“Gerçek” arkadaşlar

Başlığı “gerçek” diye yazınca insanın aklına hemen işte “zor gün dostu”, iyi, süper, goody two-shoes vs. ya da daha da acıklı olarak “hayali-olmayan arkadaşlar” gelse de, bugün burada toplanmamızın nedeni bu değil (arkadaşlar). Kast ettiğim şey hakikaten de kanlı-canlı, fiziksel olarak aynı ortamda bulunabildiğiniz, birbirinizin yüzüne bakarak sohbet edebildiğiniz arkadaşlar (evet, hakikaten o derecedeyim).

Tabii övünmek belki de ayıp bir şey ama yine de geçmişte de çok kereler tekrarladığım üzere, çok şükür birçok iyi arkadaşım var, onlardan da üç tanesi: Barış, Georgina, Nerea. Ama gel gör ki, hemen her gün iletişim halinde olsak bile, biriyle en son aynı ortamı 4 sene önce, diğeri ile 2 sene önce paylaştık (biriyle nispeten daha yakın zamanda görüştük, o yüzden dramatik etkiyi bozmamak için ikide kestim).

Hacettepe’de sağolsunlar, iki tane arkadaşım var: Eda ile Pınar Hanım. Eda ile tâ pedagojik eğitim (“eğiticilerin eğitimi”) sırasında tanıştık, Pınar Hanım’la da sabahları birlikte servisi bekleye bekleye tanıştık, arkadaş olduk ama işte Hanım ile Bey eklentilerinden bir türlü kurtulamadık, bâki kaldı bu kubbede.

Salı – Cheesecake

Eda ile doğum günlerimiz yakın, tâ ne zamandan birlikte kutlayalım, birimiz (Eda) meşhur cheesecake’inden yapsın, diğerimiz (ben) de elmalı turtasından diye kararlaştırmıştık ama işte doğum günleri ramazana denk gelince (hayır, ramazan efendi doğum günlerimize denk gelince), ben de epey bir oruçlu olduğumdan erteledik, erteleye erteleye geçen hafta salı gününe denk getirdik. O gün Ece de, Pınar Hanım’ın kızı sevgili Ada da benimleydi, kalktık gittik Eda’nın bölüme, bir güzel cheesecake’imizi yedik, çok afiyet oldu. Şapkamı Eda’nın bölümde unutmuşum, akşam sağolsun Eda servise getirdi, o vesileyle Pınar Hanım’la da tanışmış oldular.

Çarşamba – Cordon Bleu

Çarşambaları genelde Nadire geliyor sabahtan, öğleye kadar haftalık çalışmamızı yapıyoruz. İki sene kadar önceydi, ODTÜ’deyken Selçuk ellerindeki bir deneysel problemle gelmişti, simülasyonda problemin kaynağını/çözümünü bulabilir miyiz diye Nadire ile o konuda da çalışmaya başlamıştık, hâlâ da çalışıyoruz. İşte çoktandır görüşmüyorduk, durumu bir güncelleyelim, makaleyi birlikte gözden geçirelim diye Selçuk da bize katıldı, oradan da Beyaz Ev var, Hacettepe’nin güzel bir lokantası, oraya geçeriz demiştik; öğleden sonra da Hande uğrayacaktı, biraz VESTA ile bir şeyler yapacaktık, hep birlikte buluşalım dedik, öğlen işte Hande, Selçuk, ben, Ece, Ece’nin arkadaşı Doruk birlikte toplandık, sonrasında kahve kısmına Eda da katıldı, çok güzel vakit geçirdik.

CUMA – Şeytan Çikolata Giyer

Salı günü Eda cheesecake yapınca, ben de cuma elmalı turta yapayım demiştim, ama Pınar Hanım’ın da bana nicedir Cafe Fernando’nun Şeytan Çikolata Giyer / Devil’s Food Cake sözü vardı, bu vesileyle cuma günü onu yapmayı teklif etti, iyi ki de etmiş zira cuma günü, o en çok sevdiğim saat olan “çay vakti” zamanı bölümde toplandık (Pınar Hanım, Eda, ben, Ece, Ada, sonradan Süheyla Hoca da bize katıldı), o nefis pastayı bir güzel paylaştık, güzel güzel hoşbeşimizi de yaptık. 8)

Burada bitti sanıyorsunuz ama değil, zira:

PAZARTESİ – Elmalı Turta

Pazar günü marketten seçe seçe elmaları aldım, akşam / gece turta yapımına başlandı. Müge ile Rûken’e sözüm vardı, güzelce pişirdim, bölüme getirdim. Pınar Hanım erken çıkacaktı, o yüzden 3 gibi Eda, Pınar Hanım, ben toplandık, 4 gibi de Mügelerle bir sefer daha yapacaktık ama kısmet… o üçteki toplantıda turta bitiverdi (güzeldi de hani şimdi kendim yaptım diye övünüyor olmayayım ama öyleydi işte) – 4’e kalmayınca epey bir mahcubiyet yaşadım ama sağolsun Mügeler de epey olgun davrandılar (sözüm söz, o turta elbet yapılacak!). Yine sohbet, yine sohbet…

Yediklerimiz bizim olsun, ama onlar da gerçekten sohbete bir başka tat kattılar. Diğer arkadaşlarımı da özledim: insan hep sanal ortamlarda iletişime geçe geçe, fiziksel olanın da farkını unutuyor (ve daha bir sürü ağlak cümleler…)  Ne desem boş, elden bu kadar geliyor, imkânlar, eğitim şart… 8(

http://www.gocomics.com/calvinandhobbes/1988/01/19
http://www.gocomics.com/calvinandhobbes/1988/01/19

 

idwtlotpam (bgdfyi) / “bitse de gitsek..”

idontwanttoliveonthisplanetanymoreÖzellikle yaşlı hocalarda beni hala şaşırtan bir idealizm var. Bir umut, her zaman için bir çözüm olabileceği inancı.

Bende ondan yok. Belki duymuşsunuzdur, Anthropocene diye bir terim çıktı: buzul, cilalı-taş gibi, bir çağı anlatmakta kullanılıyor. İnsanın dünya üzerinde epey derin izler bıraktığı bir çağı. Bir başka terim daha var (Schopi iyi bilir bunu) ama yazmıyorum. Buzullar eriyor, dünya batıyor — George Carlin diyor ki “dünya yine burada olacak, ama biz o dünyada olur muyuz, bilemem — hem belki de bizim burada bulunmamızın tek nedeni dünyanın plastiğe ihtiyacının olmasıydı.”. Bitsin de gidelim.

Bir sürü problem. Kalabalık, gürültü, kirlilik, yiyecek, kıtlık, fakirlik. Kafamda birtakım açıklamalar var ama çözümler yok (en azından şimdilik — geçen gün Elon Musk da “harbi harbi simülasyonda yaşıyor olabiliriz..” deyince yüreğime su serpildi.

Sonra diyorum ki, ne insanlar geldi geçti: tamam, sevmem etmem ama Sartre; bilmediğim, bir türlü öğrenemediğim Beckett, benden on bin kere daha zeki, daha duyarlı nice insan (İlhan İrem), ilk defa metroya binmişçesine birbirleriyle yüksek yüksek tepelerden konuşan bakımlı yaşlı teyzeler… Ben bir hissediyorsam, onlar yüzbin hissediyorlar, nasıl dayanıyorlar? Ben nasıl dayanıyorum? Teyzeleri ve İlhan İrem’i pas geçersek, onların da işlerin iyi olacağına dair zerre kadar bile umutları ya da inançları yok. Benim tuttuğum yol, haddim olmayarak Kurt Vonnegut’un yolu. Makroya takmayıp, mikroda elden geldiğince yaşamak. Bu yol zor – insan Hopper’a, Carver’a kayıyor; dudağının kenarındaki tebessüm bir anda siliniveriyor.

Bakın, size daha önce bahsettim mi bilmiyorum ama geçen sene harika bir kitap okudum: John Crowley’nin Little, Big‘ini. Şimdi konusuna bakarsanız “periler falan filan…” bir şeyler göreceksiniz, bir şey diyemem. Azıcık spoil geliyor. Kitap gayet güzel, dertsiz tasasız giderken, bir anda pat diye (tarihten) bir tiran çıkıveriyor, güçleniyor, eziyor… Kitap tatsızlaşıyor gibi oluyor (bu konuda bkz. Atilla Atalay’ın “Bid Bid Zelha” hikayesi) sonra bir anda… bir anda sorun çözülüyor. Deus ex Machina ama zaten HHGTTG’de de kedili yazarı ziyarete gitmiyorlar mıydı, daha ne gerek?

Bir gün oturacağım ve deneyeceğim, doğrusunu isterseniz hayatımdaki en büyük hedeflerden biri bu: hiçbir şeyin kötü gitmediği, okuru kötü gidecek diye endişelendirmediği bir hikaye yazmak. Adı “mutluluk” gibi bir şey olacak (herhalde bu, edebiyatta adı “mutluluk” olup da, gerçekten mutluluğa dair bir şeylerin olduğu ilk eser olur). Yapması çok zor da değil; rahmetli Iain M. Banks “Inversions”da örneğini verip, yolunu göstermişti. Belki o zaman gökten bir deus ex machina da bizim başımıza düşer.

O zamana kadar nasıl mı baş etmeli? O zaman dans! Renk! (enter Igor Moiseyev)

Yavaş yavaş dönerken…

Önemli Not: Bir şekilde buraya geldiniz, gördünüz, lütfen RSS ve/ya diğer feed’lerinizin bağlantısını güncellemeyi unutmayın!

https://www.emresururi.com/blogs/sururi/feed/


Merhabalar… Öhm. Merhabalar!

Hazır dersler bitti, yoğunluk azaldı, ben de uzunca bir süredir ertelemekte olduğum blogu wordpress’e taşıma işini tamamlayayım dedim, bu da onun test mesajı.

Birkaç test daha:

Bir zamanlar Etrigan adında bir şey… varmış.

CalvinHobbesDadaKar

11 yıllık guben blogger’a sql injectorlar musallat olunca, sevgili patronun sözünü dinleyip, wordpress’e geçtim. WordPress garip, her şey için bir eklentisi var, bunu öğrenene kadar epey içim sıkıldı ama neyse.

Haydi bakalım, görüşmek üzere!

kitaplar, özet, pmjukebox

Yazın Yasemin iki tane kitap önermişti bana: Felix J. Palma – "The Map of Time" (El mapa del tiempo) ile Carlos Ruiz Zafón – "Shadow of the Wind" (La sombra del viento). Hem bilimkurgu, hem İspanyol yazarlar, daha ne olsun!

Çoktandır en favori kitaplarımdan John Crowley’nin "Little, Big"ini tekrardan okumayı istiyordum, şöyle derli toplu, sakince… araya birkaç kitap aldım, Palma’nın kitabı birbirleriyle bağlantılı üç hikayeden oluşuyordu, pek sarmadı, ilk hikayeyi bitirene kadar sabredip bıraktım.

Büyülü gerçekçilik, "Gabo" Marquez’e filan hep mesafeliyimdir. Borges’i severim, Ernesto Sabato’nun Tünel‘i beni yerden yere vurmuş ender kitaplardandır (vardır böyle birkaç tane daha). Zafon’un kitabını sevmemem lazımdı ama kitap sardı beni çünkü İspanya’da geçiyordu (gerçi mutsuz Franko döneminde) ve karakterler çok yakından tanıdığım, kafamda bir tebessümle canlandırabildiğim tiplerdi. Böyle böyle okudum, ortasından sonra maskeler düştü, yazarın aslında kofti olduğu da ayyuka çıktı ama ses etmedim, çaktırmadım, kitabı bitirdim, merak edene tavsiye bile edebilirim.

Geçtim bunları, geçen gün nihayet Little, Big’e başladım, bir içim su (a long drink of water… 😉 Ne güzel kitaplar, dostlar var dünyada!

Konuyu değiştirelim ama yazasım kaçmış, kısa keseceğim. Bioshock 2’nin harika müzik düzenlemesini yapan adam Scott Bradlee diye bir adam (bu müzik düzenleme işinde bir favorim de Trent Reznor’dır bu arada), onun "Postmodern Jukebox" adında, günümüz hitlerini eskinin tarzıyla yorumladığı bir de güzide grubu var ailecek sevdiğimiz, işte geçen gün tesadüf eseri turneye çıkacaklarını ve turnenin son ayağının Ankara olduğunu öğrendik, hemen bir heves bilet almak için tıkladık, daha hala Ankara biletleri satışa sunulmamış (Ahmet San’a az giydirmemiştik İnönü Stadı’nın kapılarında beklerken! 8) — Vişnelik çim amfide olacakmış bu arada), haydi bakalım.

Bu dönem rahatım ders açısından, bu demektir ki bol bol çalışma ilim irfan excelsior! 8) Dün son başvuru tarihi dünün mesai saati olan bir şeye 16:40’da başvurumu tamamladım, haydi hayırlısı; bir de bu dönem (Nisan) doçentliğe başvurmayı düşünüyorum, korkunun ecele faydası yok, giderek daha da akıllı, bilgili hale de gelmiyoruz ("gençleşmiyoruz"un akademik karşılığı). Bir de günün bilimsel olayı: sabah kahvaltı ederken Nergis Hanım bana Yerçekimsel Dalgaları, LIGO’yu sordu, ben de "uzayı gergin bir çarşaf olarak düşünüp üzerine bir bowling topu…" şeklindeki klasik "layman’s terms" ile anlatmaya başlamıştım ki "Ph.D. Comics’teki (gerçi o "Piled Higher and Deeper") açıklamayı okudum, sen bana daha detaylı olarak anlatır mısın?" dedi, ben de dumur oldum (bu arada, ben daha görmemiştim ilgili Ph.D. Comics şeysini… Sen misin Emre Bey binalar falan filan diye ara ara mimarlara ahkam kesen!

Shut Up and Dance’in filmlerden sahnelerle hazırlanmış o muhteşem videosunu Sony kaldırtmış, sağolsun Barış bana Vimeo’dan buldu. Bu aralar Linzey Rae’nin yorumunu daha fazla dinliyoruz bu arada. Bir de bugün arabada giderken Radyo ODTÜ’de de çaldılar — ayrıca şimdi bu satırları yazarken öğrendim ki (o my, o my…) şarkı benim sandığımın aksine 80’lerden değil de, 2014 yılındanmış! Bugün Migros’ta dergi standında bir derginin arkasında Bioshock’un kitabının reklamını gördüm, elime alınca derginin bizim çocukluğumuzun Blue Jean’i olduğunu ve 80’ler özel(?) sayısı yaptıklarını gördüm (bunu da gördüm). Blue Jean 83-84 gibi bir zamanda çıkmıştı (85?) ilk sayısında gitar şeklinde rozet/iğne vermişti, her sayısında bir hediye, çıkartmalar ve posterler verirdi, ben de o çıkartmaları yapıştırmaya kıyamazdım. Sıkıldım, yazmayı kestim.


bu, biraz gizemli bir vandalizm, açıklama yapmak lazım: İlk listede yokken öğrenciler tarafından benimsenip, eklenmişim; ama şimdi liste güncellenince biraz garip oldu. El yazısını tespit çalışmalarım sürmekte.. 8)

Kış Uykusu

Kışı yazdan daha çok seven arkadaşlarımız var (aralarında Düşes başta gelir), onları anlayamam. Benim sevdiğim tek bir mevsim vardır, o da yaz. Ankara’da sonbahar’ın başlangıcına da katlanabilirim (çok turuncu ve kızıl olur, havası da fena değildir; elmalar ve elmalı turtalar da cabası).

Bu kış çok tatsız bir kıştı, şimdi gidenin arkasından konuşmak gibi olacak ama 2015 de hiç iyi bir yıl değildi hani. Havaların soğumasıyla, derin bir kış uykusu özlemine girdim: kışın evden hiç çıkılmasa, ev dışı iletişimde bulunulmasa – sonbaharda makarnaları, turşuları, reçelleri ve unu stoklayıp, uyuyup uyuyup uyansak, bir şeyler atıştırsak, bir şeyler okusak, seyretsek, sonra yine sıcak yataklarımıza dönsek. Yapılmamış bir şey değil, bitkileri de katarsak hesaba, dünyanın çoğu bu düzene böyle ayak uyduruyor.

Bu dönem, üzerimde -kendi kaşınmamdan ötürü- epey bir ders yükü vardı, bütün dönemi ağlayarak geçirdim ama bir tek gün yoğunluk dışında başka bir şeyden şikayet etmedim: derslerin içeriği zevkliydi, öğrenciler de müthiştiler sağolsunlar ama çok büyük bir koşturmacam vardı: her dersi ilk defa veriyor olduğumdan ötürü, ders notlarını hazırlamak, derse hazırlanmak, çakışmalarla didinmek beni çok yordu. Ama tabii her masalın sonunda olduğu gibi, her şeye değdi (bkz. Figür A)

"FİZ409 – Maddenin Yapısı ve Özellikleri" dersinin final hatırası, bir dolu güzel insan ("& ben" 8)

Dersler -en azından benim için- çok zevkli geçiyor, her sorana memnuniyetimi dile getiriyordum; onlar da bu pembe tabloyu benim yeni oluşuma, motivasyonuma, kısaca "gençliğime" veriyorlardı (doğrusunu isterseniz bende de birtakım şüpheler yok değildi hani…) ama sonra bir gün, şimdi hangi bölüm / hangi ders olduğu lazım değil, misafir olarak 1. sınıf öğrencilerinin bir dersine katıldım da, memnuniyetimin sebebinin benim gençliğimden/motivasyonumdan değil de, öğrencilerimden gelmekte olduğunun tam olarak ayırdına varıp, ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha takdir ettim. Bugün de öğrenci anketlerinin sonuçlarına baktım, bütün derslerimden beni geçirmişler sağolsunlar (90’dan düşük notum yok! 8), sevindim durdum.

Ama ne diyorduk? "Yine kış, yine kış / Bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış" (A. Haşim) ya da daha da damardan gitmek gerekirse: 

Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.
(Ahmet Muhip Dıranas)

Eliot’a, "Journey of the Magi"ye hiç girmeyecektim, ama şu satırlara bir bakın, insanın içini dipten derinden nasıl üşütür şu giriş:

A cold coming we had of it,
Just the worst time of the year
For a journey, and such a long journey:
The ways deep and the weather sharp,
The very dead of winter.
(T.S. EliotLancelot Andrewes diyecek kadar iyi bilenler beni bu seferlik mazur görsünler lütfen)

Bu sene de Ece 3 Kral’a (Los Reyes Magos) yine muhteşem bir mektupla seslenip, mavi bir ışın kılıcı istedi:

Bu isteğinde geçen ay 1.den başlayıp, tamamladığı (7.yi hem de IMAX’de izledik, çok beğendik) Star Wars’un da büyük etkisi var tabii ama bütün dünya da Ece ile aynı heyecanı paylaştığından, üç kralın mavi ışın kılıcı bulmaları biraz zaman aldı ama mutlu son (hem de bir değil, iki tane getirdiler!). Bu aralar Ece bizi sağolsun, çok ama çok sevindiriyor! (Bu dönem bir de yaptıkları Schlieren Optik deneyleriyle aslan Proje 475 grupları sevindirdiler beni çok — 3 kral acaba onlara da bir şeyler getirmiş midir?)

Başka neler yapıyorum? Bugünlerde epey keyifli bir kitap okuyorum: Alex Schvartsman’ın "Explaining Cthulhu to Grandma and Other Stories"ini – 2-3 sayfalık SF/F flash-fiction hikayelerini birbiri ardına deviriyorum: kitaptaki hikayelerin bir kısmı Nature’ın "Future" bölümünde yayınlanmış; vaktiyle ben de birkaç tane hikayemi göndermiştim oraya da, bir tanesi direkten dönmüştü (Stargazing all alone by myself). Sonra yakın zamanda keşfettiğimiz, ailecek her gün defalarca dinlediğimiz Linzey Rae var (mesela daha geçen gün cover’ladığı, gene bir aile klasiğimiz olan, Shut Up and Dance‘i ile, yemek tarifi ki, zaten bu tarif sayesinde kendisiyle "tanıştık" — çok sert gelirse, hemen pes etmek de istemezsenizi bir de şu blog girişime bakınız efendim… şaka maka bir sene olmuş bu arada!).

Link, link, link. Saat sabahın 2’si oldu, uykum hala yok. Bir şeylerden daha bahsedecektim sanki ama mürekkebim bitti (bu yılbaşı yıllarca arzuladıktan sonra nihayet Adana’ya, Mehmet ile Almıla’yı ziyarete gidebildik topluca, (3) krallar gibi ağırladılar bizleri sağolsunlar).

Anahtar Kelimeler: 3 Kral, 3 Kral.. Voltran!


fi tarihinde bizim takım (soldan sağa: Barış, Bengü, -kırmızılıyı çıkaramadım-, ben, Efe)

 


Normal zamanlarımda ben