Bebek Jane’e ne oldu? (Haberler, havadisler… atlı süvari)

Geçenlerde (xkcd eliyle) Peter Pan hakkında korkunç sayılacak bir şey öğrendim. Hepimiz okuduk değil mi? Evet. Hayır, hepimiz çizgi filmini seyrettik, ya da kısaltılmış versiyonunu okuduk (çünkü o zamanlar küçüktük, İngilizce bilmiyorduk ve Türkçe’de aslına sadık bir baskısı yok idi (belki de)). Sonunda ne oluyor? Peter, Kaptan Kanca’yı öldürüyor, Wendy eve dönüyor. Bunu hatırlarsınız sanırım.

Aslında olan şu: Peter, Kaptan Kanca’yı öldürdükten sonra Wendy, Michael ve öbür kardeşle ve bütün kayıp çocuklarla birlikte Darlingler’in evine gidiyorlar. Bay & Bayan Darling bütün çocukları evlat ediniyorlar ama Peter gururundan kalmayı kabul etmeyip, olmayan ülkeye dönüyor. Wendy’yi de götürmek istiyor ama Bayan Darling izin vermeyince, pazarlık sonucu, yılda bir haftalığına bahar temizliği için gitmesinde anlaşıyorlar.

Peter arada sırada bahar temizliği için Wendy’yi almaya gelmeyi unutsa da, yıllar böyle geçiyor. Sonra kayıp çocuklar o günleri unutuyorlar. Sonra Michael, ucundan da Wendy unutmaya başlıyor. Burada alıntı yapmak üzere kipatı (ithaki yayınları, çev. Betül Avunç, 2001) açıp parmakları çalıştırmaya başlıyorum:

‘Bahar temizliği zamanı gelinceye kadar beni unutmayacaksın, değil mi Peter?’

Peter söz verdi; sonra da uçup gitti. Bayan Darling’in öpücüğünü de yanında götürmüştü. Kimselerin alamadığı öpücüğü Peter kolayca alıvermişti. Tuhaf bir durum; ama Bayan Darling mutlu görünüyordu.

Elbette bütün çocuklar okula gitti ve çoğu 3. sınıfa girdi. Tüysiklet ise önce 4. sınıfa, sonra da 5 sınıfa alındı. En yüksek sınıf 1. sınıftır. Okula başlamadan bir hafta önce, adada kalmamakla aptallık ettiklerini anladılar; ama artık çok geçti. Kısa zamanda siz, ben ya da Jenkin kardeşlerin küçüğü kadar sıradan olmaya alıştılar. Söylemek çok acı, ama zamanla uçma yeteneklerini de kaybettiler. Geceleri uçup gitmesinler diye, önceleri Nana ayaklarını karyola direklerine bağlıyordu. Gündüzleri de otobüslerden atlar gibi yapıp eğleniyorlardı. Ama çok geçmeden geceleri onları yatağa bağlayan ipleri çekiştirmeyi bıraktılar ve kendilerini otobüsten atınca bir yerlerini incittiklerini gördüler. Zamanla, şapkalarının ardından bile uçamaz oldular. Onlar buna antrenmansızlık diyorlardı; ama bunun gerçek anlamı artık inançlarını yitirmeleriydi.

Michael, diğer çocukların alaylarına karşın, onlardan daha uzun bir süre inancını korudu. Bu yüzden, ilk yılın sonunda Peter Wendy’yi almaya geldiği zaman, o da Wendy’nin yanındaydı. Wendy, Düşler Ülkesi’nde iken yaprak ve böğürtlenlerden yaptığı elbisesini giyerek, Peter’la birlikte uçup gitti. Tek korkusu, elbisenin ne kadar kısalmış olduğunu Peter’ın fark etmesi idi; ama Peter hiç fark etmedi. Kendisi hakkında anlatacak çok şeyi vardı.

Wendy, Peter’la heyecanla eski günlerden konuşmayı dört gözle beklemişti. Ne var ki, yeni serüvenler eskileri Peter’ın aklından silmişti. Öyle ki, Wendy baş düşmanlarından söz açtığında, merakla, ‘Kaptan Kanca mı, o da kim?’ diye sordu.

‘Hatırlamıyor musun?’ Wendy hayretler içinde kalmıştı. ‘Onu öldürüp hepimizin hayatını kurtarmıştın.’

Peter umursamazca, ‘Öldürdükten sonra onları unuturum,’ diye yanıt verdi.

Wendy, Çıngırdak’ın kendisini görmekten mutlu olacağını sanmadığını belirttiği zaman da, ‘Çıngırdak kim?’ dedi.

‘Aman Peter!’ Wendy çok şaşırmıştı. Peter’a Çıngırdak’ı anlattı, ama Peter yine de hatırlamadı.

‘Onlardan o kadar çok var ki. Herhalde ölmüştür.’

Herhalde haklıydı, çünkü periler uzun yaşamazlar. Ama o kadar küçüktürler ki, kısacık bir zaman dilimi bile onlara asırlar gibi gelir.

Geçen yılın Peter’a dün gibi geldiğini görmek de Wendy’yi üzmüştü. Oysa Wendy için beklemekle geçen uzun bir yıl olmuştu. Ama Peter’ın her zamanki büyüleyiciliği sayesinde, ağaçların tepesindeki küçük evde bahar temizliği yaparak eğlendiler.

Ertesi yıl Peter Wendy’yi almaya gelmedi. Eski elbisesi dar geldiği için, Wendy yeni bir elbise giyip Peter’ı bekledi; ama Peter gelmedi.

‘Belki de hastadır,’ dedi Michael.

‘Biliyorsun o hiç hasta olmaz.’

Michael Wendy’ye sokulup, titrek bir sesle, ‘Belki de öyle biri yoktur Wendy,’ diye fısıldadı. Michael ağlamamış olsaydı, Wendy ağlayacaktı.

Peter, bir sonraki yılın bahar temizliğinde geldi. Garip olan şey, geçen yılı atladığını hiç fark etmemiş olmasıydı.

Bu, Wendy’nin küçük bir kız olarak Peter’ı son görüşü oldu. Peter’ın hatırı için kısa bir süre daha büyümemeye çalıştı. Bilgi yarışmasında ödül aldığı zaman Peter’a vefasızlık ettiğini hissetti. Ama gelip geçen yıllar, vurdumduymaz oğlanı geri getirmedi. Yeniden karşılaştıkları zaman Wendy artık evli bir kadındı ve Peter, çocukluk oyuncaklarını sakladığı kutudaki bir toz zerresinden başka bir şey değildi onun için. Wendy bir yetişkin olmuştu. Bu yüzden ona acımanıza hiç gerek yok. Büyümeyi seven insanlardandı o. Sonunda kendi isteğiyle, öbür kızlardan bir gün önce büyümüştü.

Artık oğlanların hepsi büyüyüp olgunlaştılar; bu yüzden onlardan daha fazla söz etmeye değmez. İkizler’i, Küçükbey’i ve Kıvırcık’ı, ellerinde birer çanta ve şemsiyeyle her gün işlerine giderken görebilirsiniz. Michael makinist oldu. Tüysiklet soylu bir kızla evlenip lord ünvanını aldı. Demir kapıdan çıkan şu peruklu yargıcı görüyor musunuz? İşte bir zamanların Dütdüt’ü. Çocuklarına anlatacak bir tane masal bilmeyen sakallı adam ise, eskiden John’du.

Wendy beyazlar içinde evlenirken, pembe bir kuşak takmıştı. Peter’ın kiliseye süzülüp töreni engellememesi inanılır gibi değil.

Peter Pan
J.M. Barrie
çev: Betül Avunç
ithaki Yayınları, 1. Basım 2001

Roman birkaç sayfa daha devam ediyor ama durumun özeti bu (Fazıl Hüsnü Dağlarca yıllar önce demişti halbuki). Şimdi burada "Benim durumum da işte biraz böyle…" desem ne kadar kafa karıştırıcı olur (en azından benim kafamı). Hayat devam ediyor. Birtakım gelişmeler var, oldu, buraya yazmak için %100 resmileşmesini bekliyorum.

Bir sürü şeyden bahsedecektim, yine unuttum, aklımda bir tek David Lynch’in ‘İkiz Tepeler’e 2016’da tekrardan (ve baştan) başlayacağı haberi kaldı; bir de Bahar’ın müzik/resim blog girişi üzerinden kendi hakkımda yazacaklarım, bir de Kurt Vonnegut’un beni hakikaten sarsan bir mezuniyet konuşması ("How Music Cures Our Ills (and there are lots of them)", Doğu Washington Üniversitesi, Spokane, Wahsington – 17/04/2004 // Bunun çevirisini de aldım (April Yayınları, çev. Algan Sezgintüredi, 2014) ama hiç beğenemedim, o yüzden bir de ben çevirecektim ilgili konuşmayı); Doris Lessing’in "To Room Nineteen"deki hikayeler ve kendimin şimdiki hali hakkında yazacaktım sonra… listeledikçe hatırlıyorum ama sanki bir tane daha vardı. Neyse, işte vardı bir sürü şey, onları da başka bir girişe yazarım, blog benim değil mi a!

havale yaz, 777’ye gönder.

Geçen gün bahsetmiştim (bahsetmiş miydim?), işte Kurt Vonnegut (Jr.), "şimdiye kadar bulabildiğimiz bir tek iyi düşünce var, o da merhamet göstermek (affetmek vs..)", işte bugün ondan değil de kötü ikizi Hammurabi’nin "göze göz, dişe diş" intikamından, adalet duygusundan, hak yerini buldusundan bahsedeyim dedim ama şimdi düşününce ondan da değil, daha çok "ödetme"den bahsedeceğim. Sanırım.

Sizi bilmem, ben ne istiyorum? İlk kertede ilahi adalet, yanlarına kalmayacağını bilmek (ölümden sonra yaşamı destekleyen dinlerin mensupları puan kartlarına bir puan eklesinler, diğerleri biraz daha sabırlı olsunlar lütfen). Bunu, başlıkta ve bu cümlenin başında belirttiğim üzere, ilahi merciye havale etmek suretiyle yapabiliriz, bakın yapıyorum, oldu. Bunu başka varyantları da var (inanışınıza ve/ya sinema/manga kültürünüze göre): mesela bütün saflığıyla ve iyiliğiyle bir köye gelip, orada her türlü (maddi und manevi) sömürüye uğradıysanız, belki filmin sonunda paşa (mafya) babanız (James Caan) gelip, bütün köyü ateşe verir (Lars von Trier – Dogville); ya da yanınızda sizi kayıtsızca seven, canınızı sıkan, size kötülük yapan, yolunuza çıkan kim olursa olsun gözünün yaşına bakmayan bir robot/deney ürünü bir şey vardır (James Cameron – Terminator 2; Adam Wingard – The Guest); hiçbiri olmadı, bulursunuz bir defter, oraya kimin ismini yazarsanız ertesi gün o kişi ölüverir (Tsugumi Ohba – Death Note). Benim kişisel tercihim sonuncunun biraz daha ince işlenmiş hali: daha evvelden de bahsetmiştim, bunun bir sanal dünya, bir simülasyon olduğunu düşünün, facebook/twitter gibi sosyal bir medya gibi bir şey: şu takdirde ben, benim canımı sıkanı "yok sayabilir" (ignore), çok da uğraşmak istemiyorsam o kişinin n. dereceden arkadaşlık çevresinde olanların da benim sayfamı ("yaşamımı") görmelerini engelleyebilirim. Problem çözüldü, çok katılımcılı cennet. Biraz daha rafine versiyonda, benim bu sistemin veritabanına (mümkünse MySQL olsun lütfen)  erişimim var, bütün parametrelerle oynayabiliyorum, aşağıdaki xkcd bantının aksine, geri de alabiliyorum (always backup! yoksa SELECT * FROM GHOSTS;):

Tabii ki en iyisi, sadece sizin olmanız (pörsınıl hivın), her şeyin size bağlı parametrelerle kontrol edilmesi, biraz yapay zeka, biraz hüzün… Neyse, ne diyorduk: böyle bir şey yok (şimdilik – olursa haber veririm tabii ki mutlaka, aşk olsun!)

Bu girişte yeni bir şey yok aslında: ilahi adalet için ilahi merci konusunu şurada (şurada = "İyi ile kötünün bahçesinde geceyarısı. (23/07/2009)"); veritabanı mevzuunu burada (burada = "Şeytanın SQL Queryleri (20/05/2008)"); sanal kişisel cennetleri orada (orada ="deja vu, oyunlar simülatörler..(ve intikam! intikamımız ne olacak?) (08/12/2010)") tırtıklamışlığım vardır vaktiyle. Banks (Iain M.) taa seneler önce Feersum Endjinn‘de (1994 mü neydi, daha Wachowski’ler matrix’e vektör diyorlardı), hele Stanislaw Lem Gelecekbilim Kongresi ile 1971’den huuu! çeker, o yüzden pek böbürlenecek bir şeyim, bir orijinalliğim de yok hani (ama xkcd’den 6 sene önce yazmışım ilahi veritabancılığı olayını har har har, ho ho ho! ühü ühü ühüüü!..)

Neyse, boşverin şimdi bunları, bir de-… (TL;DW)

başıma gelenler hep senin yüzünden/ne istedin benimsevgimden

(sonunda twist var)

Burası (i.e., TR) ile ilgili en canımı sıkan şeylerin başında görecelik geliyor (bir görecelik, bir de keyfiyet/insiyatiflik): en profesyonel ortamda/ilişkinizde bile insanlar size onlardaki etkinize (statü, sevecenlik, güç) bağlı olarak farklı muamelede bulunuyorlar. Ne kadar da şahsi gibi gelen bu cümlelerin aslında ne kadar da resmi olduğunu açıklamak için birkaç örnek vermek istiyorum, ve akabinde veriyorum:

  • Bankaların yıllık kredi kartı masrafını tahsil edip etmemesinin sizin pazarlık gücünüzle orantılı olması,
  • Ciddi bir sorun yaşayıp diyelim ki polise başvurduğunuzda, polisin bunu rapor edip işleme koyması yerine kendince çözümlemeye çalışması (en acı örneği aile içi şiddet vakalarında polisin "arabulucu" olup, "barıştırıp" geri göndermesinde vuku buluyor),
  • Yazılı kuralların -ki tanım itibarı ile bunların anayasada geçenleri kanun olmaktalar- (örn: "burada sigara içilmez", "sokakta gereksiz korna çalınmaz", "kopya çekilmez") ihlalinde "bir daha yapma, bak yoksa fena olur, bu seferlik göz yumuyoruz" hiçbir yaptırım uygulanmaması.

Hollanda’da gri bölge diye bir şey yoktu: muhatabınızın kanlısı bile olsanız, kanun karşısında tamamıyla eşit muamele görürdünüz. İspanya’da ise pozitif ayrımcılık vardı "iyi halden ceza indirimi" misali, muhatabınız sizi sempatik bulmuşsa / o gün iyi tarafından kalktıysa, lehinize kanaat kullanabilirdi ama bu da tabii sıfırdan bire bir yuvarlama olmazdı. Burada her şey tepetaklak. Kimsenin (düzeltme: benim gibi kekleri tenzih ederim) kanunu ciddiye aldığı yok. Kanundan kastım da öyle hırsızlık, soygun, cinayet, ihale gibi büyük ölçekli ihlallere gelmeden derede boğan cinsten: arabanızla kırmızı ışıkta geçmezseniz (diyelim ki yol boş!), yayaysanız size yeşil yandığında geçerseniz, bu haklı olduğunuz anlamına gelmez. Bir hizmet için yazılı bir anlaşma yaptıysanız bu karşı tarafın o anlaşmadaki hükümlere uyacağının garantisi değildir. Mahkeme sanıyorum çok ciddi işler için kullanılan bir yer ve sonucu da galiba önceden bilinebiliyor (pek tecrübem yok bu konularda). Bu gibi durumlarda enter insiyatif.

Bu sabah yukarıda dırdırlandığım durumların çok hafif bir varyasyonundan dolayı canım sıkıldı ("sabah sabah"). Karşınızdaki insanla tartışırken (yine buralarda tartışma her zaman bir ucundan kavgayla temas eden, olmadı sesin yükseltilmesi ve en yüksek sesin tartışmanın galibini belirlediği bir olgu / eğer çok yenik hissediyorsanız, çekilirken (mesela otobüsten iniyormuşsunuz, da tam kapılar kapanacakken, az evvelki muhatabınıza kaba sözler sarf edip deşarj olabilirsiniz, böyle de bir yöntem var(mış)). Tartışmada yöntem bu, bir de içeriğin imkansızlığı var: size ters gelen şeyin muhatabınızdaki yansısı "neden oksijenle yaşıyoruz?" ya da "güneş niye sarı?" gibi alakasız bir soru önergesi olabiliyor, bu noktadan başlayınca da pek bir yol kat edilmiyor ("ortada buluşalım" deseniz, şimdi yola çıksanız nereden baksanız bir 300 yıl sürer).

Neyse, yaşadığım hafif tatsızlıktan -1. dünya problemi diyelim- kendimi ayırıp, yürümeye başladım. Öyle sinirden zangır zangır titremiyorum, biraz kızgınlık, bol miktarda da pişmanlık ("Neden geldim İstanbul’a?.."). İnsana kendisini Bizimkiler dizisinin "zabıt tutturacağım" deyip duran yönetici Sabri Bey’i ya da "Timur, niiii! niiii!" diyen Kaynanalar dizisinin Tijen Hanım’ı gibi hisettirmekte üstümüze yok, tebrik ediyorum. Çoğu zaman kendimi aralarında İngilizce, hizmetçileriyle kendi anadilleri de olan Hint diyaleğinde konuşan Hintliler gibi, ya da ellerinde kabilelerinin arasında tahtalardan uydurdukları "çatal-bıçakla" yemek yemeye çalışıp da diğer kabile üyelerini aşağı gören uzak akrabalarımız gibi hissediyorum (hiçbiri olmadı, çatalla saçını tarayıp, bir de üstüne trip atan hipster Ariel gibi). Yürümeyi seviyorum ben, beni çok rahatlatan bir etkinlik (hele de müzik çalarım yanımdaysa, şarjı varsa). Bugün uzun yürüyüşlerimden birini yaptım (10.4 km, 10940 adım, 1 saat 40 dakika), rahatladım. Yürürken, sonlara doğru, Kurt Vonnegut’un (Jr.) bir yazısı geldi aklıma: nasıl da hala Hammurabi’nin 4000 yıllık kanununa ("göze göz, dişe diş") uymakta olduğumuza, bütün filmlerimizin hayatımızın bu intikam duygusuyla, "yapılan yanlışın ödetilmesi" ilkesince şekillendiğine değiniyor ve ahkamını kesiyordu "let it go! let it goooo!" (Frozen). Ama olmaz, illaki haklı olduğumuzu kanıtlayacağız:

standart anahtar kelimelerimizi girelim tabii ki: Devlet, Leviathan (cümle içindeki kullanımı: "nerede bu devlet, nerede bu leviathan?") Hukukun öç almaması, kin tutmaması, bir tebessüm, bir kahkaha. Herkesin her şeyin en iyisini bildiği bu yerde (öyleyse) neden herkes bu kadar mutsuz (ve) yine de herkesi kurtarmaya böyle canı gönülden çalışıyor?

Neyse, yürüyüşümü tamamladığımda gene huzuru bulmuştum (wash. rinse. repeat). (Darısı başınıza). Saçma.