Google’dan günün sürprizi, anlam ve ehemmiyeti üzerine…

(aka "breh breh…")

Vaktiyle, insanlar daha interneti pek bilmezken, Şener Şen (ŞŞ) Pamukbank’ın reklamında oynarken (ve doğal olarak Pamukbank varken), bir reklam filminde ŞŞ kart mı alıyordu, SMS mi alıyordu, işte doğum gününü kutlayan otomatik bir mesaj eline geçiyordu sonuçta. Etkilenmiş bir şekilde kameraya dönüp, "Vay be! Tamam, otomatik olarak kutlanıyor ama bir düşünün, bu kadar müşterisinin doğum gününü fark edip onlara otomatik mesaj gönderen sistemin karmaşıklığını, büyüklüğünü.." filan diye, son derece boş, eli klavye tutan her insanı Pamukbank’tan soğutan bir yorumda bulunuyordu. Bize de doğal olarak "peeeeh, kara cahiller!" demek düşüyordu.

[Enter the dragon, enter 20 küsür yıl sonra]

Ece’yle sabah okula geldik, bilgisayarı açtım, browser’ı açtım, açılış sayfası google, pas geçtim, istediğim sitenin bookmark’ını klikledim, yeni ekran açılırken Ece "bugün neyin kutlaması varmış Google’da?" diye sordu, dikkat etmemiştim, "bakalım" deyip yeni bir sekme açtım, evet, pastadan Google doodle’ı vardı, mouse’u üzerinde bekletince, "bir de ne göreyim!" ‘Happy Birthday Emre!’. Kek gibi de şaşırdım, google da tüm Pamukbank IT elemanları nezdinde benden onların ahını çıkarmış oldu.

Demek ki neymiş? İyi ki doğmuşum. (Aferin. 8)  — ve bir de kekmişim. Elmalı kek.

akademik dertler ve süper insanlar

Bilmediğiniz üzere, bu yaz (13-19 Temmuz) İstanbul’da kristalografi üzerine bir haftalık bir okul düzenliyoruz. Tarih tanıdık gelmiş olabilir zira okulun son üç günü, bayramı tamamıyla kapsıyor. Bu ilk talihsizlik. Ama geriye gidelim:

Yaz okulları, gençlerin (genç: ~master, çokluk doktora) hem bir şeyler öğrenip, hem de başka ülkeleri görmelerini sağlayan (bir şeyler öğrendikleri için yol, konaklama ve katılım ücretleri projelerinden karşılanır) mükemmel bir akademik icattır; üstüne, sizlerle benzer konularda çalışan yaşıtınız bir dolu kafa çocukla da tanışmış olursunuz.

2009 yılının yazında, Hollanda’da çalışmakta iken, ertesi sene grubum olacak Bilbao takımının Lekeitio’da düzenledikleri bir yaz okuluna katılmıştım (bkz. Nergis Hanım’ın konuyla ilgili müthiş blog girişleri: 1, 2, 3). Yaz okulları rahat ortam olur ya, tatil, plaj, güneş, bu öyle değildi, otelimizin denize sıfır olmasına rağmen denizi ancak verilen 10 dakikalık aralarda terastan görebildik (Ece ile Bengü aşağıda kumlarda oynar iken 8). Sebebi de bu dünyada en saydığım insanlardan olan çok sevgili Mois! Mois’in yaz okulları da, grup çalışmaları da böyle görev aşkıyla dolu olur, saatlerce çalışalım ister, beklentileri hep en yüksektedir ama hep affeder (yaz okulları hariç). O sene işte öğrenci olarak katıldığım yaz okulunu sonraki senelerde Fransa’da, İspanya’da, Bulgaristan’da yaptık. Ben artık Türkiye’ye dönünce, bir de özellikle Bulgaristan’daki yaz okulunda beni ve öğrencileri krallar gibi ağırlayınca, bir tane de biz Türkiye’de düzenleyelim dedik, hazırlıklara başladık. İlkin Marmaris’te yapacaktık, sonra Marmaris uzak geldi (Balkanlardan otobüsle büyük kafile geliyor da), sonra zaten Marmaris’teki enstitü (ITAP) İstanbul’a taşındı, daha iyi oldu, sonra Tolga canımın için Birkandan hayatımızı kurtardı, İTÜ’den bize yer, yurt ayarladı, o sırada Avrupa ve Amerika’daki kristalografi dernekleri epey iyi maddi destekler verdi, hayat güzeldi.

30 öğrenci kayıt oldu, 6’sı tam para verdi, kalanlar yardım istedi, onlara da mümkün mertebe burs verdik, bugüne geldik. Geçen hafta son başvuran öğrencinin ardından bütçe hesabını tamamladım, açık çıktı – önce makul bir açık sandım, sonra daha da ince hesaplayınca atla deve olmasa da iri bir at olduğu bulundu, yutkundum, suratımı astım, sonra halime şükrettim, derdim bu olsun dedim, sonra Süheyla Hoca sağolsun, yine yardım elini uzattı, Hacettepe’den destek istiyoruz, bakalım hayırlısı, olmazsa da ne yapalım, ilahi kızılcık.

Tarihe gelince: dersler zaten haziranın ortasında bitiyor, İspanya’daki hocalar ondan sonra gelebiliyorlar, ama gel gör ki Ağustos’ta Avrupa’da kristalografi toplantısı (ECM) var, o dernekler de maddi destek için bir ay öncesi – bir ay sonrası aralığını yasak aralık ilan etmişler, mecburen Temmuz’un ortasını bulduk (istisna yapmaları için rica da ettik ama yok dediler), yoksa ben de biliyorum Ramazan, Şeker Bayramı, trafik, bilet bulunmaması…

Neyse, diyeceğim bunlar değildi, diyeceğim, insanın etrafında süper iyi insanlar olması çok güzel bir şey. En dertli anınızda bile teselli bulabiliyorsunuz, zaten akşam Ece ile servisten inmiş, eve dönerken durakta Serkan ile de karşılaşmak günün güzelliğine güzellik kattı, aaa saat 12:30 olmuş, artık yatmam lazım, sabah erken kalkacağım, bir de doğum günün kutlu olsun Hande. İyi geceler.

yağmuru kim döküyor?

 

Yukarıda gördüğünüz kişi Emma Roberts (film de "The art of passing by") ama normalde yukarıdaki haline benzemiyor. Pek çok kişiye benziyor (mesela neşeli olduğu zamanlarda Greta Gerwig’e) peki ama yukarıda kime benziyor? Sizi yönlendirmek, belki de doğru tahmine giden yolunuzdan çıkarmak pahasına, Julide Kural? Andie MacDowell? 

Bu sorulardan biri. Diğer sorulara gelince, şunlar + bir de dün sorduğum film.

kısa, özet, gideceğim hemen yine…

Cuma günü Tolga geldi bize, matematik programları üzerine bir seminer verdi, bahsettiği programlardan birinin adı "SchoonSchip" idi, "Hollandaca’da ‘Temiz Gemi’ demekmiş" dedi ama şoonşip gibi söyledi, ben de her zamanki çok bilmişliğimle onun aslında "suğğğhkunshğğkip" olduğunu söyledim, o sesleri çıkardım (o sesleri bir de $izoSuru #1‘de, Schradinova, Schiphol ve Scheveningen’den bahsederken çıkartıyorum, çok merak ederseniz..) işte, yine o $izoSuru’da da bahsettiğim üzere, vaktiyle, İkinci Dünya Savaşı’nda bu kelimeleri/sesleri Almanları Hollandalılar’dan ayırt etmek için kullanmışlar, hatta bu tür ayırıcı kelimelerin bir adı da vardı, bakayım, söylerim demiştim Tolga’ya, şimdi aklıma geldi, baktım aradım buldum ama öyle neşeli şeyler değil, sonunda hep birileri birilerini öldürüyor. Shibboleth deniyormuş, aman hemen gidin bakın.

Bir süredir ilginç bir ruh haline geçtim: dünyanın, durumların nasıl olursa olsun mutlu/tatminkar ol(a)mayacağımı anladığımdan beridir, ruh halimde epey bir gelişme oldu (iyiye doğru). Amerikan filmlerinde vardır ya (var mıdır emin olamadım ama sanki olabilir gibi geldi): hani dünyanın sonu gelmiştir, herkes koşturur, yangınlar, bağırışlar çağırışlar ama bir adam bahçesinde şezlongunu açmış, sakince oturmakta, sözgelimi birasını yudumlamaktadır – hiçbir şey umrunda değildir, vurdumduymazlıktan değil, boşvermişlikten (bu ikisi arasındaki fark kritik). Hani Groundhog Day’desiniz diyelim, artık 10000. gününüz, artık biliyorsunuz ki, ne yaparsanız yapın, hiçbir şey değişmeyecek, ertesi sabah yine reseti yemiş olacak bütün evren, işte öyle bir boşvermişlik. Ya da sizin gençliğinizde olduğunuz o aşırı duyarlı hiçbir işe yaramaz dünyayı kurtarmaya istekli kişiliğinizi bugünün gençlerinde görüyorsunuz, ne deseniz boş (ya da işi daha da trajikleştirelim: gene bir gün zaman makinanıza binmişsiniz, 20 sene önceki halinizi karşınıza almışsınız, "boşuna takma bu kadar" diyorsunuz, "bir işe yaramıyor, olan sana oluyor" ama o "hayır" diyor, "ben yapabilirim/olabilirim" ne söyleseniz boş, siz de bir noktadan sonra şezlongunuzu açıyorsunuz, biranızı elinize alıyorsunuz, dünyanın sonunu getiriyorsunuz.. Ben daha o adam olamadım, o adam kim derseniz, biliyorum, Kurt Vonnegut Jr. dünyanın en içli ve en boşvermiş adamı (ben Emir’i özledim).

Bu aralar okuyasım epey azalmıştı, ne entel dantel, ne SFF, hiçbir şeyi okumak gelmiyordu içimden, dün kütüphaneye film almak için gittim yine (birkaç haftadır film noir’ları seyrediyorum: The Big Sleep, Strangers on a Train, The Lady Vanishes, Maltese Falcon, Lady from Shanghai…), aklıma geldi, raflarda dolanayım dedim, bakayım ne bulacağım. Seneler evvel Moby Dick’e başlamıştım (çünkü Bera demişti ki "müthiş bir kitap!") ve kısa bir süre sonra da bayıp bırakmıştım, bu sefer Türkçe’sini deneyeyim dedim, hem de Sabahattin Eyüboğlu ile Mina Urgan çevirmişler, daha ne olsun!, işte onu aldım, sonra Breakfast of the Champions’ı gördüm, Kurt Vonnegut’u okumuşluğum vardı (Slaughterhouse #5, işte bir de geçen günlerdeki şu mezuniyet konuşmalarının derlendiği "If this isn’t nice, what is?") şöyle bir bakadurdum da kipat böyle su gibi geldi, ne kadar çok sevdim, okuyorum hala, çok severek okuyorum.

Neyse, bugünlük yeter. Bir de Çağlar geçen gün (bugün?) bir tweet atmış, "bu sabahki halim" tanımı ile, çooook uzun zamandır bu kadar hoşuma giden, beni sevindiren bir şey olmamıştı, ben de sizinle paylaşayım istedim. (boyutu 16MB imiş, indirebilen var, indiremeyen var, ayıp olmasın, buraya bağlantısını koyayım, isteyen gidip baksın: oyuncak kurdelesiyle neşe içinde oynayan bir fil yavrusu).

Ben gider.


(Emir’in imzasıydı bu da bir ara HiTNet’te – ya da bir yazısının altına mı koymuştu, işte öyle bir şey, ra ra rampam tara tara ra…)