Birazdan derinine dalacağım konuda niyeyse aklıma ilkin hep Hecate gelir (herhalde cadılık ve üçlü tasvirinden), sonra aramaya başlarım, bu sefer de Erinyeler‘e takılırım (doğru yoldasın, ha gayret Sururi!..): Erinyeler, ya da İngilizce’deki adlarıyla Fury‘lerin -tam olarak olmasa da, dirsek teması var- içinden de Moirai‘a (İngilizce’deki adlarıyla: Fates) varıp, kafamı biraz daha yorup, işte üçüne (Clotho, Lachesis & Atropos) ulaşırım, rahatlarım (halbuki bu karmaşık yola düşmeden doğrudan Disney’in Hercules’ünden de aynı yere varılabilir, işte entel dantel hipsterlık böyle böyle oluyor.. 8P). Tabii bir sürü yansıması var bu arkadaşların edebiyatta, en fenası da şu meşum oyunda ki, oyunun adının oyuncular tarafından sahne dışında söylenmesi bile uğursuzluk getirmeye yetiyor:
Double, double toil and trouble,
Fire burn and cauldron bubble.
(…)
By the pricking of my thumbs,
Something wicked this way comes.
Open, locks,
Whoever knocks.
Çoğu zaman tesadüfler, başka şeylerden haberdar olmamıza sebep olabiliyor. Bazen hakikaten çok tatsız tesadüfler, üzücü şeylerden haberdar ediyor, az evvel bir yakınımın uzaktan da olsa tanıdığım, saygı & sevgi duyduğum bir akrabasının vefatını bu şekilde öğrendim.
Okumayı çok arzu etmeme rağmen sonunda pes edip okumayı bıraktığım John Crowley’nin The Solitudes kitabında şöyle bir kısım vardır:
When he was very small he had been told the story of the man who was caught in a rainstorm and sought shelter in an old barn. He fell asleep in the hayloft, and when he woke it was deep midnight. He saw, walking on the rafters of the barn, a clowder of cats; they would walk the rafters and meet, and seem to pass a message. Then two cats met on a rafter very near where he lay hidden, and he heard one say to the other: “Tell Dildrum that Doldrum is dead.” And so they parted. When the man got home that day, he told his wife what had happened, and what he had heard the cats say: “Tell Dildrum that Doldrum is dead.” And on hearing that, their old family cat, dozing by the fire, leaped up with a shriek and cried out: “Then I’m to be king of the cats!” And it shot up the chimney, and was never seen again.
That story had made him shiver and wonder, and ponder for days; not the story that had been told, but the secret story within it that had not been told: the story about the cats, the secret story that had been going on all along and that no one knew but they.
Geçen gün (11/1/2017), sabah kalkar kalkmaz fikir defterime bu minvalde aklıma gelen şu cümleyi yazmıştım:
“Amaçları neydi, bilmiyorum ama başarıya ulaştılar.”
Sanırım rüyamla ilgiliydi: rüyamda bir sürü gülen, güldüklerini gizlemeye, çaktırmamaya çalışan ama bariz şekilde mutlu olan takım elbiseli, bıyıklı, uzun burunlu adamlar vardı. Çok rahatsız oluyordum, çoktan kazanmışlar da, bizi hala boşu boşuna, kedinin fareyle oynadığı gibi boşuna uğraştırıyorlardı. Öyle bir sıkıntıya uyanmıştım.
Başka, bambaşka öyküler, arka planda, söylenmeden geçip gitmeler. Misal, bir öğrencim benimle konuştuğu zaman, aslında gölgelerimiz (bir saniye, çok klişe bir düşünce olduğu için kesin alakalı bir çizim/foto bulabilirim… — bulamadım. Platon’un Mağarası’na kadar bin türlü şey buldum da, iki kişi konuşurken, çok daha fazla yer kaplayan duvara yansıyan gölgeleri gibi bir şey bulamadım), biraz başa saralım: misal, bir öğrencimle konuşurken, yüzeyde görünen ikimizin konuşur siması, diyelim ki fizikten bahsediyoruz, halbuki onun gölgesinde doğup büyüdüğü ortam, çektiği sıkıntılar, bin türlü bilim dışı sorun, bende de var bir şeyler ama işte fizik konuşuyoruz, mucize gibi bir şey. Bütün varoluşumuz çeşitli yönlere yaptığımız projeksiyonların kesişimlerinden ibaret. Breh breh. Brehxit.
Merhabalar… Başlamadan önce, bu dünyanın ne kadar kötü bir yer olduğunun yadsınamaz kanıtına buyurun, bakın:
isterseniz dönüp bir kez daha bakın, ben beklerim… Filmi seyretmek isterseniz de, benim tavsiyem öncesinde Sevmek Zamanı‘nı izlemeniz, neticede daha iyimser (spoiler olmasın diye ne kadar süre ile iyimser olduğundan bahsetmeyeceğim ama filmin afişi bile höh yani!).
… kime, neye yazıyorum ki ben? niye keyifsiz yazıyorum ki ben? (geç oldu, yatmam lazım artık, yoksa yazacaktım, bahane bu tripler… yazarım yine yarın.)
…yarından merhabalar. Akşam oldu, hüzünlendim ben yine. Ama hüzünlenmemek mümkün mü…. bakın, bir bakın..
Müşfik Kenter ne kadar da Yetkin Dikinciler’e benzer filmde (& vice versa)… Çok sevdiğim Çiğdem Hoca’mın öğrencilik yıllarında çekilmiş bir resmi vardı, o resmi de çok severim (izin almadığımdan burada paylaşamıyorum). Resmi sevmek derken, filmdeki kadar değil doğal olarak. Zaten filmdeki diyaloglar filmin herhalde %5’i kadar filandır toplasanız, olmasalar da olurdu (iyi anlamda hem de). Şimdi konuyu özetleyecek olsam “yarından” tezi yok, zaman makinesine atlayıp, 1965’e gidip ana karakter Halil’i psikolojik tedavi altına alırlar (ama mevzu o değil). İnsanın içine işleyen bir film. Ne kadar klişe oldu. Ayrıca Müşfik Kenter’i Hayri Esen (“ismini unutabilirsiniz, sesini asla!”) seslendirmiş, benim için iyi de olmuş zira ne zaman Müşfik Kenter’in sesini duysam, “aaa seslendirmeyi Alf yapmış!” hissine kapılırım (Alf demişken, Mr. Robot’un ilgili öte sekansı, bu tür imza sesler deyince de Yekta Kopan’ın geçen gün paylaştığı karikatür gelir aklıma — ikisi için de bkz. şura).
Kötülük bâki. Yüzüklerin Efendisi’nde (kipatta, filmde değil), yüzük Mordor’a atılır, kötüler darmadağın olur, iyiler kazanır, herkes sevinir, Frodo ile Sam’e herkes teşekkür eder. Kötülük yenilir! Mutlu günler! Musmutlu günler onları beklemektedir! …Sonra ne olur, var mı bileniniz? Sonra Frodo ile Sam köylerine, Shire’a dönerler ve bir de bakarlar ki Saruman ile Wormtongue köyde hüküm sürmektedirler, Shire’ı bölmüş ve yönetmişlerdir, yandaşları vardır. Hani kötülük bitmişti? Kötülük bitmez. Pek bir beylik deyime, bayıldığım bir modifikasyon yapılmışlığı vardır, önce lafı getirelim, şöyledir:
“Evil prevails when good men fail to act.”
İrlandalı feylesof Edmund Burke tarafından, 1700’lü yıllarda söylenmiştir. Bizdeki yansıması İsmet İnönü tarafından dile getirilmiştir (“Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur.” şeklinde).
Şimdi gelelim mutlak hakikate, şu bahsettiğim değişime:
Evil prevails when good men fail to act.
Evil prevails. O kadar. Nokta. (HTML’den o kadar tag gelip geçti de, şu üzerini çiz (<strike>…</strike>) tag’i bir bold ve italik kadar kalıcı oldu).
Çok film seyrettiğimizden herhalde, her zaman için bütün insanların bir anda doğru yola girdikleri bir anın geleceğini ve her şeyin kurtulacağı inancıyla yaşıyoruz. Kutuplardaki erime, CO2 seviyesinin artık geri-dönülemez seviyelere ulaşmış olduğu gerçeği (bağlantı ararken aradığımı değil bunu buldum ama okumadım — TL;DR). Adamın teki puro içmeyi çok severmiş ama uzun yaşama ihtimalini arttırmak için vs vs.. içmezmiş. Bir gün doktora gitmiş, doktor da tütünle alakası olmayan bir araz yüzünden malesef, diyelim ki üç aylık bir ömrü kaldığını söyleyince adamın yüzü gülmüş, “artık,” demiş, “istediğim kadar puro içebileceğim yani doktor!”. (yazdım yazdım bir şeyler de, neyse, sildim).
Bunlar olup bitiyor, sonra bir gün internette/wiki’de şöyle bir sendromla karşılaşıyorum: Zalım Dünya Sendromu (Mean World Syndrome): özetle dünyanın aslında göründüğü kadar kötü bir yer olmadığı, ama özellikle medya yoluyla haberdar olduğumuz kötülüklerin, haberdar olduğumuz iyiliklerden -oluş sıklığına bağlı olarak değil de, sunuş sıklığı baz alınarak- kat be kat fazla olmasından ötürü öyle zannetmemiz falan filan. “Haaa, tamam o zaman!” diyorum, gülüyorum, gülüyorum… 8)
–“Fransızca’mın kusuruna bakmayın ama, benim de bir terimim var: Misanthropy (Schopi kadar başıma taş düşecek bir gün ya, neyse…)
O zaman dans! Renk!
Sonradan Not: O kadar yazdım ettim, kaydettim gönderdim, sonradan aklıma geldi, kapıdan döndüm, kusura bakmayın — aklımdaydı şu şiirle bitirmek (“Sevmek Zamanı”na panzehir), neredeyse unutup gidecektim:
Take a walk down memory lane with me
Past a watermelon stand on the way
Thinking I had everything we'd need
on Martha's Foolish Ginger
You were late
How could I forget what you said-
the part about that
"Love taking over your life"
was not your plan
If those harbour lights had just been a half a mile inland
who knows what I would have done
If those harbour lights had just been a half a mile inland
who knows what I would have done
Through the cliffs
out of the Bay I went
From the starboard side
I could black my visions and my passions-
They keep me awake
Birçok şey. Öncelikle, defeatism (tabii ki!):
Lady Violet, Downton Abbey ladies & gents!.. Bugünlerde (son iki gündür), Barış’ın tavsiyesiyle, evvelden pas geçtiğim, Rick & Morty’leri izliyorum — bir sohbet sırasında Barış bana Rick & Morty’nin bir sorunu çözemeyişlerinin ardından, sorunu çözüp, hemen akabinde öldükleri gerçekliğe (“reality”) gidip, oradan devam ettikleri bölümden bahsetmişti (S01E06 – “Rick Potion #9”). O bölümden iki bölüm sonra bir kriz anında Morty Summer’a bunu anlatır:
- Can I show you something?
- Morty, no offense, but a drawing of me you made when you were 8 isn't gonna make make me feel like less of an accident.
- That, out there? That's my grave.
- Wait, what?
- On one of our adventures, Rick and I basically destroyed the whole world. So we bailed on that reality, and we came to this one. Because in this one, the world wasn't destroyed. And in this one, we were dead. So we came here, a-a-and we buried ourselves, and we took their place. And every morning, Summer, I eat breakfast, 20 yards away from my own rotting corpse.
- So, you're not my brother?
- I'm better than your brother. I'm a version of your brother you can trust when he says, "Don't run". Nobody exists on purpose, nobody belongs anywhere... everybody's gonna die. Come watch TV.
R&M, S01E08 - Rixty Minutes (bunu yazdıktan sonra Smiths'in "Reel Around the Fountain"ını dinlemek farz oldu, 3 kere dinledim ben de bu arada)
Ah, ne kadar komik bir çizgi-film şu Rick & Morty! <gözünden yaş gelir…>. Umut verici bir şey, Gaiman’ın Bin Kedinin Rüyası‘nda olduğu gibi, yeterince inananı olursa, paralel evrenler, multiverseler de mümkün. Dr. Strange’in yeni tanıtım filmi çıkmış Comic-Con’da, onda da söylüyorlar hem, tabii ki!
Limitler zorlanıyor, sürekli bir test. Geçen gün bir tanıdığıma “bu dünyaya 10 üzerinden kaç verirdin?” diye sordum da, “günaha sokma beni…” cevabını verdi. Ama sonradan hatırladım ki, ben olayı çözmüştüm ki zaten (spoiler: Bruce Wills filmin başından beri ölü)
İki tane alıntılayacağım şey vardı, haydi Robert Graves’in “I, Claudius”undan Caligula’nın imparator oluşuna dair kısmı da sayalım, üç olsun, üşendim. Üşenmemeliyim halbuki, değil mi, aydınlanma, bilginin mutlak iyiliği erdemi vs… Buyrunuz o halde:
Caligula was twenty-five when he became Emperor. Seldom, if ever, in the history of the world has a prince been more enthusiastically acclaimed on his accession or had an easier task offered him of gratifying the modest wishes of his people, which were only for peace and security. With a bulging treasury, well-trained armies, an excellent administrative system that needed only a little care to get it into perfect order againfor in spite of Tiberius' neglect the Empire was still running along fairly well under the impetus given it by Liviawith all these advantages, added to the legacy of love and confidence he enjoyed as Germanicus' son, and the immense relief felt by Tiberius' removal, what a splendid chance he had of being remembered in history as "Caligula the Good", or "Caligula the Wise", or "Caligula the Saviour"! But it is idle to write in this way. For if he had been the sort of man that the people took him for, he would never have survived his brothers or been chosen by Tiberius as his successor.
Robert Graves, "I, Claudius"
As I write, the President of the United States is a former Hollywood movie actor. One of his principal challengers in 1984 was once a featured player on television's most glamorous show of the 1960s, that is to say, an astronaut. Naturally, a movie has been made about his extraterrestrial adventure. Former nominee George McGovern has hosted the popular television show "Saturday Night Live". So has a candidate of more recent vintage, the Reverend Jessee Jackson.
Meanwhile, former President Richard Nixon, who once claimed he lost an election because he was sabotaged by make-up men, has offered Senator Edward Kennedy advice on how to make a serious run for the presidency: lose twenty pounds. Although the Constitution makes no mention of it, it would appear that fat people are now effectively excluded from running for high political office. Probably bald people as well. Almost certainly those whose looks are not significantly enhanced by the cosmetician's art. Indeed, we may have reached the point where cosmetics has replaced ideology as the field of expertise over which a politician must have competent control. (...) To take an example closer to home: as I suggested earlier, it is implausible to imagine that anyone like our twenty-seventh President, the multi-chinned, three-hundred-pound William Howard Taft, could be put forward as a presidential candidate in today's world. The shape of a man's body is largely irrelevant to the shape of his ideas when he is addressing a public in writing or on the radio or, for that matter, in smoke signals. But it is quite relevant on television. The grossness of a three-hundred-pound image, even a talking one, would easily overwhelm any logical or spiritual subtleties conveyed by speech. For on television, discourse is conducted largely through visual imagery, which is to say that television gives us a conversation in images, not words. The emergence of the image-manager in the political arena and the concomitant decline of the speech writer attest to the fact that television demands a different kind of content from other media. You cannot do political philosophy on television. Its form works against the content.
Neil Postman, "Amusing Ourselves to Death"
Şimdiki alıntının biraz daha rahat anlaşılması için ön bilgi: Kahneman, insan beyninin karar verme aşamasında başlıca olarak iki sistemin rol oynadığını öne sürer: 1. sistem eldeki/göz önündeki imkanları kullanarak hızlı karar veren, düşünme eylemini çok tetiklemeyen ve hayatımızdaki baskın sistem olup, 2. sistemse, analitik olarak tartıp biçtiğimiz, ince eleyip sık dokuduğumuz vs vs.. ama çok tembel olan, bu yüzden de ilkine göre nadiren devreye giren sistem olmakta. Bu benim anlatırken “birincisi kaka, ikinci cici” şeklinde değil — sözgelimi araba sürerken ikincisi devreye girse 10km/saat ile bile gidiyorken paniklememiz an meselesi. Hayatta kalmamızı çok büyük oranda 1. sistemi kullanıyor olmamıza borçluyuz ama o da bazen -hemen her zaman- boyundan büyük işlere kalkıyor, 2.’nin önüne geçiyor, ikinci de gerçi dünden razı tembelliğinden…
For a specific example of a basic assessment, consider the ability to discriminate friend from foe at a glance. This contributes to one’s chances of survival in a dangerous world, and such a specialized capability has indeed evolved. Alex Todorov, my colleague at Princeton, has explored the biological roots of the rapid judgments of how safe it is to interact with a stranger. He showed that we are endowed with an ability to evaluate, in a single glance at a stranger’s face, two potentially crucial facts about that person: how dominant (and therefore potentially threatening) he is, and how trustworthy he is, whether his intentions are more likely to be friendly or hostile. The shape of the face provides the cues for assessing dominance: a “strong” square chin is one such cue. Facial expression (smile or frown) provides the cues for assessing the stranger’s intentions. The combination of a square chin with a turned-down mouth may spell trouble. The accuracy of face reading is far from perfect: round chins are not a reliable indicator of meekness, and smiles can (to some extent) be faked. Still, even an imperfect ability to assess strangers confers a survival advantage.
This ancient mechanism is put to a novel use in the modern world: it has some influence on how people vote. Todorov showed his students pictures of men’s faces, sometimes for as little as one-tenth of a second, and asked them to rate the faces on various attributes, including likability and competence. Observers agreed quite well on those ratings. The faces that Todorov showed were not a random set: they were the campaign portraits of politicians competing for elective office. Todorov then compared the results of the electoral races to the ratings of competence that Princeton students had made, based on brief exposure to photographs and without any political context. In about 70% of the races for senator, congressman, and governor, the election winner was the candidate whose face had earned a higher rating of competence. This striking result was quickly confirmed in national elections in Finland, in zoning board elections in England, and in various electoral contests in Australia, Germany, and Mexico. Surprisingly (at least to me), ratings of competence were far more predictive of voting outcomes in Todorov’s study than ratings of likability.
Todorov has found that people judge competence by combining the two dimensions of strength and trustworthiness. The faces that exude competence combine a strong chin with a slight confident-appearing smile. There is no evidence that these facial features actually predict how well politicians will perform in office. But studies of the brain’s response to winning and losing candidates show that we are biologically predisposed to reject candidates who lack the attributes we value—in this research, losers evoked stronger indications of (negative) emotional response. This is an example of what I will call a judgment heuristic in the following chapters. Voters are attempting to form an impression of how good a candidate will be in office, and they fall back on a simpler assessment that is made quickly and automatically and is available when System 2 must make its decision.
Political scientists followed up on Todorov’s initial research by identifying a category of voters for whom the automatic preferences of System 1 are particularly likely to play a large role. They found what they were looking for among politically uninformed voters who watch a great deal of television. As expected, the effect of facial competence on voting is about three times larger for information-poor and TV-prone voters than for others who are better informed and watch less television. Evidently, the relative importance of System 1 in determining voting choices is not the same for all people. We will encounter other examples of such individual differences.
System 1 understands language, of course, and understanding depends on the basic assessments that are routinely carried out as part of the perception of events and the comprehension of messages. These assessments include computations of similarity and representativeness, attributions of causality, and evaluations of the availability of associations and exemplars. They are performed even in the absence of a specific task set, although the results are used to meet task demands as they arise.
Daniel Kahneman, "Thinking Fast and Slow"
Bana hiç bakmayın — ben, daha önce de bir ihtimal söylemiş/yazmış olacağım üzere, birbirini tanımayan bir dolu insanın metroda birbirlerini öldürmeden, etkileşime geçmeden nasıl olup da bir noktadan bir noktaya gidebildikleri medeniyet seviyesine ulaştıklarına bile şaşakalan bir kanaat seviyesine sahibim bütün insanlık hakkında.
Hazır ahkâm çeşmemi açmışken (ki, dikkatinizi çekerim, henüz alıntılar dışında pek bir şey de yazmış değilim henüz), değinmek istediğim bir konu daha vardı (William Faulkner’ın “Barn Burning” hikayesi üzerinden açılacaktım) ama değinmeyeceğim (özetle: yazının başından bu yana kararımdan döndüm). Faulkner demişken: dün Levent’le, Almodovar yakın zamanda bir şey yapmış mı diye bakınıyorduk ki, Alice Munro’nun hikayelerinden bir film çekmiş olduğunu gördük (Julieta (2016)).
Başka ne yazacaktım? Yazmak yerine bahsedeyim de bitireyim… Hatırlayamadım. Hafıza kolaylıkla değiştirilebilen, güvenemeyeceğiniz bir şey. Öyle fena deneyler öğrendim ki insanın hafızasının, karar verme yeteneğinin (yetenek değil de, başka bir şey deniyordu buna… meziyet miydi ki? — yok mekanizmaydı aklımdaki sanırım) ne kadar da kaypak olduğuna dair. Bir de Strugatsky’lerin Roadside Picnic kitabından bahsedecektim – doğrudan kitaptan değil de, orayla ilgili bir şeylerden, o da gitti aklımdan, aman, neyse. (o sırada alternatif evrende…)
-Kendimce- İç karartıcı yazılar yazınca, görev edineyim, bir dansla bitireyim. Öyleyse bugünkü dansımız seyretmemiş olduğum Hal Hartley’nin Simple Men (1992) filminden tüm frustrated gençliğe (siz nasıl diyoğ?…) gelsin (çalan şarkı: Sonic Youth – “Kool Thing”):
Çok uzun bir süredir bu hayatın, her şeyin aslında sanal bir şeyler olduğunu düşünüyordum ama içinden çıkamadığım bir soru vardı: neden yapıyorken daha iyisi yapılmamıştı, neden bizler daha iyisini düşünebiliyorken daha kötüsünü yaşıyorduk? Tabii bir de Banville ile Lem’in sayıklamaları vardı (geçen bölümü kaçıranlar için tekrarı: "Given the world that he created, it would be an impiety against God to believe in him." — Banville & "For moral reasons I am an atheist for moral reasons. I am of the opinion that you would recognize a creator by his creation, and the world appears to me to be put together in such a painful way that I prefer to believe that it was not created by anyone than to think that somebody created this intentionally." — Lem. Yani anlayacağınız işler bildiğiniz gibiydi. Aksi gibi, bu haftaki dersin konusu hücresel otomatlar (cellular automata) idi, açtım ağzımı yumdum gözümü, dijital fizik, kukla falan filan, çocukların da içini kuruttum. Neyse.
Geçen ayların birinde bu sorunun cevabını buldum. Düşünün ki "işlemediğiniz bir suçtan ötürü" (tabii, tabii) hapse girmişsiniz, hapis de tasavvur ettiğiniz kadar kötü bir yer: sular akmıyor, adalet yok, mantık yok, yemekler kötü, size sırf enerjinizi harcayın da pasifleşin diye taş kırdırıyorlar ve daha bir sürü anlamsız iş yapmak zorunda kalıyorsunuz. Eminsiniz, müdürü bir görüp durumu anlatsanız, birlikte el ele verip hapishaneyi daha verimli, daha yaşanabilir, daha amacına uygun bir yere dönüştürebileceksiniz. Ama müdür hala görünürde değil…
Biraz daha başa saralım: Hapistesiniz ama hapiste olduğunuzun farkında değilsiniz. Bir anda her şeyi, bütün bu yoklukları, adaletsizlikleri (çocuk ölümlerini, açlığı) öyle kapsayıcı şekilde açıklayabilmeye başladım ki…
Bu çözüm önerisine nasıl ulaştım? Biri söylemişti "dünya evrenin tımarhanesidir" diye, işte oradan. Tımarhaneyi hapishane yapınca bir anda çözülüveriyor. Sonra, şükranlıkla, o "dünya evrenin tımarhanesidir" vecizesini eden kişiyi araştırdım, bilin bakalım kim çıktı?…
hem de nerede söylüyor? Şurada ve şurada bahsettiğim efsane 2004 Spokane konuşmasında (Doğu Washington Üniversitesi’nin mezuniyet töreninde yaptığı "How Music Cures Our Ills (and there are lots of them)" konuşma).
İngiliz matematikçi ve düşünür Bertrand Russel bu gezegene ne derdi, biliyor musunuz? "Evrenin Akıl Hastanesi." Ayrıca hastaların hastaneyi ele geçirdiğini, birbirlerine işkence edip her yanı yakıp yıktıklarını söylüyordu. Mikroplardan yahut fillerden bahsetmiyordu. Bizden bahsediyordu.
You want to know what the British mathematician and philosopher Bertrand Russell called this planet? He said it was "the Lunatic Asylum of the Universe." And he said the inmates had taken over, and we were tormenting each other and trashing the joint. And he wasn’t talking about the germs or the elephants. He meant we the people.
Bu dönem epey ders veriyorum, bu sayede epey de çok öğrenciyle birlikte güzel güzel vakit geçiriyoruz; tahminim odur ki, onların az da olsa bir kısmı bu blogu çoktan keşfettiler, buraya kadar da okumuşlarsa şayet, rica ediyorum, lütfen Vonnegut’un bu kitabını (Türkçe’de April Yayınları’ndan çıkmış: "Daha ne olsun" adıyla, ama ben "hey ahbap, n’aber moruk? Adamım senin derdin ne?" Türkçe’sini pek/hiç beğenmedim, o yüzden okuyabiliyorsanız orijinal dilinde edinin derim (If this isn’t nice, what is?) — buradan bu konuşmanın orijinal metnine ulaşabilirsiniz (kitap, bunun gibi 8 konuşmayı daha içeriyor)).
Teşhis kondu, elimizdeki bulguları da doğruluyor, o halde Occam’ın keskisi ("ya öğrenciler okuyorsa?" kaygısıyla pek bir ağır takıldım, farkındayım Sururi Efendi!.. 8P)