Radyo piyesleri kumpanyası iftiharla sunar: Grup Teorisinin Katı Hale Uygulaması

Çarşambadan beri izindeyim. O gün İstanbul’a gidip, Ece’yi aldım, cumartesi günü de ailecek Hülya Teyze’nin Ilıca’daki yazlığına geldik. Geçen sene, yine bu zamanlar Efelerle görüşmek üzere gelmiştik, Hülya Teyze de sağolsun, kapılarını bize açmıştı, çok güzel vakit geçirince, bu sene de ziyarete geldik (Efeler de yarın geliyor). Hayat güzel.

16 Temmuz’da bir proje için mülakatım vardı ama 15’i gecesi malum olaylar vuku bulunca, belirsiz bir tarihe ertelenmişti. Geçen gün arayıp, bugüne aktardılar, tatilde olduğumu belirtince de bir güzellik yapıp Skype üzerinden görüşme ayarlamışlardı. Buraya kadar her şey güzel.

Nihayet görüşme saati geldi çattı, ama tabii evrensel bir sorun olarak: video-konferans!

Penguins of Madagascar - Skype Sahnesi
Penguins of Madagascar – Skype Sahnesi

Görüntü iyi gibiydi, jüriyle el sallaştık, sonra meğerse sesim pek iyi iletilmiyormuş, mecburen görüntüyü kapattık (hmm, şimdi düşünüyorum da, belki de tipimi beğenmediler! 8) – ben onların sesini duyamıyordum, bu yüzden radyo misali, kendi kendime konuştum durdum. Hayırlısı artık ama 2-0 yenik başladık gibi oldu malesef. Halbuki dün okyanus ötesinden Turan’la deneme yapmıştık, mis gibi çalışmıştı ama Murphy Kanunu uyarınca bu da çok mantıklı – normalde çalışıp da ihtiyaç olunca çalışmaması (hatta çalışmamaktan daha beteri olan biraz çalışması)!

Dün gece kötü rüyalar gördüm. Önce ağabeyimin başına kötü bir şeyler gelmişti, sonra Barış’ın başına çok daha kötü şeyler geldi, ağladım durdum rüyamda. Ağabeyimi aradım, “böyle böyle olmuş… geçmiş olsun” dedim, “yok öyle bir şey, sen merak etme” deyince rüyada görmüş olduğumun farkına vardım, “o zaman Barış da iyidir” diye düşünürken, meğer Barış iyi değilmiş, ağabeyimle olan kısım rüya imiş, Barış kötüymüş. Ağlarken uyandım, meğer rüyada inception yemişim. Rahatladım artık o kadar karardıktan sonra ne kadar rahatlanabiliyorsa. Sonrasında Barış ve Efe ile bunun geyiğinden girip, nostaljisinden çıktık. Efe’yi bir aksilik olmaz ise bu akşam ya da en geç yarın görebileceğim ama Barış’ı çok özledim ben.

Balıklar bu sene -henüz- beni ısırmadılar. Dün bir dolu not alıp çalışmıştım, neredeyse hiçbir şey sormadılar (bir radyoya ne sorabilirsiniz ki?). Biraz buruğum ama ne yapalım. Birazdan denize gidiyoruz, hey!

2006? 2007?
2006? 2007?

Elmalı turtalarım ve ben… (aslında öğrencilerim hakkında, biraz da elmalı turtalarım…)

Yemek yerine çay-simit-poğaça-börek-kek-kısır vs.. severim ben. Her akşam böyle olsun, her akşam sevinirim! Küçükken de böyleydim. Annem her gittiği günden bana gönderilmiş süper tabaklarla dönerdi de bayram ederdim. 8)

Sonra bir gün, bu işin annemin gün katılımları/organizasyonlarıyla sınırlı olmak zorunda olmadığının ayırdına vardım. Kısır severim, o halde kısır yapabilirdim, mercimek köftesini de, onu da bunu da. Hem de nasıl seviyorsam öyle. Zor bir şey olmadığını öğrendiğimde nasıl sevinmiştim!

Bengüler ailecek tanışmaya geldiklerinde hevesle, yaptığım en zahmetli işlerden olan örgü tatlısı hazırlamıştım (çoktandır yapmıyorum, o yüzden resmi yok ama internete bir bakayım… buldum bile:

 

Örgü Tatlısı - http://www.nefisyemektarifleri.com/orgu-tatlisi-271724/
Örgü Tatlısı – http://www.nefisyemektarifleri.com/orgu-tatlisi-271724/

) da, Allah rahmet eylesin, Cemal Dede “aaa, sen mi yaptın, ama kız işi bu!” dediğinde bile kıvancımdan eksilmemişti. 8)

Mozaik pastası severim, Efe de sever, vaktiyle mimarlığın kantinine gidip yerdik, sonra onu da yapmaya başladım, Efeler Ankara’ya  (/ikamet ettiğimiz şehre diyelim) her geldiklerinde yaparım. Misal bakınız

https://www.emresururi.com/blogs/sururi/2012/01/08/bir-yilin-ardindan/

Elmalı turta, Hollanda’nın resmi tatlısı (Delft’te en güzel turtayı Diamentenring yapar; Kobus Kuch‘unki de iyidir), orada öğrendik. Samira sağolsun, bize geleneksel tarifini verdiğinden beridir, sıklıkla pişiririm. Birkaç kez yapıp bölüme de getirdim, bendeki tarif Samira’nın yazdığı, İngilizce olduğundan, vaktiyle Müge’ye çevirmiştim, ondan rica ettim, tarif defterinden gönderdi, ben de onu paylaşageldim (hence, parantezin içindeki “(Emre)” ibaresi… 8)

Elmalı Turta (Appeltaart)
Elmalı Turta (Appeltaart)

Geçen (evvelki?) hafta işte yapıp da Müge & İlkim’e kalmayınca, sözüm vardı, bugün mutfağa girdim… Ta-taaa!

işte böyle bir şey... 8)
işte böyle bir şey… 8)

Ne diyordum? Evet, öğrencilerim diyordum. Vaktiyle arkadaşlarını bile çekinmeden sıralamış adamım ama iş öğrencilere gelince, unuttuğum olur diye çekindim şimdi. Ne mutlu bana ki, dersler sayesinde bir sürü güzel insanla tanıştım, işte serde hocalık-öğrencilik var, o yüzden tam olmasa da, tam arkadaş diyemesem de, tanışıklığım oldu bu insanlarla. Müge ve İlkim’den başka, Rûken’e de sözüm vardı ama o bir süredir Ağva’da imiş, o yüzden İlkim ile Müge (ve artık çarşamba kim varsa) onlara kısmet olacak, Rûken gelince ona tekrardan yaparım artık (bahsi geçenler de an itibarı ile orada ya, neyse — facebook’a toplu resimlerini koymuşlar ama izin almadığımdan – stalker’lık yaptığımdan buraya alıntılamıyorum / bunu yazınca, geçen gün hediye ettikleri Batman mutfak önlüğümle çektiğimiz resim geldi ama onun için de izin almam gerek — neyse, izin alır eklerim bilahare).

Şu resim ne kadar şanslı olduğumu anlatır sanırım:

2016-06-23 18.40.30-1
Pankarttaki yazıyı okuyabiliyor musunuz? Hmmm… 8)

Tabii bir de “409 – Madde” finali öncesi çekilmiş resmimiz var, o da ne zaman baksam mutluluk verir…

Daha bir şeyler daha yazacaktım ama neyse.. iyi bir şeyler işte…  iyi geceler… 8)

“Gerçek” arkadaşlar

Başlığı “gerçek” diye yazınca insanın aklına hemen işte “zor gün dostu”, iyi, süper, goody two-shoes vs. ya da daha da acıklı olarak “hayali-olmayan arkadaşlar” gelse de, bugün burada toplanmamızın nedeni bu değil (arkadaşlar). Kast ettiğim şey hakikaten de kanlı-canlı, fiziksel olarak aynı ortamda bulunabildiğiniz, birbirinizin yüzüne bakarak sohbet edebildiğiniz arkadaşlar (evet, hakikaten o derecedeyim).

Tabii övünmek belki de ayıp bir şey ama yine de geçmişte de çok kereler tekrarladığım üzere, çok şükür birçok iyi arkadaşım var, onlardan da üç tanesi: Barış, Georgina, Nerea. Ama gel gör ki, hemen her gün iletişim halinde olsak bile, biriyle en son aynı ortamı 4 sene önce, diğeri ile 2 sene önce paylaştık (biriyle nispeten daha yakın zamanda görüştük, o yüzden dramatik etkiyi bozmamak için ikide kestim).

Hacettepe’de sağolsunlar, iki tane arkadaşım var: Eda ile Pınar Hanım. Eda ile tâ pedagojik eğitim (“eğiticilerin eğitimi”) sırasında tanıştık, Pınar Hanım’la da sabahları birlikte servisi bekleye bekleye tanıştık, arkadaş olduk ama işte Hanım ile Bey eklentilerinden bir türlü kurtulamadık, bâki kaldı bu kubbede.

Salı – Cheesecake

Eda ile doğum günlerimiz yakın, tâ ne zamandan birlikte kutlayalım, birimiz (Eda) meşhur cheesecake’inden yapsın, diğerimiz (ben) de elmalı turtasından diye kararlaştırmıştık ama işte doğum günleri ramazana denk gelince (hayır, ramazan efendi doğum günlerimize denk gelince), ben de epey bir oruçlu olduğumdan erteledik, erteleye erteleye geçen hafta salı gününe denk getirdik. O gün Ece de, Pınar Hanım’ın kızı sevgili Ada da benimleydi, kalktık gittik Eda’nın bölüme, bir güzel cheesecake’imizi yedik, çok afiyet oldu. Şapkamı Eda’nın bölümde unutmuşum, akşam sağolsun Eda servise getirdi, o vesileyle Pınar Hanım’la da tanışmış oldular.

Çarşamba – Cordon Bleu

Çarşambaları genelde Nadire geliyor sabahtan, öğleye kadar haftalık çalışmamızı yapıyoruz. İki sene kadar önceydi, ODTÜ’deyken Selçuk ellerindeki bir deneysel problemle gelmişti, simülasyonda problemin kaynağını/çözümünü bulabilir miyiz diye Nadire ile o konuda da çalışmaya başlamıştık, hâlâ da çalışıyoruz. İşte çoktandır görüşmüyorduk, durumu bir güncelleyelim, makaleyi birlikte gözden geçirelim diye Selçuk da bize katıldı, oradan da Beyaz Ev var, Hacettepe’nin güzel bir lokantası, oraya geçeriz demiştik; öğleden sonra da Hande uğrayacaktı, biraz VESTA ile bir şeyler yapacaktık, hep birlikte buluşalım dedik, öğlen işte Hande, Selçuk, ben, Ece, Ece’nin arkadaşı Doruk birlikte toplandık, sonrasında kahve kısmına Eda da katıldı, çok güzel vakit geçirdik.

CUMA – Şeytan Çikolata Giyer

Salı günü Eda cheesecake yapınca, ben de cuma elmalı turta yapayım demiştim, ama Pınar Hanım’ın da bana nicedir Cafe Fernando’nun Şeytan Çikolata Giyer / Devil’s Food Cake sözü vardı, bu vesileyle cuma günü onu yapmayı teklif etti, iyi ki de etmiş zira cuma günü, o en çok sevdiğim saat olan “çay vakti” zamanı bölümde toplandık (Pınar Hanım, Eda, ben, Ece, Ada, sonradan Süheyla Hoca da bize katıldı), o nefis pastayı bir güzel paylaştık, güzel güzel hoşbeşimizi de yaptık. 8)

Burada bitti sanıyorsunuz ama değil, zira:

PAZARTESİ – Elmalı Turta

Pazar günü marketten seçe seçe elmaları aldım, akşam / gece turta yapımına başlandı. Müge ile Rûken’e sözüm vardı, güzelce pişirdim, bölüme getirdim. Pınar Hanım erken çıkacaktı, o yüzden 3 gibi Eda, Pınar Hanım, ben toplandık, 4 gibi de Mügelerle bir sefer daha yapacaktık ama kısmet… o üçteki toplantıda turta bitiverdi (güzeldi de hani şimdi kendim yaptım diye övünüyor olmayayım ama öyleydi işte) – 4’e kalmayınca epey bir mahcubiyet yaşadım ama sağolsun Mügeler de epey olgun davrandılar (sözüm söz, o turta elbet yapılacak!). Yine sohbet, yine sohbet…

Yediklerimiz bizim olsun, ama onlar da gerçekten sohbete bir başka tat kattılar. Diğer arkadaşlarımı da özledim: insan hep sanal ortamlarda iletişime geçe geçe, fiziksel olanın da farkını unutuyor (ve daha bir sürü ağlak cümleler…)  Ne desem boş, elden bu kadar geliyor, imkânlar, eğitim şart… 8(

http://www.gocomics.com/calvinandhobbes/1988/01/19
http://www.gocomics.com/calvinandhobbes/1988/01/19

 

idwtlotpam (bgdfyi) / “bitse de gitsek..”

idontwanttoliveonthisplanetanymoreÖzellikle yaşlı hocalarda beni hala şaşırtan bir idealizm var. Bir umut, her zaman için bir çözüm olabileceği inancı.

Bende ondan yok. Belki duymuşsunuzdur, Anthropocene diye bir terim çıktı: buzul, cilalı-taş gibi, bir çağı anlatmakta kullanılıyor. İnsanın dünya üzerinde epey derin izler bıraktığı bir çağı. Bir başka terim daha var (Schopi iyi bilir bunu) ama yazmıyorum. Buzullar eriyor, dünya batıyor — George Carlin diyor ki “dünya yine burada olacak, ama biz o dünyada olur muyuz, bilemem — hem belki de bizim burada bulunmamızın tek nedeni dünyanın plastiğe ihtiyacının olmasıydı.”. Bitsin de gidelim.

Bir sürü problem. Kalabalık, gürültü, kirlilik, yiyecek, kıtlık, fakirlik. Kafamda birtakım açıklamalar var ama çözümler yok (en azından şimdilik — geçen gün Elon Musk da “harbi harbi simülasyonda yaşıyor olabiliriz..” deyince yüreğime su serpildi.

Sonra diyorum ki, ne insanlar geldi geçti: tamam, sevmem etmem ama Sartre; bilmediğim, bir türlü öğrenemediğim Beckett, benden on bin kere daha zeki, daha duyarlı nice insan (İlhan İrem), ilk defa metroya binmişçesine birbirleriyle yüksek yüksek tepelerden konuşan bakımlı yaşlı teyzeler… Ben bir hissediyorsam, onlar yüzbin hissediyorlar, nasıl dayanıyorlar? Ben nasıl dayanıyorum? Teyzeleri ve İlhan İrem’i pas geçersek, onların da işlerin iyi olacağına dair zerre kadar bile umutları ya da inançları yok. Benim tuttuğum yol, haddim olmayarak Kurt Vonnegut’un yolu. Makroya takmayıp, mikroda elden geldiğince yaşamak. Bu yol zor – insan Hopper’a, Carver’a kayıyor; dudağının kenarındaki tebessüm bir anda siliniveriyor.

Bakın, size daha önce bahsettim mi bilmiyorum ama geçen sene harika bir kitap okudum: John Crowley’nin Little, Big‘ini. Şimdi konusuna bakarsanız “periler falan filan…” bir şeyler göreceksiniz, bir şey diyemem. Azıcık spoil geliyor. Kitap gayet güzel, dertsiz tasasız giderken, bir anda pat diye (tarihten) bir tiran çıkıveriyor, güçleniyor, eziyor… Kitap tatsızlaşıyor gibi oluyor (bu konuda bkz. Atilla Atalay’ın “Bid Bid Zelha” hikayesi) sonra bir anda… bir anda sorun çözülüyor. Deus ex Machina ama zaten HHGTTG’de de kedili yazarı ziyarete gitmiyorlar mıydı, daha ne gerek?

Bir gün oturacağım ve deneyeceğim, doğrusunu isterseniz hayatımdaki en büyük hedeflerden biri bu: hiçbir şeyin kötü gitmediği, okuru kötü gidecek diye endişelendirmediği bir hikaye yazmak. Adı “mutluluk” gibi bir şey olacak (herhalde bu, edebiyatta adı “mutluluk” olup da, gerçekten mutluluğa dair bir şeylerin olduğu ilk eser olur). Yapması çok zor da değil; rahmetli Iain M. Banks “Inversions”da örneğini verip, yolunu göstermişti. Belki o zaman gökten bir deus ex machina da bizim başımıza düşer.

O zamana kadar nasıl mı baş etmeli? O zaman dans! Renk! (enter Igor Moiseyev)

Yavaş yavaş dönerken…

Önemli Not: Bir şekilde buraya geldiniz, gördünüz, lütfen RSS ve/ya diğer feed’lerinizin bağlantısını güncellemeyi unutmayın!

https://www.emresururi.com/blogs/sururi/feed/


Merhabalar… Öhm. Merhabalar!

Hazır dersler bitti, yoğunluk azaldı, ben de uzunca bir süredir ertelemekte olduğum blogu wordpress’e taşıma işini tamamlayayım dedim, bu da onun test mesajı.

Birkaç test daha:

Bir zamanlar Etrigan adında bir şey… varmış.

CalvinHobbesDadaKar

11 yıllık guben blogger’a sql injectorlar musallat olunca, sevgili patronun sözünü dinleyip, wordpress’e geçtim. WordPress garip, her şey için bir eklentisi var, bunu öğrenene kadar epey içim sıkıldı ama neyse.

Haydi bakalım, görüşmek üzere!