "Ölümün Anlamı"; "A very short introduction to Hobbes" (lisans yıllarında Leviathan’ı okuduğumdan beri tövbeliydim aslında Hobbes’la bir daha görüşmeye (bir de, Leviathan’ı okumuşluğum var ya, her fırsatta ifade ederim bunu, yani Leviathan’ı okumuşluğumun olduğunu, kolay iş değil hani…)) — başka? Sanal olarak bir süredir, ara ara John Banville’in "The Untouchable"ına göz gezdiriyordum, yanına ek olarak Brian’dan "The Situation" vesilesi ile duyduğum Jeff Vandermeer’in, o hikayesini de kapsayan "The Third Bear" toplamasını almıştım (Situation’ı hala okumaktayım, pek sarmadı).
Ben edebiyatta zeki, aykırı (hele de zengin), öyle kendi aralarında cool, etraflarını iplemeyen, kendi aralarında felsefe konuşan çocuk ve gençleri pek sevmem (Glass Ailesi bir yere kadar istisnadır ama çok da zorlamayalım şimdi). Edebiyatta tahammül edemem, gerçek hayatta ne yapayım? Neyse ki gerçek hayatta pek karşılaşmadım – bir tanesi vardı mesela, onu da the Royal Tenenbaums’da Gwyneth Palthrow’a oynattılar (Margot’nun TR şubesi). İşte Donna Tartt’ın (halk arasında Düşes’in kanlısı olarak da anılır) The Secret History‘si de böyle genç kardeşlerimiz hakkında. Aman her bir şeyi o kadar iyi biliyorlar ki, (bu paragrafta ikidir annelerin çocukların bilgiç bir şey söylediklerinde ağızlarının ortasına çaktıkları ellerinin tersine göndermede bulunup, sonrasında siliyorum çünkü tamam, tasvip etmiyorum ama, hayır, biz niye yedik o zaman? Haydi yedik daha niye hala her gün arıyoruz, hatır soruyoruz? Nerede bu istikrar, nerede bu devlet?). Romanı bu gençlerin arasına yeni gelen ezik fakir kardeşin ağzından dinliyoruz – olaylar 80lerde geçmesine rağmen 1950lerin Amerikası (iyi bilirim, master tezimi bu konu üzerine yapmışlığım vardır 8P) baz alınmış, yazar Great Gatsby’yi okumuş, bir ihtimal Trier’in (ki günahım kadar sevmem pis herifi) Idioterne’sini de izlemiş ve çok beğenmiş (bu ilk kitabı bu arada, toplam üç kitabı var (sanırım) ve üçüncüsüyle Pulitzer’i almış Donna Turtası). Bakın böyle de kesin ahkam keser, yargı veririm, şipşak. Bu noktada şaşırabilirsiniz ama kitabı pek beğenmesem de, kötü diyemem (5 üzerinden 2.5 diyeyim, siz de anlayın). Özellikle Riçırd’ın (kipatın anlatıcısı) semestre tatilinde hippinin yanında çalışırken donma tehlikesi geçirdiği günleri anlattığı bölüm hakikaten çok usta işi ve etkileyici idi (heyhat kitabın geri kalanıyla hiçbir alakası yoktu).
Oflaya puflaya evvelsi gün onu bitirince, öteden beri sevdiğim bir yazar olan Julian Barnes’ın "Before She Met Me"sine (Düşes Kipatlığı’ndan) başladım. Bugün bitti. Yazara da yazık, bana da yazık: haydi ben iki gün sonra unuturum, geçer gider ama sevgili JB bir ömür boyu o kipatın dandikliğinin sızısını içinde taşımayacak mı? (5 üzerinden 0.5 – o yarım puan da, çok ilginç bir biçimde, inandırıcılıktan uzak erkek karakterlerin (Graham & Joe) aksine, kadın karakterin (Ann) sonnnnn derece başarılı yazılmasından geldi: keşke Ann kipattan sonra kendi yoluna gidip, kendi romanlarını yazsa imiş / ben zaten ilk olarak 10.5 Bölümde Dünya Tarihi’ni okuduğumda da Julian Barnes’ın kadın olduğuna hükmetmiştim). JB’ın özelini bilince, Pat’in buna yaptıkları daha da bir şey (ney?) geldi bu arada.
Bu kadar kipatsal kalp kırıklığından sonra teselliyi beni her daim neşelendirip, günümü şenlendiren yaşama sevinci menbağı Şopi’de buldum:
(…) ölüm öznel bakımdan sadece bilinci ilgilendirir. Şimdi bu bilinç kaybının keyfiyetini herkes bir ölçüde uykuya dalıştan çıkarabilir; fakat gerçekten bayılan kimse bunu daha da iyi bilir, çünkü burada geçiş uykuda olduğu gibi tedricen ve rüyalar eşliğinde gerçekleşmez, önce bizi bilincimiz henüz tam olarak yerindeyken görme duyusu terk eder, hemen ardından derin bir tam bilinçsizlik hali bunun üzerine biner. Duyu/algı eşlik ettiği kadarıyla bu katiyen nahoş bir şey değildir; ve hiç kuşku yok ki ölüm uykunun kardeşiyse bayılma nöbeti de onun ikiz kardeşidir. Hatta kaza sonucu ölüm de acı verici bir şey olamaz, çünkü genellikle derin yaralar bile bir zaman geçtikten sonra hissedilmez ve çoğu zaman ancak harici belirtilerinden dikkati çeker. Eğer ölümcül ise bunun anlaşılmasından kısa bir süre önce bilinç kaybolacaktır ve eğer daha sonra ölümle sonuçlanırsa durum diğer hastalıklarımızda nasılsa öyledir. Suda veya kömür dumanıyla ya da asılarak bilincini kaybeden herkes gayet iyi bilindiği üzere bunun acısız sancısız gerçekleştiğini söyler. Ve şimdi son olarak doğal sebeplerle ölüm, yaşlılıkla, ötenazi yoluyla ölüm bile varoluştan hissedilmez bir tarzda tedrici bir kayboluş ve çıkıştır. Yaşlılıkta ihtiraslar ve arzular, nesnelerine duyarlılıkla birlikte yavaş yavaş azalır; duygular artık kendilerini heyecanlandıracak bir şey bulamazlar; çünkü zihnimizde canlanan resimler zayıfladıkça zayıflar, tasavvurlar canlılığını gittikçe kaybeder. İzlenimler artık üzerimize yapışıp kalmaz, herhangi bir iz emare bırakmadan gelir geçer; günler gittikçe hızlanır; olaylar anlamını kaybeder; her şeyin rengi soluklaşır. Yaşlı, yılların yorgunluğuyla iki büklüm, şimdi eski benliğinin bir gölgesinden veya hayaletinden ibaret, ya sendeleyerek dolaşır ya da bir köşede dinlenir. Geriye ölümün yok edeceği daha ne vardır? Bir gün uyuklaması son uyuklama olur ve rüyaları —-dır. Bunlar Hamlet’in meşhur monoloğunda hakkında soru sorduğu rüyalardır. Bizim tam şimdi bu rüyaları gördüğümüze inanıyorum. Schopenhauer, "Ölümün Anlamı", Say Yayınları, çeviren: Ahmet Aydoğan |
Sarkastik kısımlar bir yana (evet, sarkazm yapmayı severim, hayır sevmem), bir de o "rüyaları —-dır" kısmı var ki, onu ben de anlamadım, kipatta öyle idi, ben de anlamadan geçirdim (ben zaten sadece resimlerine bakmakla yetiniyorum), neyse, ne diyordum, hah, evet, Hamlet diyor ya, doğrusu benim de aklıma vaktiyle Gerontion eliyle TSE üzerinden değindiğim şu Measure for Measure alıntısı geldiydi:
Thou hast nor youth nor age |
Şopiciğim, bu ahkamlarında bir de ilginç bir noktaya değiniyor – özetleyecek olursam: yahu ölümden sonra ne olacak diye bu kadar konuşup tartışıyorsunuz da, aşkolsun, içinizden bir (o tam olarak bu kelimeleri kullanmasa da) Allahın kulu da çıkıp ‘peki ya doğumdan önce ne var?’ demiyor e pes vallahi!
Özetlemeyecek olursam da:
Ruhun ölümsüzlüğü umuduna her zaman "daha iyi bir dünya" umudu eklenir; bu mevcut dünyanın çok değerli olmadığının işaretidir. Bütün bunlara şu da ilave edilmelidir, ölümden sonra akıbetimizin ne olacağı sorusu kesinlikle hem sözlü hem de yazılı olarak ölümden önceki halimizin ne olduğu sorusundan on bin kez daha fazla ele alınıp tartışılmıştır. (a.g.e., a.e.g. / Ahmet Emir Gümrükçüoğlu) |
(sonrasında reenkarnasyon düşünceleri dolayısıyla bu konuda Budistlere haklarını teslim ediyor)
başka bir şeyler daha diyecektim ama hatırlayamadım şimdi. Bunları güzel manzaralı balkondan yazıyorum, hatta resmini çekeyim şimdi bilgisayarın ekranı ile birlikte, bir saniye…
Ece ile ilkin Altınoluk’a babamların yanına gittik, sonrasında da Artur’a, diğer dedesinin yanına geldik. Artur Bengü ile tanıştığımız yer (Sene 1996), şans eseri (her seferinde şans eseri oluyor zaten Emren ile karşılaştık, Tita ile tanıştık. Tita Slovenyalı imiş; ona "Ptij’un horoz adamlarını ve daha pek çok karanlık sırrınızı biliyorum!" dedim (ben de Nerea eliyle Blas’dan öğrenmiştim 8) — böyle yazınca da ("Tita Slovenyalı imiş"den başlayıp "dedim" kısmına kadar, sanki Lale Müldür yazmış gibi oldu. Bak evde Lale Müldür de vardı, düzyazıları ("Anne, ben barbar mıyım?"), onu niye getirmedim ki sanki yanımda.
Bugün yine kitaplar konusundaki bahtsızlığımı düşünüyordum ki aklıma yine Fransız Teğmenin Kadını ile Bainville’in Deniz’i geldi, sustum.
Emren’e geçen sene önerdiği Per Fly filmleri için şükranlarımı sundum; bir de dün, Espanya’dayken Barış’tan aparttığım filmlerin olduğu klasördeki filmlere göz gezdirdim. Jiro Dreams of Sushi’den de, onu çeken ibişlerden de… (nefret demeyelim ama — sopa?), Happy-Go-Lucky’yi Bengü’yle seyrederiz diye rafa koydum, The Book Thief’i direkt atladım (Nazili filmlerden artık sadece X-Men’li olanlarını seyredeceğim), Double Life of Veronique’i çooook evvelden izlemiştim, hayal meyal hatırlıyordum, Irene Jacobs da ne güzel bir kızdır ama yaşlılığı (Kırmızı) daha güzel gibi geldi sanki bana bu filmdeki halinden (şimdi bu filmi seyretmişliğiniz varsa, asıl ne demek istediğimi, ima filan anlamışsınızdır…). İki üç film daha seçmiştim o zaman (Loose Cannons (2010); Spring Summer Fall Winter and Spring again (2003); La Grande Bellezze (2013)) ama bu kadar entel dantelin içinde en uzun süre (~30 dakika) seyrettiğim gelgör ki Dudley Moore’lu, saçma-sapan Bedazzled (1967) oldu (şu feleğin işine bak).
Bugünlük herhalde bu kadar, yaz, kitap, deniz, sıcak, rüzgar, buz gibi sular, çay çay çay… öptüm bye!
atlatayım, yazarım elbet.
beklerken, arada, bunlar da benim sevdiğim, beni sevindiren şeyler:
2. EST Film Festivali, 11 Temmuz 2014, Bilbao :: Frances Ha