Bilmiyorum tam kaç yaşındaydım: Yirmi üç? Yirmi dört? Yirmi beş? Oralarda bir yerlerde işte.
Annemin organizasyonuyla Kenterler’e gitmiş buldum kendimi. ‘Harold ve Maude’u izlemeye. Bu bir dönüm noktasıdır; zira üç-beş yaşından itibaren nerdeyse tüm trupların tüm oyunlarına taşınarak büyütülmüş bulunan BU çocuk (bendeniz yani) orda geri dönüşsüz ve devasız bir hastalığa yakalandı: Tiyatrofobia. (Bu tabir de buradan kamu yararına yaratıklandırılıyor.) Aman Allahım!.. Yıldız Kenter kendini ordan oraya attıkça, Türk Tiyatrosu’nun Grande Damme’ı biz basith halklar için kendini parçaladıkça, beni şiddeti giderek artan bir mahçubiyet hissi esir almaya başladı. ‘Niye yapıyor ki?’ gibi oluyorum. “Niye böyle bizlerin önünde/bir nevi bizler için/ama temelde kendi için kendini mahv-u perişan ediyor ki?” Hani daha hafif, limonatalı bir halet-i ruhiye olsa beni pençelerine geçirmiş bulunan: ‘Değer mi hiç’i bağıra bağıra söylemeye başlayacağım. Hem onu bu eziyetten azat etmek, hem de durumumuzu ‘eşitlemek’ için. Zira biliyorsunuz tiyatrocular bir ömür boyu bir rüyaya esir düşüyorlar: Tiyatroculuk rüyasına. Tiyatronun en/çok/bir mühim olduğuna. Tiyatrocukluksuzu yaşayamayacaklarına. Hayatın tüm anlamının tiyatrocuklama coşkusunda yattığına. Tabii, kendi açılarından haklı olabilirler. Ama ya bizler? Biz basit insanlar… Onların bu tutkularını tatmin etmekle mükellef zavallı kuzucuklar? Biz bu oyunları, biz bu tiyatroları, biz bu tiyatrolucukları hak etmek için ne yaptık? Biz basit/normal/düz insanlar; onlar burnumuzun dibinde kendilerini ‘sev beni, sev beni’, ‘izle beni, izle beni’, ‘beğen beni, beğen beni’ diye ordan oraya attıkça; kızarıp bozarmadan, yerin dibine geçmeden, bu ısrarcı ruhların dramı karşısında merhamet dalgalarıyla tir tir titremeden durmaya, evet yalnızca koltuklarımıza mıhlanıp orada kalmaya muvaffak olabilecek miyiz? Çok şey istemek değil mi bu? Onların tiyatroculuğu varsa, bizim de canımız yok mu? Bu çağa/bu hayatlara/bu ağır yabancılaşma zamanlarına hiç de uymayan, arkaik bir sanat işte bu. O burun burunalık, işte üç-beş adımda koşsam sahnedeyim; ama hayır ordan onların kestiği o alabildiğine demode/bitmiş tükenmiş/içi boşalmış rollere inanmam gerekiyor. Onların oracıkta yaptıkları yapmacıklıklar normalmiş gibi, dahası saygınmış gibi, beni duygulanmalardan duygulanmalara sürüklüyormuş gibi oturmam, oturmam, OTURMAM gerekiyor. Ben Allah razı olsun Yıldız Kenter’in o müthiş oyunundan beri tiyatroya gitmiyorum. Kendi özgür irademle gitmiyorum yani. Ama gün oluyor, seyran dönüyor; özellikle yurtdışındaysam, işte annemin organizasyonlaması gibi bir şeyle -zaten yurtdışında bir nevi çocuk ya da yeniyetmeye dönüşüyor insan. Bunun güzelliği de var tabii ki. Ordan oraya sürükleniyor, ne kadar isterlerse orada o kadar kalıyor, nerdeyse onların istediklerinden yiyor, onların istediklerini giyiyor. Yani ben bir sıçrıyorum, iki sıçrıyorum, üçüncüde DÜŞMEMİŞ MİYİM TİYATRO ZULMÜNÜN KUCAĞINA! Dünyanın tüm dişçi koltuklarını bana getirin! Hoş dişçi korkum yoktur ve de ağzımda bir adet dolgu var. Yani dişçi olayımız da altı ayda bir. Ama diyelim dişçim beni mahçup etmiyor. Orda o koltukta ağzımı açmış otururken, “Nedir bu insanın meselesi? Bunun bir çaresi, bir ilacı yok mudur ya Rabbim?” diye utançtan alı al, moru mor bin bir fikrin pençesinde kurtuluş reçeteleri eşelendirmiyor. Evet dişçimle olan, bakkalımla, manavımla, mimarımla, başmabeyincimle (dermişim) -yani başka mesleklerle kurabildiğim insani/saygılı/mesafeli ilişkiyi sahnedeki bu çırpışan ruhlarla kurmamın imkân ve ihtimali yok. Eşitliğin olmadığı tüm ilişkilerde mutsuzluk vardır. Ve ben ömrümde tiyatro oyuncusuyla seyircisinin arasındaki kadar eşitliksiz bir ilişki düşünemiyorum. Belki psikanalistle hastasının ilişkisi -o bile, o bile azzz kalır. Azzz kalır. Düşünün bir grup insan süsleniyor, püsleniyor o yüksekliğe çıkıyor. Perdeler açılıyor, perdeler kapanıyor ve tüm derdi şu: BEN ÇOCUK KALAYIM. Hani bazı çok yorucu çocuklar bağırır çağırır, koşar, takla atar, kendini yaralar, olmadı; yerlere yapışıp tantiumlar atar: BAK BANA. BAK BANA. İLGİLEN BENİMLE. Derdi, bu. Tiyatrocular da öyle çıkıp habire oynasınlar, oynasınlar. Aman onlar ömrü billah oynasın öyle; cücük, pardon çocuk ruhlar kalsın bizler de bayılalım, ayılalım. Alkış, kıyamet. Ve hatta kuliste ayakkabılarından şampanya içelim. Şimdi bu Cahide Sonku’ya yapılabilir. Cahide Sonku’nun zamanlarında, böyle hissiyatlanmaların mümkünatı da olabilir. Ama: ‘IN AN AGE LIKE THİS’. Böyle bir zamanda nedir yani tiyatronun durumu ve de dramı? Yabancılaşma almış başını gitmiş, postpost yabancılaşma olmuş. Sinema orda koç gibi. Hiçbir canlıyı soluk alıp verme mesafene sokmuyor. Birkaç çocuk ille de ‘zevk vermekten zevk alsınlar’ diye (böyle bir formüllemeleri filan vardır herhalde) biz naçar halkların mahçubiyet domatesleri gibi habire ezilmeleri mi gerekmektedir? İsyanımız sonsuzlarda artık yani. Perihan Mağden, Radikal Gazetesi 9 Kasım 2002 |