times they are a-changin’

Come gather ’round people
Wherever you roam
And admit that the waters
Around you have grown
And accept it that soon
You’ll be drenched to the bone
If your time to you
Is worth savin’
Then you better start swimmin’
Or you’ll sink like a stone
For the times they are a-changin’.

Bob Dylan

Zaman değişti, anlayış da değişti. Benim zamanımda oyunlar zordu, enerji filan yoktu, en fazla bir şans vardı, Ghosts N Goblins’de, mesela, ilk temasta zırhınız giderdi, ikinci temasta da canınız[1][2]. “Hile Menüsünü” ilk defa SimCity’de görüp şaşkına dönmüştüm, sonrasında zaten Doom ve arkadaşları “God Mode”la tanıştırdı bizi. Oyunlar kendilerini keşfetmeye davet etmeye başlamışlardı, kazanmak değil, oynamak, zevk almak ön plana çıkmıştı, sonrası kendiliğinden geldi.

Eskiden suçlular, kim olursa olsun, teorik de olsa cezasını çekerdi, insanlar yakalandığı zaman utanırdı. Panda fabrikası hijyende standardı tutturamadığı için kapatıldığında midemiz bulanmıştı o güne dair yediğimiz dondurmalardan. Artık kimse suçlu değil. Herkes kurban, komplo kurbanı. Artık kimse ceza alanların gerçekten suçlu olduğunu düşünmüyor, her şey siyasi (ki yanlış anlaşılmak istemem, burada sarkazm yapmıyorum, ben de işlerin o şekilde olduğunu düşünüyorum çoğu zaman). Kimse arkadaşının suçlu olduğuna inanmıyor: tanıdığımız/tanıyınca sevdiğimiz bir insan nasıl olur da… Eskiden bir şeyin iyi olması, onun tutulması anlamına gelirdi, artık asıl yük pakette ve reklamda.

“The Winter of Our Discontent” yazısında bahsetmiştim (“Yasadışı olmadığı ya da ilgili kanuna katılmadığınız sürece yaptığınız şeylerde sorun yoktur. Eğer kimseyi incitmiyorsa sorun yoktur. Ve eğer kanıksanmış ticari metotlardansa, yine bir sorun yoktur.”), zihniyet değişikliği ta o zamanlardan değişti, iyi ya da kötü anlamda demiyorum. Mutlaklığı bırakıp, siyah ve beyazdan gri tonlara, yorumlanabilirliğe geçtik. Ben iyiler ve kötülerin net bir şekilde belirli olduğu yapıtları (Halikarnas Balıkçısı – Ötelerin Çocukları, Ken Follet – Pillars of the Earth) oldum olası sevemedim, boş geldi. Yine de mafya olayına mesela (bireysel olarak iyi, toplumsal olarak kötü oluşumları) halen tersimdir. Kendinin haklılığından, doğruluğundan şüphe etmeyen insanları kıskanıyor muyum? Belki bazen, ama nicedir çok nadiren. Kendimize güvenimizi tersine çevirdiler, birbirimizden, birbirimizin hakkındaki düşüncelerinden beslenir olduk, kendimizi tanımlamak için onlara muhtaç olduk. Sosyal bir yaratık olduk, halbuki pekala her birimiz vaktiyle birer adaydık, öyle bir potansiyelimiz vardı. Ben kendimi biliyorum: öyle bir şeye evrilmeseydik bile, yine bir şeyler bulurdum hüzünlenecek, ona şüphe yok (kendime güveniyorum bu konuda, mutlakiyet…). İmaj. Artık bütün kurallar, yargılar diğerlerinin, önemli olanların demek istediğim, ne düşüneceğine dair uygulanıyor. Adil mi? Değil ama, oyunu açıyor, bize en kötü durumlardan bile çıkış kapısı veriyor. Her şey en nihayetinde gelip, nasıl yorumladığınıza, nasıl aktardığınıza bakıyor. Kendinizi bile kandırabiliyorsunuz yeri geldiğinde, somut olan hiçbir şey kalmadı. Bütün bunları yazmıştım daha evvelden (diye hatırlıyorum), şimdi niyeyse yine öyle aklıma esti, keseyim en iyisi.

Ben çocukken yılbaşı süsleri yere düşünce bin bir parçaya ayrılırdı – şimdiye sadece geri sekiyorlar.

Üzgün bir insan: David Foster Wallace

David Foster WallaceBu günlerde David Foster Wallace (DFW)’ın "Brief Interviews with Hideous Men" (BIwHM) isimli hikaye seçkisini okumaktayım (aslında bitti ama uzatmaları oynuyorum). DFW, üzgün bir insan – şimdi "üzgün" deyince pek anlaşılmıyor ama "weltschmerz‘in dibine vurmuş" desem daha kötü olacak. Son derece farkında bir insan, aşırı farkındalık. Georgina ile yan sohbet konularımızdan biridir: iyiler de ikiye ayrılır, hep iyi şeyler düşünen saf iyiler ve kötülüğün ne demek olduğunu bilen, kötü şeyler düşünebilen "façalı" (scarred) iyiler. Bu façalı iyiler, saf iyileri biraz küçümseseler de tabii ki onlara imrenirler (saf iyilerin bittabii ki "aptal" olmadıklarını da eklemem lazım, şanslı? Evet – ama aptal?Hayır). Buradan biraz yan yollara saparak bir diğer çaresizliğimiz olan bir kez bildiğimiz/öğrendiğimiz bir şeyi bir daha eski durumuna getirememe derdimize de çıkabiliriz (daha da sıkılmak için bkz. "Hoşnutsuzluğumuzun Kışı ve…" başlıklı girişin sonundaki maddelerden üçüncüsü ve "un-knowing" fenomeni). Bu noktada şu "un-knowing" mefhumu bir kenara (i.e., ait olduğu yere) bırakıp, BIwHM’in açılış parçası olan "A Radically Condensed History of Postindustrial Life"ı buraya alıntılamak isterim (tam metin, Türkçe’sini de peşinden koyuyorum — kısa bir şey zaten, okursanız sevinirim):

A RADICALLY CONDENSED HISTORY OF POSTINDUSTRIAL LIFE / David Foster Wallace

     When they were introduced, he made a witticism, hoping to be liked. She laughed extremely hard, hoping to be liked. Then each drove home alone, staring straight ahead, with the very same twist to their faces.

     The man who’d introduced them didn’t much like either of them, though he acted as if he did, anxious as he was to preserve good relations at all times. One never knew, after all, now did one now did one now did one.

ENDÜSTRİYEL-ARDILI ÇAĞDA YAŞAMIN AŞIRI DERECEDE KISALTILMIŞ TARİHÇESİ / David Foster Wallace

     Tanıştırıldıklarında adam, hoşa gidileceği umuduyla, nükte yaptı. Kadın, hoşa gidileceği umuduyla, derinden güldü. Sonrasında ikisi de arabalarına atlayıp, yol boyunca yüzlerinde tam da aynı ifade ile, gözlerini yoldan ayırmadan bir başlarına evlerine gittiler.

     Onları tanıştıran adam, ikisinden de pek hoşlanmasa da, sanki hoşlanıyormuş gibi yapmıştı, her zaman için iyi ilişkiler içinde bulunmaya dikkat ederdi. Zira insan hiç bilemezdi, şimdi şu insan hariç, şimdi şu hariç, şimdi şu hariç.

Evet, 2 satırlık çeviride bile çok zorlandım. Kapanıştan dolayı "hiç belli olmazdı" diyemedim, "now did one, now did one…"daki kelime oyununu da iyi yansıtamadım (gerçek olayı hikaye olarak yazmasıyla, olayla ilgili olanların kartlarını da açığa çıkarmış oluyor aslında – gibi bir şeydi benim anladığım), farkındayım, biliyorum, zaten konumuz iyi çeviri değil, farkındalık idi. Neyse. DFW, 2008 yılında, ağır depresyona daha fazla dayanamayıp(*), 46 yaşındayken intihar etmiş (nokta). Neyse. Yaralı iyilerimize dönecek olursak, bireylere karşı iyi kalplidirler (yolda gördükleri hemen herkesin iyiliğini isterler), insanlıktan ümitlerini kesmişlerdir en kötüsü de her şeyin en kötüsünü düşünürler (kötümser midirler? Garip gelecek ama, değillerdir. Umut etmekten yılmazlar, zaten sanırım o yüzden iyiler kategorisinde yer alırlar). Karizmatik filan da olmazlar pek: sürekli sizin gibi müthiş birinin ("iyi" yanlarından biri de budur: herkesi aslında olduklarından daha iyi ve ideal görürler) niye kendisiyle arkadaşlık ettiğinizi sorgulayan bir kişinin şüphesiz pek de karizmatik olabilmesini bekleyemeyiz. Kitaptaki en beğendiğim hikayelerden biri olan "Octet"i, o kadar beğenmeme rağmen bitiremeyişimin sebebi de buydu: yazarı hikayeyi/yazıyı bitirememeniz için elinden geleni yapıyor, sizi yabancılaştırıyor, uzaklaştırıyor, bir yandan da arada dayanamayıp kaçamak bir bakış atıyor: hala okuyor musunuz, yılmadan devam ediyor musunuz diye (en saf ümidinin bu olduğunu anlıyorsunuz bir süre sonra: ona rağmen hikayeye devam edip bitirmeniz). Ha bir de: yaralı iyiler kendilerine karşı acımasızdırlar (öte-empati), bir de bütün dünyanın onlar etrafında döndüğünü tam olarak ters bir açıdan düşünürler (bütün dünya onlara karşı ilgisizlikte birleşmiştir — onlar hakkında onlar yokken bahislerinin geçmesi en az olası şeydir (onlara göre, "olabilir mi öyle bir şey!!!")). Keşke onlara söyleyebilseydik "Ne o, ne o…" diye ("ne öyle, ne böyle").

Kitap sonuçta, tabii ki, üzücü. Kitaptaki şeylerden çok yazarından dolayı üzücü. Bahsettiğim intiharı değil, tabii o da bir şey ama

The depressed person was in terrible and unceasing emotional pain, and the impossibility of sharing or articulating this pain was itself a component of the pain and a contributing factor in its essential horror.

(Depresif kişi korkunç ve bitmeyen bir duygusal acı içindeydi, ve bu acıyı paylaşmanın yahut da dile getirmenin imkansızlığının kendisi bu acının bir bileşeni oluyor ve acının özündeki dehşete katkıda bulunuyordu.)

 diye bir şeyi yazabilen birine üzülmemek mümkün mü?

Ne zamandır yazmak istediğim "Anti- kulak fıkrası" başlıklı olabilecek bir yazımın varyantlarına değinmek istiyordum bir de, ondan sonra tamamdır deyip, artık müsadenizi isteyeceğim (esner, esnerken saatine bir göz atar: "vakit de geç olmuş…")

1. varyant ("bir gecelik movement"):     Adam (/erkek/oğlan) "metalci" bir kadınla bir gecelik ilişki yaşamak istemektedir (kendi metalci değildir), bu isteğini gerçekleştirmek umuduyla bir metalci gibi "giyinip", bir metalci barına gider.  
     Kadın (/dişi/kız) "metalci" bir erkekle bir gecelik ilişki yaşamak istemektedir (kendi metalci değildir), bu isteğini gerçekleştirmek umuduyla bir metalci gibi giyinip, bir metalci barına gider.
     Adamla kadın bu barda tanışırlar, birlikte bir gece geçirirler, ikisi de dileğini gerçekleştirmiş olur.

2. varyant ("maviye boya, genelleştir hareketi"):
     Bir şey, kendisinin mor olmasına karşın, daha mavi olduklarından dolayı lacivert bir tamamlayıcı-şeyle hayatını geçirmek istemektedir. Bu yüzden kendisini laciverte boyayıp, lacivert bir tamamlayıcı-şeyle tanışır, birlikte maviye yakın bir tonda hayatlarını geçirirler.
     Bir tamamlayıcı-şey, kendisinin mor olmasına karşın, daha mavi olduklarından dolayı lacivert bir şeyle hayatını geçirmek istemektedir. Bu yüzden kendisini laciverte boyayıp, lacivert bir şeyle tanışır, birlikte maviye yakın bir tonda hayatlarını geçirirler.

3. varyant ("corollary" / Anti- kulak fıkrası):
    İki kişi birlikte mutlu ve güzel bir yaşam süregelmektedirler. (Siz gerçekteki hallerini yukarıdan biliyorsunuzdur)


(*) "The Depressed Person" hikayesinden alıntılayacak olursak:
(…) The depressed person’s therapist (…) had deployed the following medications in an attempt to help the depressed person find some relief from her acute affective discomfort and progress in her (i.e., the depressed person’s) journey toward enjoying some semblance of a normal adult life: Paxil, Zoloft, Prozac, Tofranil, Welbutrin, Elavil, Metrazol in combination with unilateral ECT (during a two-week voluntary in-patient course of treatment at a regional Mood Disorders clinic), Parnate both with and without lithium salts, Nardil both with and without Xanax. None had delivered any significant relief from the pain and feelings of emotional isolation that rendered the depressed person’s every waking hour an indescribable hell on earth, and many of the medications themselves had had side effects which the depressed person had found intolerable. (…)

Hoşnutsuzluğumuzun Kışı ve …

 Geçen hafta, perşembe günü itibarı ile, sevgili Hande (İspanyolca "H" harfleri okunmadığından ötürü belki de, ‘Ande’ olarak telaffuz edilir), benim coşkulu övgülerime dayanamayarak başlamış olduğu Steinbeck’in "The Winter of Our Discontent"ini bitirdi, ama sevmediğini bildirdi.

Kitabı okumakta iken sormakta olduğu sorularını, "bir bitir hele de, öyle konuşuruz" deyip geçiştiriyordum, ama nihayetinde kitap bitince, üstüne de sevmediğini ibraz edince, "e peki sen bunun neyini sevdin birader?" şeklinde ete kemiğe büründürülebilecek bir soruya cevap hazırlamanın gerekliliği kaçınılmaz oldu.

Bu kadar laf salatasına karşın sizi hala bu girişten soğutamadıysam, ne yapalım, başa gelen çekilir, siz istediniz. Şimdi (birazdan) tabii ki kipatın gerek konusuna, gerekse sağına ve sonuna dair pek çok değinmelerde bulunacağım, İspanyolcasıyla söyler isek "espoyler" edeceğim, ama kitabın spoiler’ı ne olur arkadaş, biraz entel olalım lütfen.

Kitabımızın kahramanı, Ethan adında, hayatında son derece memnun ("content"), iki çocuk babası, karısını seven bir bakkal (ben hep Frank Capra’nın It’s a Wonderful Life’ının Cary Grant’ı olarak canlandırageldim). Küçük bir deniz kasabasında doğup büyümüş, oranın en köklü ailelerine dayanıyor soyu. Ama işte ne olduysa savaş (2. Dünya Savaşı) sırasında, babası biraz mülayim bir adam olduğundan, biraz da kentin diğer zenginlerinin yanlış yönlendirmesiyle, bunlar elde avuçta ne varsa kaybetmişler, Ethan da bir zamanlar kendilerinin olan bir bakkalda memur durumuna düşmüş. Ama, dediğimiz gibi, hırsı olmayan bir adam ve halinden memnun, karısını seviyor ve şükretmesini biliyor.

Kitabın ilk kısmı gerek karısının masum, gerekse çocuklarının horgörür bir şekilde "biz niye zengin değiliz?" tiradlarının sonucu olarak, Ethan’ın çok da istemeye istemeye oyunlara (/dolaplara)  girmesini anlatıyor. Buna ek olarak karısının arkadaşı olan vamp bir hatunun cinsel kışkırtmaları da yan temayı oluşturuyor.

Bu blog vesilesiyle, sık sık olduğunu tahmin ettiğim bir frekansta dile getirdiğim üzere, "kötülük nedir bilmeyen iyilik" ile "kötülüğü bilip de iyiliği seçen iyilik" arasında benim için dağlar kadar fark var (ilki keklik, ikincisi marifet). Bu vesileyle Turan’ın vaktiyle verdiği hasta: Osman – bakıcılar: Ayşe/Haydar örneğini bir kez daha hatırlatırım. Ethan da, iyi kalpli olmasına karşın, çok afedersiniz, saftirik değil (‘saftrik’ için özür dilemeye gerek yok, ben de biliyorum, ama saftirik yerine ‘salak’ diyecektim de, o yüzden şeyettiydim…). Etrafında dönen şeylerin farkında, kimse (Marge hariç ki, şimdi boşverin Marge kimdir, filan, ama ilerleyen kısımlarda saygıyı tavana vurduruyor bu kedi-fare oyunuyla) onun farkında olmasa da. Zaten kitabın olayı da bu: Rambo 3’te miydi, Rambo köyde sakin, geçmişinden uzak yaşamaktadır, sonra … ha, yok, Troya’daydı ya, Aşil mutlu mesut yaşamaktadır, savaşmak istemez, sonra Akhalılar o diye bilmemkimius’u öldürürler (çünkü Aşil’in elbiselerini giymiştir o loyloy da.. pofff!), o da "yeminimi bozdum!" diye atlar ortaya, Hektor’cuğu parça pinçik yapar, ama Rambo örneği üzerinden gitmek daha uygun olacak sanırım. Şimdi Rambo olduğunuzu düşünün, geçmişinize sünger çekmişsiniz, kasabada bakkallık yapıyorsunuz. Sonra bir gün terbiyesiz birtakım insanlar geliyor, normalde bu adamların iki saniyede 40 kemiğini kırabilecek donanıma sahipsiniz, ama alttan alıyorsunuz, adamlar anlamıyor ama, başınızdan aşağıya bir kova dolusu mezbahadan aldıkları kanı boca ediyorlar siz mezuniyet gecesi kraliçesi seçildim diye hayatınızın ilk mutluluğunu yaşarken. E şimdi bunları kavurup yakıp yıkmayacaksınız da, kimi yakacaksınız (be birader)?

Ama yanlış işte. Tam da bu noktada iyilik için kötülük yapılamayacağı, "end justifies the means" ("edinilen sonuç, yolu mazur gösterir") yaklaşımının kesinlikle yanlış olduğunu tezimi, inancımı tekrar edeyim: Kötülerin iyilik yapmaları onları iyi yapmasa da, iyilerin kötülük yapması onları kötü yapar (AND kapısı). Rambo’ya, ya da Carrie’ye düşen, yapabileceklerini bile bile, onlara uymamak (hem sonra, yensen "çocuk yendin" diyecekler, yenilsen "çocuğa yenildin"). Bunu yapabilmiş biri çıkmış mı? Çıkmış galiba ama onu da Otostopçunun Galaksi Rehberi’nden öğrendiğimiz kadarıyla çarmıha germişler.

Ethan da netice itibarı ile bir süre sonra hayli bilinçli bir şekilde "madem öyle, işte böyle / hodri meydan / alem buysa kral benim!" diyerek, o da başlıyor komplocuklar kurmaya. Şimdi ona sorsak, demez ama, onun durumundaki pek çok insan (misal Leverage ve Hustle tayfası) "biz yasadışı iş yapıyoruz ama sadece kötülere musallat oluyoruz" der. Malesef, kazın ayağı öyle değil. En sevdiğimiz (ton balığı ile) doldurulmuş kaplanlardan olan Thomas Hobbes, Leviathan’da kati bir şekilde, topluma, sözleşmeye en büyük ihanetin, adaleti kendi eline alan insanlardan gelecek olduğunu belirtir (ya da bunca senenin ardından ben yanlış hatırlıyorum — bir daha da hayatta okutamazsınız o kipatı (tulğayı)  bana!).Winter of our discontent’in bendeki baskısının başında pek fazla boş vakti olduğuna inandığım bir teyze (Susan Shillinglaw) tarafından hazırlanan, epeyce de oylumlu (hacimli) bir girizgah var. Kitabı ikinci okuyuşum Prag Havaalanı’nda uçağımı beklerken bittiğinden ötürü, mecburen o kısmı da okumak durumunda kaldıydım, orada bir noktada, çağımızın yeni değerine dair ("çağımızın yeni düzenine" değil de, "değerine" ayrımını yaptığıma dikkat ediniz) şöyle bir saptamada bulunuluyor:

For Steinbeck it was a shabby little episode that reflected "symptoms of a general immorality which pervades every level of our national life and perhaps the life of the whole world. It is very hard to raise boys to love and respect virtue and learning when the tools of success are chicanery, treachery, self-interest, laziness and cynicism or when charity is deductible, the courts venal, the highest public official placid, vain, slothful and illiterate." It would seem, however, that Steinbeck’s outrage was not shared by a majority of fellow Americans. Although Van Doren was fired both from NBC and from his position as lecturer at Columbia University, others refused to denounce his actions. At the end of 1959, Look magazine surveyed Americans’ values, and the editor concluded that "a new American code of ethics seems to be evolving. Its terms are seldom stated in so many words, but it adds up to this: Whatever you do is all right if it’s legal or if you disapprove of the law. It’s all right if it doesn’t hurt anybody. And it’s all right if it’s part of accepted business practice." This is a survey that Steinbeck may well have read.

 Pek fazla vaktim ve isteğim olmadığı için, üstünkörü çevireceğim, kusura bakmazsanız:

Steinbeck’e göre, "ulusal yaşamımızın ve bir ihtimal dünyadaki yaşamın her katmanına sinen genel bir ahlaksızlığın belirtileri"ni gösterir sefil bir dönemdi. "Başarının anahtarının şike, ihanet, kişisel çıkar, tembellik ve şüphecilik olduğu, yahut hayır işlerinin vergiden düşülebilir, mahkemelerin rüşvetçi, en yüksekteki devlet memurlarının umursamaz, kibirli, uyuşuk ve cahil olduğu bir ortamda insanın çocuklarına erdem ve öğrenme saygı ve sevgisini aşılaması çok zor." Lakin, görünüşte, Steinbeck’in bu öfkesi, Amerikalı vatandaşlarının büyük bir kısmınca paylaşılmamaktaydı. Van Doren’in hem NBC, hem de Columbia Üniversitesi’ndeki hocalık vazifesinden kovulmuş olmasına rağmen, diğerleri onun eylemlerini kınamıyordu. 1959 yılının sonunda, Look dergisi Amerikalıların ahlak değerleri üzerine bir anket gerçekleştirdi ve, derginin editörü, "yeni bir Amerikan ahlak prensibinin gelişmekte olduğunu, nadiren kelimelere dökülse de, aşağı yukarı şöyle özetlenebileceği" sonucuna vardı: "Yasadışı olmadığı ya da ilgili kanuna katılmadığınız sürece yaptığınız şeylerde sorun yoktur. Eğer kimseyi incitmiyorsa sorun yoktur. Ve eğer kanıksanmış ticari metotlardansa, yine bir sorun yoktur." Bu, Steinbeck’in okumuş olabileceği bir anketti.

Van Doren, bizzat Lord Voldemort’un burun takıp canlandırdığı, Robert Redford’ın yönettiği, Big Lebowski’nin Jesus’ı ve Barton Fink’in Barton’u ve Fink’i olan John Turturro’nun ve Northern Exposure’ın Fleischman’i Rob Morrow’ın da yan rollerde göründüğü Quiz Show filmine konu olan, televizyondaki danışıklı döğüş bir yarışma programının skandalının baş ismidir. Film de güzeldir, spoil de etmedim izlemek istersiniz diye, daha ne yapayım.. 8)

Halbuki bize ne kadar normal geliyor, sevmediğimiz hükümete vergi vermemek, insanları polis yerine "ağabeylere" şikayet etmek, güçlünün haklı olması, adaletin, pofffidi, durdum burada, balale din ve devlet işlerinden, ben burada edebiyattan bahsediyordum, geçelim bunları…

Ahkam: Hiçbir (canlı?) sistem evrim geçirmeden, adapte olmadan, değişmeden varlığını sürdüremez. Bir zamanlar bir kavim varmış, kimseye zararları yokmuş; iyilik, barış ve bilgelik içinde yaşayıp giderlermiş. Bir gün buraya istilacı bir başka kavim gelmiş, sayıca çok daha azlarmış ama çok vahşilermiş. Barışçıl kavime, "ya bize katılın, ya sizi yok edelim" demişler, barışçı kavim onlara katılmayacaklarını söyleyince de kadın, erkek, çoluk, çocuk hepsini kılıçtan geçirmiş, barışçı kavimden geriye hiçbir iz bırakmamışlar. 

Ya da şöyle bir hikaye anlatabilirdim: vahşiler barışçı kavmi yemeye başlamışlar, yedikleri her bir birey yiyeni kendisine çevirmiş, barışçı kavim yok olmamış, bilakis kendisine saldıranı asimile etmiş (resistence is futile), kör göze parmak bu sembolizmde, işte iyiliğin eninde sonunda uzun vadede kötüye baskın geleceği, vs… Ama istatistiklere bakıldığında, neyin ne olduğu ortada.

Bir de, az önce seyretmekte olduğumuz bir filmden (Štěstí – bu Çek filmi, İngilizce’ye "Something like happiness" adıyla geçmiş) esinle, diyelim ki çocuğunuzla aynı sınıfa giden bir başka çocuğun hipi anne-babası var, siz de çocuğa acıyorsunuz, "ah zavallı yavrucak, normal bir yaşam nedir bilemeyecek!" diye, halbuki acınması gereken kişi sizsiniz. Hipiliğin çok matah bir şey olmasından ötürü de değil üstelik: onlar kendilerinde acınacak bir şey bulmuyorlar, size göre saflar, siz kendinizi bırakıp onlara acırken, onlar ne kendilerine ne de size acıyorlar (pity). Ethan da tam bu noktada, başkalarının dünyasında var olabilmek adına, rotasından sapıyor. Demiştik ya, "ama sadece kötülere kötülük yapıyor..", isterseniz bu cılız savunmaya ek olarak "ayrıca eğer eyleme geçmese, bir süre sonra bu adamların yaptığı hinliklerin ucu ona ve ailesine dokunacak, meşru müdafa söz konusu..", demeyin öyle, öyle bir şey aslında yok. Yani "asla asla asla taviz vermeyin!" demiyorum ama "şantajcıya nereye kadar ödeme yapacaksınız?" demek isterim yine de. Diyelim ki Chuck Norris’in eşi ve çocuklarını rehin almışlar, diyorlar ki "şunu şunu yapmazsan onları bir daha göremezsin…" Chuck yapmalı mı bu durumda kötülerin istediğini? Cevabı biliyorsunuz, asla yapmaz, gider kötüleri doğduklarına pişman eder. Ama şimdi de derseniz ki "ama o Chuck Norris, biz asla onun gibi olamayız.." haklısınız, demesi, yazması kolay. O yüzden biz tavizsiz olamasak bile, bilgisayar kodlarımızı, robotlarımızı tavizsiz olmaya programlamalıyız. Biri size bir şey yapmanızı söyleyip, aksi takdirde kötü bir şey yapmakla tehdit ediyorsa, o kötü şey sizin yüzünüzden/tarafınızdan değil, o kötü kişi tarafından yapılmaktadır (gelin de bunu Peter Parker’a, ya da ben de dahil olmak üzere herhangi bir kimseye anlatın, olmuyor ne yazık ki).

 


Czukay, Lıebezeit var ama Wobble yok Can’de ("Ken" okunuyor mecburen)

——– 24 Şubat 2012, fantoma adaları, kaplanın seyir defteri —————
Ey sevgili kâri, 5 gün sonra tekrar merhaba (merhaba), çoktan unuttum yukarıda yazdıklarımı ama aklımda yazmayı planladığım şu şeyler vardı, onları detaya inmeden (acele ediyorum zira tavuklara yem vermem lazım) işte öylece başlık olarak sıralayacağım, ben bile bazılarının alakasını kuramasam da, sen aslansın, kaplansın.

  • Büyümek ve amatör ruhu kaybetmek hakikaten kötü bir şey. Epigraf şimdi twitter gibi mesela gelişse, büyüse patlasa hiç hoşuma gitmez. (mesela bununla alaka kuramıyorum, ama bir yandan da bu girişle ilintili olduğunu hatırlıyorum/biliyorum).
  • Çiçekler dölleme olayına girişmek için böcekleri kendilerine çekmek zorundadırlar ve işte bu yüzden alacalı renklerde ya da güzel kokulardadırlar. Böyle olmayan çiçekler de varmış ama ölmüş gitmişler. Pandalar gibi. (bizim akademik hayatta "publish or perish!" daimi tehdidi vardır, pandalara da söylemek lazım).
  • Kızılderililerden geriye kalanlar atalarını özlüyorlar, yüceltiyorlar; işgalciye kızıyorlar. Bunları İngilizce yapıyorlar. Galibin diliyle düşünüyorlar artık. Bundan korkunç ne olabilir? (Retorik soru değildi, bakınız cevap veriyorum: Zaman makinesine atlayıp/atılıp atalarının yaşadığı zamanlara, ortamlara bırakılmak). "Un-knowing" ("bilinen bir şeyi bilmeme konumuna dönmek") diye bir şey var ("un-invite"dan türemiş olsa gerek 8P), yani asıl olarak "un-knowing diye bir şeyin olmadığı" diye bir şey var. Geçmiş bize hakikaten çok uzak. Zaman makinesi yapılsa ama sadece televizyon gibi etkileşimsiz, izlenebilir bir şey olsa, kimse kimsenin yüzüne bakamaz kaldı ki insan insana.
  • Lale Müldür’ün dediği gibi: CEBRAİL – TURUNCU ELÇİ / KURTAR BİZİ!
  • En kötüsü (en kötü şeylerden biri) Sunumun ve imajın, içerik ve anlamdan artık baskın oluşu. Çok fena. Şu slow food dalgası var ya, şimdi slow science akımı başladı, o sanırım daha da fena… Ya, kendisini bir şeyin tersi diye lanse eden (bu terimin kaynağı nedir acep?) herhangi bir şeyden hayır gelmesi mümkün mü? (Düşündüm, punk var başarılı bir örnek olarak ama o da anlam itibarı ile zaten ne kadar kötü kokarsa o kadar iyi olduğundan, yalnızlığım benim, bugünüm, yarınım, sen benim… Zuhal Olcay, Modern Family’nin Claire’ine benzemiyor mu? Benziyor. –Bakın, bu da retorik değildi.). Ayrıca, "en kötüsü ölüm diyenler, bir de bamya sevmeyenler.." 8) (benim gibi susan somurtag bir insanın, her e-mail’inin hemen her paragrafını bu gözlüklü gülen smiley ile bitirdiğine inanır mısınız? Ben de inanmıyordum başlarda ama elimde kanıtlar var.)
  • (Bu) Dünyadan ne kadar hoşnutsuz olursak olalım, sonuçta onun bir parçasıyım ve daha beteri ("utanç verici olanı" anlamında) bizler eğilip bükülmüş olanlarız (hayattayız, yaşıyoruz ya şeker/şeri!), hem eğilip bükülmüşüz hem de vırvır konuşuyoruz daha hala! Yok güzel kardeşim, öyle olmuyor.
  • Yazı ile hayat ayrı şeylerdir, evinizde denemeyiniz.

Şopi ve Ben.

Köpeklerine ya da diğer evcil hayvanlarına filozof ismi koyan biri olmadım, ama yine de bir köpeğim olsa idi şayet, adını Şopi koyardım (koymazdım). Zaten bir köpeğim olsun istemezdim ayrılıkları sevmez oluşumdan ötürü (o gidince ben üzülürüm, ben gidince o üzülür, ben de üzülürüm, şimdi ona kim bakacak, ne yapacak diye – beni unutsa bir türlü, unutmayıp her gün tren istasyonuna gidip dönüşümü beklese başka türlü). Halbuki eşya meşrebine mesela, seve seve, içimden gelerek isim takarım, onlara daha da bir bağlanır, onlarla bozulur, onlarla coşarım. "Chungking Express"teki Tony Leung kadar olmasa da (o ki günden güne eriyen sabununa, "kendini koydun, ipne ipliğe dönüyorsun, toparlan biraz" der, ipe henüz astığından damlamakta olan bezini "ağlama artık" diye teselli eder, e sonra tabii Faye Wong ile görür hanyayı da Konyayı da..), yine de konuşurum ara ara, dertleşirim, şarjları bitiyorsa eğer teselli/teskin ederim, şarj olurken geçmiş olsun ziyaretine gider, hatırlarını sorarım.
 

 


Hollanda’ya vardığımda, sağolsun hocam Marcel, daha ikinci günden arazi bisikletini idareten getirip vermişti bana. Havalı bisikletti doğrusu.

 

 

 

 

Bahçede, kırda, arazide, şehirde… Şehir de şehirdi hani.

 

 

 Bengü ile Ece de gelince, ilk iş birer bisiklet almak oldu – Ece’ye binmekten çok arkasındaki sepete bahçenin deniz kabuklarını doldurmakla iştigal ettiği, itme sapı da olan bir 3 tekerlekli, Bengü’ye de aslında kendime aldığım ama sonra pek kullanışlı bulmadığım katlanır bir bisiklet aldık.

 

Bir gün, öğle yemeğinde birbirimizi gaza getirip, bisiklet uzmanımız Frederik, Deniz ve Ben, atladık, üniversitenin biraz ilerisindeki ikinci el satan Kringloopwinkel Delft‘e yollandık. Benim önceliğim vites ve "el freni" idi (Hollanda’daki bisikletlerin çoğunluğu, ‘kontra’ tabir ettiğimiz, pedalların geri çevrilmesiyle arka tekeri kilitleyen fren sistemine sahip). Tam aradığım gibi bir bisiklet bulduk, Frederik bilirkişi olarak bir tur attı, peşinden bir de ben denedim ve böylelikle 2 sene sürecek bir macerada Tonto’yla birbirimizi bulmuş olduk..

 

 

 

Oradan hemen sonra Tonto’yu bir bisiklet dükkanına çekip, Ece için arka koltuk, yanlara çanta ve bir de kilit taktırdım. Aksesuarları Tonto’nun iki katına mal olmuştu. Ece Tonto’yu ilk gördüğünde mavi değil diye 1 saat ağlayıp, ona almış olduğum pembe prenses kaskına rağmen başlarda binmek istemediyse de, son güne kadar arkamdaki koltuğa kurulmuş bir şekilde sabahları bana eşlik etti, türlü maceralara çıktık kızımla Tonto’nun üzerinde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tonto’nun adını sonradan koydum, ya da işte otobüste ya da başka bir rutinde düzenli olarak görüştüğünüz biriyle sohbet kurarsınız da artık birbirinizin adını sormanın ayıp kaçacağı o zaman dilimine çoktan gelmişsinizdir, neyse ki, ortak bir arkadaş, ya da bir defter etiketi yardımınıza koşar, o vesileyle öğrenmiş olursunuz, Tonto’nun adı da öyle geldi bana, yavaş yavaş, içten. Tabii çocukluğunuzda Maskeli Süvari’yi seyretmişliğiniz varsa, işlerin biraz karıştığını fark edeceksiniz zira "Heigh Ho Silver!"dan da açıkça anlaşıldığı üzere, Maskeli Süvari’nin beyaz atının adı Gümüş olup, Tonto kızılderili yardımcısının adıdır! (Zaten renginden en başta anlamam lazımdı ya!). Anlayacağınız, Tonto gık çıkarmadan yıllarca (2) beni sırtında/omzunda taşıdı, seneler (2) geçtikçe vitesi, freni hepsi birer birer sakata düştü, o yine de ses etmedi.

 

 

 

 

 

Ben, Tonto ve ıııı…, şey….

 

Bozulan vitesi de, freni de kutu kutu penseyle kestim, çıkardım. İspanya’ya gideceğim gün yükledim bütün ikinci elciye vereceğimiz eşyaları 2 aydır kızımdan boş kalan arka koltuğuna, yanlardaki ceplerine, ayrılığın kaçınılmaz olduğunu anladıysa da, yine de şikayet etmedi. Onu aldığımız krinkleloop dükkanına gittik (hayır amacıyla kurulan bu ikinci el dükkanları, eskilerinizi bedavaya alıyor, onları bakımdan geçirdikten sonra cüzi fiyatlara satıp, fakirlere ve muhtaçlara yardım ediyor), önce arka koltuğunu, ceplerini boşalttık, sonra da Tonto’nun (kilidinin) anahtarını verdim oradaki görevliye, öyle boynu bükük vedalaştık, az ilerideki otobüs durağında beklerken o hala bana bakıyordu.

 

 

 

 

Başka ne mi diyecektim? Eşyalara bağlanırım (because you can not disappoint a picture – Troy). Sevdiğim insanlar için iyi şeyler düşünmeyi, onları düşünmeyi, onlarla vakit geçirmeye tercih ederim. Telefon çalınca canım sıkılır, e-mailleri kaale almayan insanlara bile 5 e-mail atarım 1 kez telefon açana kadar, sonrasında üzüle üzüle ararım mecbur olduğumdan. Böyle olan bir tek ben de değilim. zaman değişiyor, çekinik, ibiş, nazik kibar ince zevkli empati dolu çekingen erkekler olduk ki 2000 yıl öncesinde Sokrates bize "aman, sakın ha!" demişti, birkaç yüz yıl önce de Şopi de zokayı yutmuş idi. Halbuki en su katılmamış evrimci bile söyleyebilir bize, bu yol yol değil, amanın erkekler!

 

 

 

 

– Müzik eğitimi kendine uygun bir beden eğitimi ararken, acaba geçici hastalıklar dışında hekimliği lüzumsuz kılacak bir eğitim yolu bulamaz mı dersin?

– Bulur bence.

– Gençlerimiz idmanlarında, çetin talimlerinde, beden gücünden çok içlerindeki coşkunluk gücüne dayanacaklar, onu geliştirmeye çalışacaklar. Yiyeceklerini, çalışmalarını düzenlerken, bildiğimiz atletler gibi, yalnız beden güçlerini gözetmeyecekler.

– Çok doğru.

– Peki öyleyse, Glaukon, müzikle jimnastiğe dayanan bir eğitim yolu kuranlar, birçoklarının sandığı gibi, biriyle sade bedenimizi, ötekiyle yalnız içimizi eğitmek amacını gütmezler, değil mi?

– Hayır.

– Herhalde ikisinin de amacı, daha çok kafamızı yetiştirmektir.

– Peki ama nasıl?

– Ömürlerini jimnastikle geçirip, müzikle ilgileri olmamış, ya da tam tersine, öüzikle ilgilenip bedenlerine bakmamış kimselerin ne hallere düştüklerini bilmez misin?

– Anlamadım, hangi hallere demek istiyorsun?

– Birileri kabalığa ve sertliğe, öbürleri yumuşaklığa ve gevşekliğe düşüyor demek istiyorum.

– Doğru, yalnız bedenlerinin gelişmesiyle uğraşanlar gereğinden çok sert, yalnız müzikle uğraşanlarsa, kendilerine yakışmayacak kadar gevşek oluyorlar.

 – Oysa ki, sertlik insanın içindeki coşkunluktan gelse bile, eğitim yoluyla yiğitliğe çevrilebilir. Ama bu sertlik aşırı bir hale gelirse, çekilmez bir kabalık doğurur.

– Bence de öyle.

– Yumuşaklıklsa filozofça bir tabiata vergi değil midir? Ama o da, aşırı bir hal alırsa, gereğinden çok gevşeklik doğurur. Bu huy güzelce geliştirilirse, ölçülü bir yumuşaklığa götürür.

(…)

– Dört bir yanımızdan zurna sesi gelirse, kulaklarımızdan içimize oluk oluk, yumuşak, tatlı, hüzünlü makamlar akıtılırsa, bütüm ömrümüz türkü mırıldanmakla geçer. En büyük keyfi türkü söylemekte bulursak, içimizdeki sert coşkunluk, demirin ateşte yumuşadığı gibi yumuşar. İşe yaramaz, kaba bir şeyken yararlı bir hale gelir. Ama böyle sürüp giderse, bundan bıkacak yerde kendimizden geçersek, içimizdeki bu güç büsbütün yumuşar, erir. Sonunda yiğitliğimiz de yok olur. İçi bu derece gevşemiş bir insandan da sünepe bir savaşçı çıkar.

– Doğru.

– Hele insan doğuştan coşkun değilse, bu gevşeme daha da çabuk olur. Ama, doğuştan güçlüyse, duygularındaki coşkunluk gitgide azalır, olur olmaz yerde kırılır, gevşer, patlar, söner. İçindeki ateş acılığa, geçimsizliğe çevrilir.

– Böyle olur tabii.

– Peki tersine, yalnız jimnastikle, iyi yemek içmekle uğraşır da, ne müziğin, ne de felsefenin semtine uğrarsa ne olur? Başlangıçta beden gücü güvenini arttırıp yürekli bir insan olur.

– Herhalde.

– Peki ama, bu insan jimnastikten bşaka bir şey yapmaz, hiçbir zaman bilim ve felsefeyle karşılaşmazsa ne olur? İçinde öğrenme isteği olsa bile, öğrenmenin tadına varamadığı, hiçbir araştırmaya merak sarmadığı, ne sanatla, ne de müzikle uğraştığı için bu isteği zayıflar, körlenir, sonunda yok olur.

– Öyledir.

– Böyle bir insan, düşünceye ve söze düşman, müziğe yabancıdır. Sözle anlaşamaz. Bir hayvan gibi her şeyi zorla, kabalıkla elde etmek ister. Ömrünü, bilgisizlik ve budalalık içinde, ölçüden düzenden yoksun olarak geçirir.

– Haklısın.

– Demek ki, Tanrı insanlara müzikle jimnastiği ne sadece kafasını, ne de sadece bedenini eğitmek için değil, onlarda coşkun bir yürekle bilim sevgisi olsun diye vermiş olacak. İstemiş ki, insanın içindeki bu iki güç, iki tel gibi bir gerilip, bir gevşetilerek düzenlenebilsin.

– Öyle görünüyor.

(Platon, Devlet, s105+, çev: S. Eyüboğlu, M.A. Cimcoz, İş Bankası Yayınları)

 

 

Bir de, Şopi’de olması lazım, nasıl da insanın kendini geliştirdikçe daha üst sanattan zevk almaya başladığına dair düzülen övgüler vardı, çok aradım, hiç bulamadım. Onun yerine zavallıcığın hakikaten son derece acınası (başka sıfatlar kullanmıştım ki, saygımdan sildim) yazdığı bir kitabı olan Cinsel Aşkın Metafiziği’nde şunları buldum:

 

Cinsel sevginin temelinde yer alan mülahazaların ikinci kümesi manevi niteliklere dayananlardır. Burada, bir kaının evrensel olarak bir erkeğin ruhunun yahut kişiliğinin niteliklerince cezbedildiğini görürürz, bunların her ikisi de babadan tevarüs edilir. Kadınlar, irade sağlamlığı, kararlılık, cesaret ve belki de dürüstlük ve iyi kalplilikten büyülenirler. Buna mukabil zihnifikri niteliklerin kadınlar üzerinde doğrudan yahut içgüdüsel bir gücü yoktur, bunun çok basit bir sebebi vardır, çünkü bunlar babadan devralınan nitelikler değildir. Erkekteki zeka eksikliğinin kadınlara bir zararı dokunmaz; doğrusu fevkalade bir zihni üstünlük, hatta deha, anormallik olarak kadınlar üzerinde olumsuz bir etki bile doğurabilir. Bu sebepten ötürüdür ki, kadınların sık sık budala, çirkin ve kaba saba bir erkeği iyi eğitilmiş, zihni nitelikleri yüksek, nazik bir erkeğe tercih ettiklerini görürüz. Aşırı derecede farklı mizaçlara sahip insanların sözgelimi kaba saba, güçlü kuvvetli ve dar kafalı bir erkekle, ziyadesitle duyarlı, ince düşünceli, kültürlü, estetik beğeniye ve benzeri niteliklere sahip bir kadının ya da fevkalade bilgili, görgülü ve dahi bir erkek ile kuş beyinli bir kadının, çok kere aşk için evlenmelerinin sebebi budur.

(Schopenhauer, Aşka ve Kadınlara Dair, s54, çev:Ahmet Aydoğan, Say Yayınları)

 

Hani, böyle bir şeyler hakkında bir şeyler söylersiniz (söylerim), etrafınızdakilerin de hoşuna gider, gaza gelir coşarsınız, sonra kendinizi teknoloji dediğimiz şeyin (adıyla söyleyecek olursan transistörlerin) 1940’larda uzaylılar tarafından getirilmiş olduğunu düşündüğünüzü yumurtlarsınız (ya da aslında Ay’a 1969’da ayak basılmadığını, ya da başka türlü bir inciyi). Amerikan dizileri buna "didn’t have noticed until I said it aloud" durumu diyorlar, biz Türkler de "Geçmiş olsun".

 

Lise Felsefesi’nin -ki başlıca varoluş amacı insanları daha gencecik iken felsefeden soğutmak ve felsefenin pipoyla ilintili ve komik ve aptalca bir şey olduğuna inandırmaktır- temel sloganlarından biri olan "filozoflar yılları aşıp birbirleriyle konuşurlar!" loyloyunu "ç" ile yazılır halde çiddiye alacak olursak, Sokrates’in Şopi’ye bu lafları üzerine şöyle pek de nazik olmayan bir (el) kol hareketi çekeceği şüphesizdir. Bir de Gürer Efendi’nin tezinde çektiği bir numara vardır, onun el çabukluğu marifet makamında çektiği bu hınzırlığa kaş çatagelirim yıllardır: Sevgili Palpa, tezini iki alıntıyla açar (takriben 15 sene evvel gördüğümden, "aklımdan" "benzetim" yapacağım), birincisi günceldir, şimdi adını hatırlayamadığım bir amcanın "eski insanlar, depremi tanrıların gazabına bağlar, böyle bir durumda kurban murban keserlerdi" sözünü alıntılar, onun hemen altına da Seneca’nın (MÖ54 – MS 39 –hobaa, kaç yıl yaşamış bu amca ya? Kurşun borular keşfedilmemiş miydi onun zamanında? 8P)  gayet tektonik, bilimsel ve ilimsel açıklamasını koyar. Sanki biz bilmiyoruz "eski insanlar" tabir edilen beşir ile bu sefil (Caligula) istihza arasında temizinden 3000 yıl olduğunu (bunun benzeri bir şeyin de ayırdına geçen gün vardım, öylece kaldım, size de hatırlatayım, siz de şaşırın isterseniz, dilerseniz: ilk insanlar ~MÖ3000, dinozorlar 230 milyon yıl önce. Dünyanın yaşı: 4.5 MİLYAR YIL! yani kaç dinazor, kaç evrim, kaç insan, kaç medeniyet — inanmıyorsanız, açın Futurama’nın ilk bölümünde Fry hibernasyondayken arka planda gelişen olaylara bakın, yalan söylüyoruz sanki.)

 

Vaktiyle, Şopi’den bahsederken, aşağıdaki Bobiş resmini bulmuştum alakalı parametrelerle google images’a gittiğimde, geçen gün "gerçeği" ile karşılaştım (ilgilenenlere: aynı arkadaşın Schrödinger ve Kedisi temalı dövülesi eserleri de mevcut)

 

 

Atman ile Şopi

 

Son birkaç söz: Hala empatinin iyilik/kötülük tanımlamasının baş malzemesi olduğunu düşünüyorum. Başarılı insanları pek sevmiyorum. Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir. Ama bunun yanısıra, insanları tanıdıkça genel kalıplarının sıyırıp, sevebilişimi de seviyorum (misal Johnny Ramone, Eddie Vedder — sağcı bunlar deyu kestirip atmıyorum / Hakan geçen gün bir yazı yazmış idi -ki onun sitesini de o olduğunu bilmeden pek seçici RSS reader listeme almışlığım vardır- birkaç sağcı bilimkurgu yazarı ile ilgili, şimdi oradan aklıma geldi). Empati ~ iyilik gibi bir şeyler dedim, e ben çok mu iyiyim? Zararsız gibiyim daha çok, vaktiyle belirttiğim gibi: kötü olmayışım kötülük yapamayışımdan kaynaklanıyor olabilir (gibi gibi) (ama o zamanlar kafamda pembe kask olduğundan kelli, pek dinletemedim sanırım kendimi).

 

Bir sürü imla hatası vardır kesin, düzeltirim yarın öbürsü gün. Gürer Beyciğimin deyişiyle: Ööeeh! (Meh..)

Almanca öğreniyoruz ile the winter of our discontent…

Barış, dündü herhalde, favori filmlerimizden olan “Up in the air”den bir alıntı yaptı, ben hatırlayamadım ama şöyle bir şeydi:

“I stereotype. It’s faster.”

(ilgili kısma dair videoyu ve diyaloğun yazılı halini de buldum)

İşbu girişte de Almanlar hakkında konuşacağız arkadaşlar, kitabınızın 29. sayfasını açın lütfen. Evet, hazırsanız devam edebiliriz.

Almanlar, mühendis doğarlar, optimizasyona inanırlar ve buna bağlı olarak da verimliliğe çalışırlar. Her ne kadar aşırı duygulardan acı acı inlemiyor olsalar da, bu “vasıfları” sayesinde eşsiz bir özelliğe sahiptirler: kalplerini masanın üzerine koyup, biyopsi yapabilirler (aklımdaki terim otopsi idi lakin, otopsi ölülere yapılan oluyor, o yüzden biyopsiye boyun eğdim), duyguları analiz edip, habislikleri kolayca, hayli nesnel bir biçimde tespit edebilirler. Kim yapar bunu (hangi Alman evlatları?) tabii ki mahserin uc dulgeri, Schopenhauer, comezi Mann ve babaları Goethe (yine de Goethe’nin çok da hakkını yememek lazım, o, herhalde yaşlı oluşundan ötürü, arada duygulara teslim oluyor, bkz. Werther).

İki Almanca kelime var: Weltschmerz ve Sehnsucht. İsteyene, bir üçüncü olarak Schadenfreude’yi verebilirim ama yine de onun konuyla pek alakası yok (Pollyanna’nın ta kendisi desem, yeterli olacaktır). Ama eğer, Almanca olmasına gerek yok, yabancı kelime olsun‘a razı iseniz, ilk ikisinin kategorisinde, aslanlar gibi bir İngilizce kelimem var: Maudlin.

Weltschmerz, yapı itibarı ile dünya anlamına gelen “Welt” ile, acı anlamındaki “Schmerz”in birlikteliğinden peyda olmuş bir terim. Kafka gibi bir şey olmak, dünyadan bir hayır gelmeyeceğinin ayırdına varmak, geniş anlamda bir ümitsizliğe kapılmak. Bu noktada Sehnsucht’u (ki “Sehn” özlem çekmek, “Sucht” da müptela olmak anlamlarına yakın imiş) da yanına koyunca, buyrun buradan yakın (sehnsucht’ta nesne belirsiz bu arada, önemli bir detay olaraktan). Maudlin ise kendine acımak – diğer ikisi ile ilk nerede karşılaştım, bilemiyorum, büyük ihtimalle Şopi vesilesiyledir ama maudlin’i ilk olarak Camera Obscura’nin “My Maudlin Career”le duymuş oldum, peşinden de, aynı takibin sonucunda, C.S. Lewis’in kitabında (“A Grief Observed”) tekrar bir araya geldik.

İki sene olmadı daha, işte John Steinbeck’in “The Winter of Our Discontent“ini okuyup, beğenmiştim. Geçen gün, şöyle bir karıştırıyordum, rasgele açtığım sayfada şu girişi buldum, çok hoşuma gitti, detayları da hatırlamayınca, “haydin bir daha okuyayım” dedim:

(…) “Oh, come on! Live big. The personal friend of Mr. Baker can afford time for a cup of coffee.” He didn’t say it meanly the way it looks in print. He could make anything sound innocent and well-intentioned.

Yine kitabın sonlarına geldim, yine koklaya koklaya okuyorum. İkinci okuyuşta çok daha güçlü geldi kitap (yüzeyde olup biten olayları bildiğinizden, altlarında yatan kıssalara daha rahat dikkat edebiliyorsunuz). İşte, sondan birkaç önceki bölümde karakter “Weltschmerz”den dem vurunca (hatta daha da ileri gidip, “Welsh rats” esprisi bile yapıyor – zaten Ethan Hawley’i gözümde hep Capra’nın “It’s a Wonderful Life”ındaki Cary Grant olarak canlandırıyorum. Kitap, hafif ve hayli yerinde mistisizmiyle Iris Murdoch’ın “The Sea, The Sea”siyle kol temasında, ondan farklı olarak ahlak ve göreliliği ama daha da önemlisi, kötülüğü bilen tanıyan iyinin durumu ve kötülükle, kötülüğün zoruyla baş etmeye kalkınca, iyiliğin nasıl da ister istemez kirleneceği üzerine kafa yoruyor (ben sonunu umutla bitirdiysem de, Bengü daha karamsar bir yorumu tercih etmişti bu arada, ilginç bir detay olarak belirtmek istedim).

Bir de şöyle bir duygu/olgu/insan var: bir yere gezmeye gideceği zaman gidiyor oluşundan hoşlanmadığı için, surat asarak giden ama gittiği zaman da orada iyi vakit geçiren ve döndüğü zaman da “iyi ki gitmişim!” diyebilen bir insan/ın duyguları/bu olgu. Benzer şekilde, telefonu çaldığı zaman konuşacak oluşundan dolayı canı sıkılan, genellikle telefonu açmayan (“sonra, kendimi konuşmaya hazırladıktan sonra ararım…”) ama sonrasında, nihayet telefonu cevapladığında da, konuşmuş olduğuna memnun olan bir insan. Düşümde bir adam var. Benim mi, bilemediğim… Bir adam var diyorum, düşünüp düşümden ayrı kaldığım… Bir adam… [tabii ki sibelalaş, pıffft! yani.]

Ek: Üç filmden üç resim, konuyla uzaktan alakalı olaraktan.

Şimdi o ek resimleri koyunca da aklıma şöyle bir alternatif tanım geldi: düşünün ki, bir kabusun içinde bulmuşsunuz kendinizi ama öyle canavarlı, exploiter bir kabus değil de, gerilimli, suspense bir kabus, hayli de mantıklı, zaten bu mantıklı oluşundan ötürüdür ki, daha bir eziliyor hissediyorsunuz kendinizi. Sonra uyanıyorsunuz ama aslında uyanmıyorsunuz ve bu da bir kabus değil. (Richard Cheese söyleyişi ile okunacak:) Weltschmerz, ladies and gentlemen! (klavye solo başlar).

Sevgili Bahar’ın tumblr‘ından arakladım (orada daha bir sürüsü var: Beckett, TomWaits, ohhooo!)

Bir de umut: Ey Aztekliler, bugün bir kez daha ayırdına vardım ki, 2012 için en büyük umudum sizsiniz.