Sururi at the bleeding edge / cutting edge / edge.

 Geçenlerde ilgili başlık aklıma geldiğinde, üşenmedim, araştırmacı blogçu kişiliğime yenik düşüp derin araştırmalara (wiktionary) yelken açtım. Öğrendim ki terimler nalburluktan geliyormuş, kılıçlar için kullanılmaya başlamış, Bleeding edge çok oturmamış, yeni çıkmış fırından (ustası Çorum’dan) kılıçları tanımlarken, cutting edge de en son yenilikleri içeren, süper düper falan filan (bir de aynı minvalde state of the art vardır ki, sanattan çok teknoloji ve bilimde kullanılır). Geçen hafta iki tane pek güncel şeyden/şeyle haberim/etkileşimim oldu da, genelde şimdiyle pek alakam olmadığından garibime/hoşuma gitti, sizlerle paylaşmadan edemedim (yoksa şuracıkta çatlardım valla(hi)).

Geçen ay Otostopçunun Galaksi Rehberi serisini (1-5) tekrardan okudum bir güzel: beni en çok vuran şeyler Arthur ile Fenchurch’ün ilişkisi (So long, and thanks for all the fish), evreni yöneten adam (The restaurant at the end of the universe) ile Tanrı’nın kullarına son mesajı (So long, and thanks for all the fish) oldu; bir de Elvis Priestley de biraz ağlak danone olsa da, güzel bir dokunuş idi (baki kalan bu kubbede) (Mostly Harmless).

Neyse, işte seriyi bitirdikten sonra bilim-kurguya biraz ara veririm diyordum, ama AV Club sağolsun, beni yeni çıkmış olan, Thomas King diye bir arkadaşın "A Once Crowded Sky" kipatından haberdar etti. Ben kipatı alıp almamak arasında giderken, bu sefer de amazon, "bunu alanlar bak bunları da şey etti" diyerekten bana pek güzel bir kapaklı, ilgi uyandırıcı isimli ve neresinden bakarsanız bakın yazlık çıtır çerez olduğu ("Clerks meets Buffy the Vampire Slayer" şeklinde bir sloganı olan bir kipattan ne kadar bir şey bekleyebilirsiniz?) Michael R. Underwood isimli genç bir arkadaşın (EST bunları yazarken ilgili kişiye çaktırmadan baş ve işaret parmaklarıyla L yapıp alnına doğru tutar) Geekomancy kipatını tavsiye etti. Dediğim gibi, bütün entellektüelliğimle gidip kapağı için aldım, ama kitap da çok güzel bir çerezlik çıktı hakikaten zevkle okundu. Çıkmasının üzerinden bir ay geçmeden bitirdiğimden işte başta bahsi geçen "bleeding edge sururi" kavramına da kapıyı açmış olduk.

Geçen gün de internette dolanırken, Nik Kershaw’ın (mesela $izoSuru #2 – Kanserojen Şarkılar / Wouldn’t it be good) bunca yılın ardından yeni bir albüm (Ei8ht) çıkardığını öğrendim, gittim dinledim biraz, güzel, popidik işte, daha ne gerek? O da 6 ağustosta çıkmış da işte, böyle yakınen takip eder buldum bir anda kendimi.

Geekomancy’den sonra şöyle biraz çiddi bir şeyler okuyayım, ne o öyle, çocuk muyum SF/Fantazi filan okuyup duruyorum deyip, Kazuo Ishiguro’nun "Never Let Me Go"suna başladım. Uzunca bir tutukluktan, mahcupça gözünü kaçırmalardan filan sonra, o da ağzındaki baklayı çıkardı, "Sevgili Emre, senden artık daha fazla hakkımdaki gerçeği saklayamayacağım: ben aslında sıkıcı bir İngiliz yatılı ortaokul kipatı değilim, yani oyum da aynı zamanda ama esas olarak sıkıcı bir bilim-kurgu kipatıyım." deyiverdi. Pofffff… Bırakmadık ama, okuyoruz hala, az kaldı… Ayrıca The Island filmi (evet, hani o Scarlett Johanson ile Ewan McGregor’lu olan) 2005 yılında vizyona girmiş, bu kipat da 2005 yılında basılmış – birinden biri arak kesin (ben The Island’ı daha çok beğenmiştim, o yüzden onun tarafını tutuyorum). Ben bu entel dantel işlerini sevmiyorum — ara ara ara bir tane The Island’ı anış yok kipattan bahsederken (Roger Ebert, The Island’dan bahsederken kipatı anıyor (son paragraf) / bir de, tersine, Never Let Me Go 2010 yılında sinemaya uyarlanınca, millet o zaman anlıyor ama bu sefer de yanlış anlıyor). Benzeri bir arak/no/fobyayla Shutter Island / Mindgame’de karşılaşmıştım, o zaman da sinir olmuştum (hem bu sefer tarihler arasında yıl farkı da var: 2003/2001). İleride bahsetmek üzere not almıştım ama daha ne diyeyim bilemedim. Neyse, belki, belki..

Ah, bir de, Ian M. Banks’in hastası olduğumuz (eskiden daha çoktu bu hastalığımız zira Matter çok kötüydü, Surface Detail de ehven-i şer idi) The Culture serisinin yeni kipatı "The Hydrogen Sonata" 4 ekimde çıkacak imiş, haydi bakalım. Bir de üşenmeyip, ucundan takip ettiğim Kediler ve Kitaplar blogunun "Kısa Kısa"larından arakla bahsi geçen kipatlarla ilgili bir kolaj kotarsam ne iyi olurdu ama yok öyle yağma! Onun yerine geçenlerde Guggenheim’da gezdiğimiz (ah bu havam!) David Hockney sergisinden pek bir beğendiğim bir başka"kolaj"la veda ediyorum siz sevgili dinleyenlerime (işte benim Zeki Müren, daradara daradara dat dat dararara ra rarararara…)…


David Hockney – Pearblossom Highway, 11-18 April 1986 #1


 

The Sea / John Banville

Sevgili kâri– (evdeki) hesapta dün taze bitirdiğim John Banville’in "The Sea"sinden beni epey vuran bir bölümün yüklüce çevirisini yapacaktım, ama daha "Bare trees across the road were black against the last flares of the setting sun, and the rooks in a raucous flock were wheeling and dropping, settling disputatiously for the night." cümlesiyle silkinip, kendime geldim. Geldikten sonra da, hemen internete baktım, Türkçe’ye Hasan Kaya çevirmiş, Can Yayınları’ndan 2006 yılında çıkmış. Banville bir şair edasıyla yazdığından, kelimeler okurken dimağda kayıp gittiğinden, eriyip bittiğinden (Fax!) Türkçe’de nasıl olmuştur, bilemem, o nedenle tavsiye edemeyeceğim, bir ara bakarım elbet, o zaman hala hatırlıyorsam bir güncelleme yaparım.

Kipatı gene bu blogdaki paslaşmalarımızın ardından, Hande vasıtasıyla edindim, kitabı ikimizin de beğendiğine ikimiz de şaşırdık (kitap/dizi zevklerimiz niyeyse hiç uymaz!). O yüzden istedim ki, hem kitabı öveyim, hem de belki Hande’yle farklı sebeplerden beğenmişizdir kitabı, o ortaya çıkar, dünya da dengesini yeniden bulur.

Kitaptan bahsettiğim alıntıyı çeviremeyeceğim ama bu demek değil ki ilgili yerdeki yorumu da Türkçe’leştiremem (değildir herhalde). Başlayalım o halde:

Pinter’ın "İhanet"ini (The Betrayal) okurkenki duyduğum, o monoton, hani neredeyse banal anlatımın içinde ilkin göz ucuyla görüp de ardından bütün bu zamanlar boyunca arkalarda saklanan o ustalığın derinliklerini bütün ihtişamıyla karşınızda bulduğunuz duyguyla bu kitapta da karşılaştım. "Deniz"in (The Sea) durumunda, sizi ….

ya, anlaşılan bugün (ya da yarın ve sonraki gün) çeviri günüm değilmiş, özür dilerim; ilginiz, İngilizce’niz ve vaktiniz varsa, http://emresururi.tumblr.com‘a alalım sizi bu seferlik, kusura bakmayın ne olur. Kitap güzel, amcanın şair gibi bir anlatımı var. Anılar ve onların niteliği hakkında okuyageldiğim en sağlam kitap oldu. İki gün önce sorsaydınız kitabın nasıl gittiğini, öfleyip pöfler, yüzümü buruştururdum bir ihtimal ("işte arkadaş verdi, ayıp olmasın, okuyoruz…"). Fakat bir anda açıyor kendisini, hani -filmlerde (Amerikan)- vardır ya, barda sürekli asıl karakterlerle takılıp da hiç konuşmayan, sonra (filmin sonlarına doğru) bir olay üzerine bir anda bir monoloğa başlayan (şimdi belki sizin de aklınıza Chasing Amy, Silent Bob gelmiştir, ama benim kast ettiğim, sizden çok kendisine konuşan insanlar — mesela deliler) karakterler gibi. Bunu yapmasına gerek olmadan (sonra da zaten bir daha kimse ondan haber almaz).

Rose was standing in the doorway. She was in her bathing suit but was wearing her black pumps, which made her long pale skinny legs seem even longer and plaer and skinner. She reminded me of something, I could not think what, one hand on the door and the other on the door-jamb, seeming to be held suspended there between two strong gusts, one from inside the hut driving against her and another from outside pressing at her back.
p.242

[Rose kapıda duruyordu. Üzerinde mayosu vardı ama ayağına siyah ayakkabılarını geçirmişti, bu da uzun soluk sıska bacaklarını daha da uzun, daha da soluk, daha da sıska gösteriyordu. Bir eli kapıda, diğeri de eşiğin üzerinde, sanki biri kabinden yüzüne doğru, diğeri dışarıdan gelip de arkasından bastıran iki güçlü rüzgarın arasında dengede tutuluyormuş gibiydi, bana ne olduğunu bilemediğim bir şeyi hatırlatıyordu.]

"She reminded me of something, I could not think what" (Bir de Cemal Süreya’nın "Bir şey var şu bizim durumumuz ona benziyor"u vardır, bilmem ki benzer minvalde midir).

Olaya ısınmanız için başlardan itibaren düşük dozajlı bir gizem havası veriliyor, ara ara besleniyor, ama işte karşınızdakinin kim olduğunu (boşuna vermiyorlar Booker’ı) anlayınca, bayırlardan aşağı koşar adım giderken pek de umrunuzda olmuyor gizem filan (son 30-40 sayfada yalnız, son derece Iris Murdoch’ımsı bir şekilde hem de, açık uçlar birleştiriliyor, havada asılı kalması çok daha uygun olacak pek çok soru cevaplanıyor, yazar bir anda normal, mesaili bir yazara dönüşüyor ki, biraz üzülüyor insan tabii ki (üzüntü ve muz kabuğu).

İstikrarsızlıklar, adını koyamamalar, tekrarlar, tekrarladıkça geliştirmeler, düzeltmeler… Kitabın ana konusu hatıralar olunca, bunlar bütün ihtişamlarıyla karşılıyor sizi. Hakikaten etkilendim çok, amcanın röportajından belliydi zaten (umutsuz vaka, umutsuz vaka). Neden bir şey insanın o kadar umrunda olmadığında, öncelikleri arasında olmadığında, işte tam o zaman başkalarınca gıpta edilebilecek mertebeye erişir? Bir de: kimsenin olmadığı ormanda ağaç düşse sesi çıkar mı? kaonuna dün cevap bulmuş bulunmaktayım (darısı ormanda kaka yapan ayı varyantının başına). Cevap: "Eğer gerekiyorsa" (ya da donanımınız çok iyiyse ve böyle bir ekstra rendering’in sisteminizi yavaşlatacak kadar işlemciye yük bindirmeyeceğini biliyorsanız, ses çıkartabilirsiniz). Eğer bu soru açıldığında ortamda etkilemek istediğiniz kızlar varsa, o zaman entel cevap olarak "ses çıkmaz çünkü kimsenin olmadığı bir ormanda ağaç yoktur, orman yoktur, esse est percipidir (WYSIWYG)" diyebilirsiniz, kimsenin umrunda olmayacaktır zira.

Neyse, daldık gittik yine. Öyle.


(Bir de Bear Cavalry vardır, bilen bilir)
Eee Hande, sen ne diyorsun bakalım?

Üzgün bir insan: David Foster Wallace

David Foster WallaceBu günlerde David Foster Wallace (DFW)’ın "Brief Interviews with Hideous Men" (BIwHM) isimli hikaye seçkisini okumaktayım (aslında bitti ama uzatmaları oynuyorum). DFW, üzgün bir insan – şimdi "üzgün" deyince pek anlaşılmıyor ama "weltschmerz‘in dibine vurmuş" desem daha kötü olacak. Son derece farkında bir insan, aşırı farkındalık. Georgina ile yan sohbet konularımızdan biridir: iyiler de ikiye ayrılır, hep iyi şeyler düşünen saf iyiler ve kötülüğün ne demek olduğunu bilen, kötü şeyler düşünebilen "façalı" (scarred) iyiler. Bu façalı iyiler, saf iyileri biraz küçümseseler de tabii ki onlara imrenirler (saf iyilerin bittabii ki "aptal" olmadıklarını da eklemem lazım, şanslı? Evet – ama aptal?Hayır). Buradan biraz yan yollara saparak bir diğer çaresizliğimiz olan bir kez bildiğimiz/öğrendiğimiz bir şeyi bir daha eski durumuna getirememe derdimize de çıkabiliriz (daha da sıkılmak için bkz. "Hoşnutsuzluğumuzun Kışı ve…" başlıklı girişin sonundaki maddelerden üçüncüsü ve "un-knowing" fenomeni). Bu noktada şu "un-knowing" mefhumu bir kenara (i.e., ait olduğu yere) bırakıp, BIwHM’in açılış parçası olan "A Radically Condensed History of Postindustrial Life"ı buraya alıntılamak isterim (tam metin, Türkçe’sini de peşinden koyuyorum — kısa bir şey zaten, okursanız sevinirim):

A RADICALLY CONDENSED HISTORY OF POSTINDUSTRIAL LIFE / David Foster Wallace

     When they were introduced, he made a witticism, hoping to be liked. She laughed extremely hard, hoping to be liked. Then each drove home alone, staring straight ahead, with the very same twist to their faces.

     The man who’d introduced them didn’t much like either of them, though he acted as if he did, anxious as he was to preserve good relations at all times. One never knew, after all, now did one now did one now did one.

ENDÜSTRİYEL-ARDILI ÇAĞDA YAŞAMIN AŞIRI DERECEDE KISALTILMIŞ TARİHÇESİ / David Foster Wallace

     Tanıştırıldıklarında adam, hoşa gidileceği umuduyla, nükte yaptı. Kadın, hoşa gidileceği umuduyla, derinden güldü. Sonrasında ikisi de arabalarına atlayıp, yol boyunca yüzlerinde tam da aynı ifade ile, gözlerini yoldan ayırmadan bir başlarına evlerine gittiler.

     Onları tanıştıran adam, ikisinden de pek hoşlanmasa da, sanki hoşlanıyormuş gibi yapmıştı, her zaman için iyi ilişkiler içinde bulunmaya dikkat ederdi. Zira insan hiç bilemezdi, şimdi şu insan hariç, şimdi şu hariç, şimdi şu hariç.

Evet, 2 satırlık çeviride bile çok zorlandım. Kapanıştan dolayı "hiç belli olmazdı" diyemedim, "now did one, now did one…"daki kelime oyununu da iyi yansıtamadım (gerçek olayı hikaye olarak yazmasıyla, olayla ilgili olanların kartlarını da açığa çıkarmış oluyor aslında – gibi bir şeydi benim anladığım), farkındayım, biliyorum, zaten konumuz iyi çeviri değil, farkındalık idi. Neyse. DFW, 2008 yılında, ağır depresyona daha fazla dayanamayıp(*), 46 yaşındayken intihar etmiş (nokta). Neyse. Yaralı iyilerimize dönecek olursak, bireylere karşı iyi kalplidirler (yolda gördükleri hemen herkesin iyiliğini isterler), insanlıktan ümitlerini kesmişlerdir en kötüsü de her şeyin en kötüsünü düşünürler (kötümser midirler? Garip gelecek ama, değillerdir. Umut etmekten yılmazlar, zaten sanırım o yüzden iyiler kategorisinde yer alırlar). Karizmatik filan da olmazlar pek: sürekli sizin gibi müthiş birinin ("iyi" yanlarından biri de budur: herkesi aslında olduklarından daha iyi ve ideal görürler) niye kendisiyle arkadaşlık ettiğinizi sorgulayan bir kişinin şüphesiz pek de karizmatik olabilmesini bekleyemeyiz. Kitaptaki en beğendiğim hikayelerden biri olan "Octet"i, o kadar beğenmeme rağmen bitiremeyişimin sebebi de buydu: yazarı hikayeyi/yazıyı bitirememeniz için elinden geleni yapıyor, sizi yabancılaştırıyor, uzaklaştırıyor, bir yandan da arada dayanamayıp kaçamak bir bakış atıyor: hala okuyor musunuz, yılmadan devam ediyor musunuz diye (en saf ümidinin bu olduğunu anlıyorsunuz bir süre sonra: ona rağmen hikayeye devam edip bitirmeniz). Ha bir de: yaralı iyiler kendilerine karşı acımasızdırlar (öte-empati), bir de bütün dünyanın onlar etrafında döndüğünü tam olarak ters bir açıdan düşünürler (bütün dünya onlara karşı ilgisizlikte birleşmiştir — onlar hakkında onlar yokken bahislerinin geçmesi en az olası şeydir (onlara göre, "olabilir mi öyle bir şey!!!")). Keşke onlara söyleyebilseydik "Ne o, ne o…" diye ("ne öyle, ne böyle").

Kitap sonuçta, tabii ki, üzücü. Kitaptaki şeylerden çok yazarından dolayı üzücü. Bahsettiğim intiharı değil, tabii o da bir şey ama

The depressed person was in terrible and unceasing emotional pain, and the impossibility of sharing or articulating this pain was itself a component of the pain and a contributing factor in its essential horror.

(Depresif kişi korkunç ve bitmeyen bir duygusal acı içindeydi, ve bu acıyı paylaşmanın yahut da dile getirmenin imkansızlığının kendisi bu acının bir bileşeni oluyor ve acının özündeki dehşete katkıda bulunuyordu.)

 diye bir şeyi yazabilen birine üzülmemek mümkün mü?

Ne zamandır yazmak istediğim "Anti- kulak fıkrası" başlıklı olabilecek bir yazımın varyantlarına değinmek istiyordum bir de, ondan sonra tamamdır deyip, artık müsadenizi isteyeceğim (esner, esnerken saatine bir göz atar: "vakit de geç olmuş…")

1. varyant ("bir gecelik movement"):     Adam (/erkek/oğlan) "metalci" bir kadınla bir gecelik ilişki yaşamak istemektedir (kendi metalci değildir), bu isteğini gerçekleştirmek umuduyla bir metalci gibi "giyinip", bir metalci barına gider.  
     Kadın (/dişi/kız) "metalci" bir erkekle bir gecelik ilişki yaşamak istemektedir (kendi metalci değildir), bu isteğini gerçekleştirmek umuduyla bir metalci gibi giyinip, bir metalci barına gider.
     Adamla kadın bu barda tanışırlar, birlikte bir gece geçirirler, ikisi de dileğini gerçekleştirmiş olur.

2. varyant ("maviye boya, genelleştir hareketi"):
     Bir şey, kendisinin mor olmasına karşın, daha mavi olduklarından dolayı lacivert bir tamamlayıcı-şeyle hayatını geçirmek istemektedir. Bu yüzden kendisini laciverte boyayıp, lacivert bir tamamlayıcı-şeyle tanışır, birlikte maviye yakın bir tonda hayatlarını geçirirler.
     Bir tamamlayıcı-şey, kendisinin mor olmasına karşın, daha mavi olduklarından dolayı lacivert bir şeyle hayatını geçirmek istemektedir. Bu yüzden kendisini laciverte boyayıp, lacivert bir şeyle tanışır, birlikte maviye yakın bir tonda hayatlarını geçirirler.

3. varyant ("corollary" / Anti- kulak fıkrası):
    İki kişi birlikte mutlu ve güzel bir yaşam süregelmektedirler. (Siz gerçekteki hallerini yukarıdan biliyorsunuzdur)


(*) "The Depressed Person" hikayesinden alıntılayacak olursak:
(…) The depressed person’s therapist (…) had deployed the following medications in an attempt to help the depressed person find some relief from her acute affective discomfort and progress in her (i.e., the depressed person’s) journey toward enjoying some semblance of a normal adult life: Paxil, Zoloft, Prozac, Tofranil, Welbutrin, Elavil, Metrazol in combination with unilateral ECT (during a two-week voluntary in-patient course of treatment at a regional Mood Disorders clinic), Parnate both with and without lithium salts, Nardil both with and without Xanax. None had delivered any significant relief from the pain and feelings of emotional isolation that rendered the depressed person’s every waking hour an indescribable hell on earth, and many of the medications themselves had had side effects which the depressed person had found intolerable. (…)

Bir zamanlar ve şimdi.

 Dün, OBM’nin Lydia Narraway’in arkasından yazdığı blog girişine istinaden, hazır Carver’dan da sıcağı sıcağına "The Distance"ı okumuşken, bir blog girişi de ben yapayım demiştim, olmadı, dizi (Psych) seyrettik onun yerine, öyle yazmadan yatınca da gece rüyamda eski bir "arkadaşı" gördüm, iyi mi? (değil ama olsun, iyidir inşallah rüyamda onun da olduğu bir ortamda buluyordum kendimi, "medeni olayım, bir merhaba diyeyim" diye düşünürken bir türlü bakışını yakalayamıyordum, sonra da işte çok geç oluyordu, "awkwardness" giriveriyordu araya. Tam böyle düşünürken, bir anda birbirimizin görüş alanına tekrar giriyorduk da, ben medeni "merhaba"mı kendisine iletebiliyordum, o da "ah, ben de sana mektup yazıyordum şimdiki garip durum hakkında" diyordu – ya da işte onun gibi bir şeyler…).

Carver hakkında çok yazasım var. Raymond Carver’ı yıllar yıllar, seneler seneler evvel İletişim Yayınları’nın bastığı "Aşktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz" kitabıyla tanımıştım, çok fena yapmıştı o kitap beni, zaten o günlerde Tom Waits dinliyor, beri yanda Bukowski okuyordum, öyle böyle değildim yani anlayacağınız. İlerleyen yıllarda hikayelerinin hemen hepsini İngilizce’den okudum, şimdi vaktiyle yazdığım bir girişi buldum da, oraya işaret edip, taksimi kısa keseceğim.

Geçen sene Carver’ın yayınlamış olduğu bütün hikayelerini içeren bir baskı buldum (Raymond Carver: Collected Stories (Library of America)), orada "Aşktan Sözettimizde Sözünü Ettiklerimiz"in ("What We Talk About When We Talk About Love"), Carver’ın efsane editörü Gordon Lish’in eline geçmeden önceki hali ("eline geçtiği hali" demek daha doğru olacak) olan "Beginners" da yer almakta. Lish, inanılmayacak bir oranda, haddini fersah fersah aşan değişiklikler uygulamış. Kitabın sonunda ilgili değişiklikler üzerine Carver’ın ona yazdığı mektuplar da yer aldığından pek üzerinde anlaşılmış oldukları da söylenemez. Buna rağmen, tek bir şey söylemeye hakkım var mı? Pek yok, zira Carver’ı okuyup da beğendiğim o hikayeler, aslında Lish’in kuşa çevirdiği, içlerindeki iyi duyguları gördüğü yerde sildiği, hakaretlerle değiştirdiği hikayelerin ta kendisi. Orijinal hallerini okuyunca daha da vurulmadım mı, vuruldum tabii ki de. İlk olarak orijinallerini, düzenlenmemiş hallerini okusaydım, beğenmeyecek miydim? Daha bile beğenecektim ama yine de Lish’in bu ayıbını vaktiyle bilmeden onaylamışım, lekesi sıçramış.

Gene kitabın sonundaki notlardan ve kronolojiden anlıyoruz ki, Carver yaşadığını yazmış bir adam. Öyle başarının tadına da pek varmamış, yani o anlamda, şan-şöhret, Ernest Hemingway gibi filan olmamış. Tabii skalanın öbür ucunda Kafka da sayılmaz ama hikayelerinin faraza New Yorker’da yayınlanmakta oluşu filan yine de hayatını değiştirmemiş. Yazdığı gibi bir yaşam sürmüş, başarısız evlilik, gayri meşru ilişkiler, alkolizm, mutsuzluk, bitmişlik, bezginlik, atları da vururlar çaresizliği.

Hikayelerinde iyiler, kötüler yok. Hikayelerinde insanlar var. İnsanın parası olunca iyi olması da kolay oluyor, onun hikayelerinde parası olan insanlar pek yok. Geçen hafta şeytana uydum, kaç defa "yok, seyredemem, dayanamam…" dediğim "Kader"i (Zeki Demirkubuz) seyrettim, iyi halt ettim. Allahtan doğrusal olmayan bir şekilde izledim yine de çok fena yaptı beni — yoksa öyle başından kuzu gibi başlasam, mümkün değildi toparlanmam (Masumiyet hala kanar içimde, bu, oradan bildiğinizi de kullanıyor size karşı). Carver’ın hikayelerinde de görüyorsunuz o aşkın (daha Amerikan usulü yumuşamış) hallerini ("Beginners" hikayesinin başındaki aşk hikayesi ile "Pie" mesela, ama benim için en keskin biçimde "One More Thing" oldu ("What We Talk About When We Talk About Love"da özünden sıyrılıp tanınmaz hale getirilmiş)).

Neyse, diyeceklerim bunlar değildi. İstediğim, vaktiyle guzelonlu’da görüp vurulduğum resim altı yazısıyla birlikte şu fotoğrafı apartıp, altına da Carver’ın "The Distance"ının son paragrafını ekleyip, OBM’ye İtalyan Kız’lara çok da takılmamasını söylemekti, gene bir ton laf, bir ton kalabalık, ton balıklı salata… 


“This Photograph is my proof. There was that afternoon,
when things were still good between us, and she embraced
me, and we were so happy. It did happen. She did
love me. Look see for yourself!”

This is My Proof, Duane Michals (1974)

The Distance, Raymond Carver (1978):
(…) But he continues to stand at the window, remembering that gone life. After that morning there would be those hard times ahead, other women for him and another man for her, but that morning, that particular morning, they had danced. They had danced, and then they held to each other as if there would always be that morning, and later they laughed about that waffle. They leaned on each other and laughed about it until tears came, while outside everything froze, for a while anyway.

Bir Mektup ve diğer Nurullah Ataç yazıları

 – Bay Cahit Tanyol’a –

    Derginizin, Akademi‘nin ilk iki sayısını tırılca buldum, onun için bir daha almıyayım diyordum. Üçüncü sayısında bana bir cevabınız olduğunu öğrendim; zahmet edip yazmışsınız, ben de aldım okudum. İyi etmişim aldığıma: yazınız sevindirdi beni, bir değil, birkaç yönden sevindirdi, anlatayım.

    Önce şunu söyliyeyim size: o yazınızı, şimdiye değin gördüklerimin hepsinden çok beğendm. İyi bir yazıdır demiyorum, ama okunabiliyor. Öteki yazılarınızda bir sıkıntı, bir zorakilik sezilir, dokunduğunuz konuların sizi şöyle gerçekten ilgilendirmediği, o soruların sizi içinizden kavramadığı pek bellidir, düşüncenizin yetersizliğini birtakım karışık, edebiyatça sözlerle örtmeğe kalkarsınız. Bu kez içinizden gelen bir ses uyarak yazmışsınız. Kırılmışsınız, gücenmişsiniz, belki öfkelenmişsiniz, bir şeyler olmuş. Öfke, yazı yazan kişiye sevgi gibi, inan gibi iyi bir yoldaş değildir, ama ne de olsa ilgisizlikten yeğdir. Bir gün bir yazara gerçekten, şöyle benliğinizi saran bir güçle hayran olursanız, bir düşüncenin doğruluğunu sanki etinizde duyuverirseniz, bu dediklerimi o gün daha iyi anlarsınız.

    Sevinmemin ikinci sebebi beni artık beğenmediğinizi, sevmediğinizi söylemenizdir. İnan olsun, Bay Cahit Tanyol, sizin beni beğendiğiniz yazarlar arasında saymanız gücüme gidiyordu. Bunu sizi küçümsediğim için, sizde bir değer bulmadığım için söylemiyorum; ama sizinle ben biribirimizi sevebilecek kişiler değiliz, yaradılışımızda bir uzlaşmazlık, biribirimizden bir uzaklaşma var. Siz rahat bir kişisiniz, kaygılarınız dahi size bir rahatlık veriyor; biliyorsunuz, öğrenmişsiniz. “Oh! doğru yoldayım ben” diyebiliyorsunuz. Bakın, bana yazarlığı bırakıp da Muamer Karaca’nin kumpanyasına girmemi öğütlerken içinizin rahat olduğu nasıl da gözüküveriyor! Muammer Karaca seyircileri eğlendimeğe bakan, büğün var, yarın yok küçük bir sanat eri; siz büyük  sanatla uğraşan bir aydın!.. Ben ise kaygılarımdan bir türlü kurtulamam. Fıransız yazarlarından Jacques Rigault’nun “Kesin de söylesem gene sormaktayım” diye bir sözü vardır, ben her yazımın üzerine onu koyabilmek isterdim.

    Muammer Karaca sözünü öyle çabuk kapatmıyalım, o oyuncunun iyi olduğunu sanıyorum, gidip görenler hoşnut dönüyor, gülüp eğlendiklerini söylüyor, gene görmek istiyorlar. Ben, her sırası geldikçe söyledim, bizde bizim olacak tiyatronun, iyi, güzel, tiyatronun ancak öyle halk arasına karışan, kendilerini halka sevdiren oyunculardan, tuluat‘çılardan doğacağına inanlardanım. İşine yarıyabileceğimi umsam, hiç durmaz, Muammer Karaca’ya gider, beni de kumpanyasına almasını dilerdim. Ama, biliyorum, oyunculuk elimden gelmez; denedim, beceremedim; kendi benliğimden çıkıp başka bir benliğe giremiyorum… Muammer Karaca! ne de güzel adı var! Karacaoğlan gibi. Toprağımın kokusu var o adda; öyle Akademi gibi yaban sözü değil.

    Yazınızı okuduğuma başka yönlerden de sevindim: bana bazı düşündüklerimi bir daha söylemek, yeniden söylerken biraz daha açıklamak fırsatını veriyorsunuz. Sağolun… Baştan başlıyalım.

    Diyorsunuz ki: “Doğrusunu söylemek lazımsa, bu tarzda konuşmak (yani benim sizin Akademi dergisi üzerine konuştuğum gibi konuşmak), artık sizin gibi yaşını başını almış bir adama yakışmıyor.” Size şunu bildireyim, Bay Cahit Tanyol: ben bundan yirmi beş, yirmi altı yıl önce yazın alanına girerken: “Besmelesiz çıktım yola – Dil uzattım sağa sola” dedimse, öyle deyişim gençliğimden değildi; o gün bu gündür hep inandıklarımı yazarım. Uslanmıyacağım ben; sizin gibi efendi efendi bir yazar olmıyacağım. Yaşımla övünmedim: ne gençliğimle övündüm, ne de şimdi ihtiyarlığımla övünürüm. Beni öven yazınıza sinirlenmiş olduğumu hatırlattıktan sonra: ”Siz ne acayip yaratıksınız, tıpkı bir ısırgan otuna benziyorsunuz: ısırgan otu da sizin gibi huysuz bir bitkidir. Göğse takmak, sevgiliye vermek niyetiyle de insanın elini tırmalamak huyundan vazgeçemez” buyuruyorsunuz. Gül de öyledir ya, bilmişsiniz benim ne çiçek olduğumu. Her göğse takılmak, olur olmaz sevgililere verilmek işime gelmez benim; beni koparacak elin ne el olduğunu bir anlamak isterim. Ben, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Hoca Neşet’e uyarak: “Biz özge haceyiz herkes ile bazarımız vardır – Tükenmez fikrimiz, efkar olunmaz karımız vardır” deyip boyuna dost arıyanlardan değilim. Yani size beni beğendiniz, bir yazınızda övdünüz diye benim hemen ağzım kulaklarıma varmalı, ben “Hay ne büyük adammış şu Bay Cahit Tanyol!” deyivermeliydim, değil mi? Yağma yok! ben koparılacak çiçek değilim, kendim çiçek ararım. Beni beğenmiyen çok kişiler varmış. Allah artırsın! siz de aralarına karıştınız, daha iyi oldu. Benim beğendiklerim bana yeter.

    Acı söylediğinizi sanıp: “Çevrenizde, sizi acı sözlere karşı avutacak genç dahileriniz eksik olmaz” diyorsunuz. Doğrusunu söyleyin, Bay Cahit Tanyol, siz de o dahilerden olmaz istemez miydiniz: Sizin şiirlerinizi, eleştirme yazılarınızı öven şöyle ufak bir söyleşi yazıverseydim, iyi etmez miydim: Sizi tanıtmış olurdum, benim sözüme inanıp sizi beğenenler de belki bulunurdu… İş öyle değil, Bay Cahit Tanyol, iyi olmıyan şairi, iyi olmıyan yazarı iyi sandırmağa benim gücüm yetmez; ben, birkaç genç şairi övdümse onları tanıtmak için övmedim; gerçekten beğeniyordum da onun için beğendiğimi söyledim. Benden onlara değil, ancan onlardan bana şeref gelebilir. Yazılarımı okumuş olsaydınız, hiçbirine “dahi” demediğimi de görürdünüz. Hiç sevmem o “dahi” sözünü, bütün ömrümde alay etmeden beş kez ya kullandım, ya kullanmadım. Ama sizin benim yazılarımı okumadığınız, İnsan‘da mıydı neredeydi, o beni övmek için yazdığınız yazıdan da belliydi.

    Benim politika, siyaset demeyip yurt-yönetimi deyişimi anlamamışsınız; olur a, anlamazsınız! “Politika ile yurt-yönetimi arasındaki münasebeti kavrayamadım” buyuruyorsunuz. Kavrayamasanız da olur ama ben bir anlatayım: Yunanca polis sözü şar, kent, balığ, medine, cite demektir; politikos şehirli, balığlı, citoyen, yurttaş demektir; politike sözü de bir şehirlinin, kentlinin, balığ kişisinin o balığın işlerinin yönetimine karışmasıdır; büğün de sözlükler Fıransızca politique sözünü: “Bir devleti yönetmek uzluğu, hüneri” diye tanımlarlar. Ben de onu düşünerek yurt-yönetimi dedim; ama biliyorum ki bu söz politika sözünün öteki anlamlarına uymaz; örneğin bir kimsenin bizi övmesini sağlamak için onu övmeğe kalkmak anlamına gelemez… Yurt-yönetimi demeği ben pek beğenmedim, başka bir karşılık arayacağım; ben bulamazsam başka bir kimse bulur, daha bir iyisi çıkınca ben de yurt-yönetimi sözünü bırakırım. Ama şimdilik yurt-yönetimi demeği politika gibi yaban bir sözü, yani benim dilimden olmıyan bir sözü kullanmaktan yeğ buluyorum.

    Ben, sizin dediğinize göre, bilginlerle alay eden bir kişiymişim… Ne de iyi bilmişsiniz!.. Bilginlere saygım vardır, Bay Cahit Tanyol, ama öyledir diye bilginlik takınan her kişiye saygı gösteremem. Biliyorsunuz, ortalık pahalı, gürültüye pabuç bırakmanın sırası değil. Ama size karışmam, siz istediğinizi bilgin sayıp önünde diz çökün, derslerini öğrenin; onlar da size bilgisever diye bakar, belki iyi bir şair olduğunuza dahi kanarlar. Kendiniz söylüyorsunuz, ben artık yaşımı başımı aldım, öyle çocukluklar etmem doğru olmaz.

    Gelelim Türkçenin bozulmasına… Diyorsunuz ki: “Türkçe Türkçe olalı, sizin kadar Türk diline saygısız bir adam yetişmemiştir. Gerçi sizden beş on sene evvel, kısa bir zaman için, bazı yazarlar da bu işe girişmişlerdi; lakin buyruk yürürllükten kalkınca, onlar da bundan vazgeçtiler.” Anlaşılıyor ki benim Türk diline saygısızlığım yahut saygısızlıklarımdan biri, ya başkalarının kurduğu, ya benim kurduğum yeni Türkçe sözleri kullanmaktır. Siz, bilgin saydığınız birkaç kişiye yaranmak için, ”bazı yazarların da bir emirle, bir buyrukla o işe girişmiş” olduklarını söylüyorsunuz; bu sözünüzde, bizim bağlı kalmakla onurlandığımız bir hatıraya saygısızlık var; ama ben ona karışmıyacağım, yalnız size şunu söyliyeyim: yeni sözleri kullanmak Türkçeye bir saygısızlıksa, o saygısızlığı siz de gösteriyorsunuz: işte bakın, muharrir demeyip yazar diyorsunuz; meriyet demeyip yürürlük diyorsunuz… Yani, Bayım, ne dediğinizi bilmiyorsunuz.

    Benim Türkçeye bir saygısızlığım daha varmış: Türkçenin sözdizisini, nahvını bozuyormuşum. Bozmuyorum, düzeltiyorum. Benim için Türk dili, Türk yazını sizin yüce bilginlerinizden, Edebiyat-ı Cedidecilerden, Tanzimatçılardan başlamaz; ben eski yazarlarımızı, Mercimek Ahmet’i, Aşıkpaşazade’yi de arasıra açıp okurum; onların dili, sizin imrenerek baktığınız yazarların dili gibi kaskatı kesilmemiştir; konuşma dilimizin sıcaklığı vardır onlarda. Türkçeyi bozmuşlar, bozmuşlar, esnemeden okunamıyan bir dil haline getirmişler; demek ben de dilimizi canlı canlı yazanlara uymayıp sizin “dahi”lerinize, hani benim genç “dahi”lerim gibi sizin de gençli, ihtiyarlı “dahi”leriniz var, onlara uyacağım! Hiç bakmayın bana, Bay Cahit Tanyol, kandıramazsınız.

    Benim dilim eğlenceli imiş, “şu sizin üslubunuzla bir fizik veya matematik kitabı yazdırsak ne iyi olur. Okullarda öğrenciler bu derslere bir türlü ısınamıyor, hep sınıfta kalıyorlar; halbuki o zaman bu dersleri sevmiyen çocuklar dahi, Nasreddin Hoca’yı okur gibi, bütün fen derslerini fıkır fıkır gülerek öğrenirler. Ankara’daki pedagoglara bir teklif ediniz, bakalım ne diyecekler?” diyorsunuz. Öyledir benim deyişim, eğlencelidir; sizinki gibi, sizin pek beğendiğiniz kimselerinki gibi kişinin içine bunaltı veren bir dil olacak değil ya! kolay anlaşılır; dediğiniz gibi, keşke bilim betiklerini benim deyişimle yazsalar, çocuklar kolayca anlayıp öğreniverirler. Sizin İstanbul bilginleriniz beğenmeseler dahi Ankara eğitimcileri belki bir denerler…

    Akademi sözünü de siz bilginler, aydınlar derneği anlamında kullanmamışsınız. “Amerika’da ortaokullara bu ismin verildiğinin farkında olsaydınız, böyle yersiz bir hücuma kalkışmazdınız” diyorsunuz. Ya! demek siz derginize ortaokul dememek için Akademi dediniz. Hiç aklıma gelmemişti! iyi düşünün, belki de “akademi” sözünü çıplak resmi yerine kullanmışsınızdır.

    Daha diyeceklerim vardı ama bıktım artık. Hoşçakalın.

Nurullah Ataç
Karalama Defteri ~ Ararken, YKY

——————————————————————————-

Yağmur: Adını “İstanbul Mektubu” koyacaktım bu yazımın, sonra düşündüm, beğenmedim, İstanbul’u mu anlatacağım ben: Bana mı düşmüş İstanbul’u anlatmak: Siz onu şairlerden dinleyin: güzelliklerini, eğlencelerini, cana can katmasını söyliye söyliye bitiremiyorlar. Doğrusu, ben pek göremiyorum o güzellikleri, ama inanırım, neme lazım! şairlerle tartışmaya mı girişeceğim: Söz ebesi onlar, başa çıkabilir miyim?

Başka tehlikesi de vardır İstanbul’u yermenin. Şairlerden geçtim, Muallimler Birliği de kızıverir. Ne olur benim halim o zaman: Görmediniz mi: Yazarlarımızdan biri, Yahya Kemal Bey’in şiirlerinden hoşlanmadığını söyliyecek oldu, sen misin efendim böyle dil uzatan! “Telin mitingleri”, yani sizin, benim anlıyacağımız, “ilenme toplantıları” yapıp adamcağızın burnundan getirmeğe kalktılar. Bana da bulaşırlar. Hayır, İstanbul’dan açmıyacağım, bu şehrin dillere destan güzelliklerini de, hepsi biribirinden üstün aydınlarını da anlamadığımı söyliyecek değilim.

Üç gündür yağmur yağıyor, ben ondan yakınacağım. Yaha Kemal Bey “milli kıymet”tir, İstanbul “milli kıymet”tir, yağmuru da “milli kıymet” sayamazlar ya! Ben de çekinmeden söylerim onu sevmediğimi. (…)

(bu da “Ararken”den)

——————————————————————————-

Kedi: Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri ille herkes sevsin demiyeceğim, ama ben, kedi sevmiyenlerle anlaşamam. “Kiminle anlaşırsın ki!..” diyeceksiniz. O da yalan değil: bu yaşa geldim, büyüğü ile de, küçüğü ile de çekişmeyi bir türlü bırakamadım. Artık etmiyeyim, insanın yaşarsa arıyacak, ölürse rahmetle anacak eşi dostu, gücendirmediği, kırmadığı birkaç kimsesi bulunmalı diyorum, olmuyor. Öyle dediğimin ertesi günü, ne ertesi günü? yarım saat sonra, en canciğer dostumla bir çekişme, bir kavga, aramızda kan davası varmış gibi düşman oluyorum. Bakıyorum, arkadaşlarım geçimsiz insanlar değil, biribirleriyle dargınlık, küskünlük çıkardıkları yok, her dedikleri bir olmasa bile o ayrılıkları gözlerinde büyütmüyorlar. Tek tatsızlık çıkmasın diye biribirleri uğrunda en köklü sandığınız düşüncelerini feda ettikleri de oluyor. İyi ediyorlar: dünyada düşünce çok, değiştir değiştir kullan; dost bulmak zor. Şaka söylüyorum sanmayın, sahi diyorum. (…)

(“Günlerin Getirdiği”nden)

——————————————————————————-

Nurullah Ataç’ın, Ahmet Haşim’e dair çok güzel yazıları var kitapta, bir ara onları da alıntılarım inşallah. Bunlardan biri de, ölüm yıldönümü itibarı ile yazdığı “4 Haziran” başlıklı yazısı, o yazıdan, üstteki alıntıyla ilintili olarak şu kısmı aktarmak istedim:

4 Haziran: (…) Bir acayip adamdı Ahmet Haşim. Çabucak kızar, insana günlerce, aylarca küserdi. Bana darılmasın diye elimden geleni yaptım, gene de iki kere dargınlık çıkardı. Neye, niçin öfkelenir, bilinmezdi. Adet edinmişti kızıp darılmayı. Öfkelenmek onun için yemek gibi, uyumak gibi bir ihtiyaçtı. Ancak son günlerinde yumuşamıştı. La Bruyere söylemiş: insan ölümlü bir hastalığa tutulunca hınçlarını, garazlarını unuturmuş, kinlerimizin silinmesi ölümün en yanılmaz habercisiymiş. Helallaşmak ihtiyacı şüphesi ondan doğuyor. Ama Ahmet Haşim o günlerinde de bir kolayını bulup iki kişiyle darıldı oysaki birini pek severdi. (…)

(“Ararken”den)

——————————————————————————-

Uğraş Saygısı: (…) Üstat sözünün başına gelenleri biliyorsunuz. Alay için kullanıyorlar artık; yakında mahkemeler de hakaret sayacak. Benimle konuşanların da: “Üstat!” dedikleri olur; bilirim, çoğu eğlenmek içindir. Ama sesimi çıkarmam; o söze saygım olduğu için. Elimden gelse kurtarırdım onu.

Bir de “usta” sözünü düşünün. İşçiler onu ne kadar saygıyla kullanıyor! Bir kunduracıya, bir çilingire, bir kuyumcuya “Usta” dediniz mi, ne kadar memnun olur! Elbette: uğraşlarının en yüksek mertebesine verilen addır da ondan; tuttukları işe saygıları vardır, bir yalancılık diye bakmazlar. Biz yazarlar ise, uğraşımızın en yüksek mertebesini göstermesi lazım gelen sözün bayağılaştırılmasına ses çkarmadık, kendimiz istedik bayağılaşmasını. (…)

(“Günlerin Getirdiği”nden)

——————————————————————————-

Suut Kemal Yetkin’e Mektup:

Saygıdeğer Bay Yetkin,

    Emeğinizi esirgemeyip yazmak kayrasında bulunduğunuz o inceliklerle, güzelliklerle dolu mektubunuzu… Olmıyacak, iki gözüm, elimden gelmiyecek, bunca yıldır sen dediğim bir dostla şimdi siz diye konuşamıyacağım. Ne söyliyeceğimi zaten pek bilmiyorum, sonra büsbütün şaşırırım… Siz demeği de nereden çıkardın Allah aşkına: Yoksa kızdın, darıldın mı: Mektubunun bir yerinde : “Her beyaz dediğime siz kara demişsiniz” demene bakılırsa benim o “Gençlere Öğüt” adlı yazım senin canını sıkmış biraz. Yanılmışsın dostum, ben seni gücendirmek istemedim. Bir kişiyi gücendirmeği göze aldım mı, ne dil kullandığımı bilirsin. Senin her ak dediğine kara demek aklımdan bile geçmedi; yalnız baktım ki senin düşündüklerinle benim düşündüklerim biribirlerine pek uymuyor, sen kendi düşündüklerini söylemişsin, ben de benim düşündüklerimi söyleyivereyim dedim, işte o kadar. (…)

(“Sözden Söze”den)

Bu son alıntı da, “Günlerin Getirdiği ~ Sözden Söze” kitabının (YKY) arka kapağından, Haldun Taner’in, Nurullah Ataç üzerine bir yorumundan:

“Hani aile içinde, yaşlı bekar amcalar vardır. Bir günleri bir günlerine pek uymaz. Neden hoşlanır, kimi sevmezler, kimi sever, neden hoşlanmazlar, belli olmaz. Ama yine de patavatsızlıklarına rağmen dürüsttürler, hırçınlıklarına rağmen candan. Hatta yolları beklenir. Yine çıkagelse de didişse, kavga etse, veriştirse diye varlıkları aranır.

İşte Ataç usta da edebiyatımızın böyle eserekli bir amcası idi.”
Haldun Taner

Alıntıları bitirecektim, ama Haldun Taner’in dedikleri aklıma birkaç şeyi (Amerikan dizilerinden öğrendiğimiz Şükran Günü Aile Muharebeleri, Huysuz İhtiyarları ve bir de Ataç’ın Ahmet Haşim’in cenaze/saygı töreninde yaptığı konuşmaya dair olan yorumunu getirdi. Bu saydıklarımdan Ataç’ı “Huysuz İhtiyar” mevhumundan kesinlike ayrı tutarım — şayet bir Huysuz İhtiyar varsa, benim için o her zaman sevgili aksi filozofumuz Schopenhauer olacaktır. Bu aralar, epey gecikmeli olarak, amcanın “Aşka ve Kadınlara Dair – Aşkın Metafiziği” seçkisini okuyorum, okudukça “Aşk olsun!”larımı saydırıyorum, bu konu üzerine de inşallah bir ara yazarım ama dedikodu mahiyetinde şunu söyleyeyim (ben de yanlış hatırlamıyorsam, Thomas Mann’ın “A death in Venice and other stories” seçkisinin önsözünden öğrenmiştim): Schopenhauer’in son günlerinde bir kız için kendini rezil etmesi Thomas Mann’ı vaktiyle kalbinden (beyninden demek tabii ki daha doğru olacak!) derinden yaralamış. Neyse, ne diyorduk, Ataç’ın Ahmet Haşim’le ilgili törendeki konuşmasının yorumu…

Haşim’i Yermişim: (…) İşte böyle şeyler söyledim. Bunları söylerken Haşim’i yermek, kötülemek aklımdan bile geçmemiştir. Belki o gün bunları söylemenin sırası değildi; yeni ölmüş bir şairin yalnız iyi taraflarını göstermek belki daha doğru olurdu. Benim sözlerim, Nurettin Artam’ın dediği gibi, “nikahta talak ayetlerini okumağa benzemiş” olabilir; ama Haşim’i yermek değildi. Ben o akşam yerdim, yerdim ama başka kimseleri yerdim.

(“Günlerin Getirdiği”nden)

inanmazsınız ama, “son bir şey daha” yazacaktım, aklımdan gitmiş. (The Smiths’in “Thank your lucky stars” adında bir konser albümü vardır, o aklıma geldi 8)