Kendini Beğenmek

 Bırakamıyacağım bu mektupları, benim sevgili okurum, bırakamıyacağım diyorum ya, yalnız benim elimde mi sanki? ya onlar beni bırakırlarsa? Er geç bırakacaklar elbette. “Tutkularımız bizi bırakınca, biz onları bıraktık sanır da övünürüz” diye acı acı güler La Rochefoucauld. Şimdi bunları yazmakta da, yazdıktan sonra okumakta da, bana hiçbir yazımın vermediği bir tad buluyorum, mutluluğun ta kendisi denecek bir duygu, bir ışık sarıyor içimi. Bana öyle geliyor ki ben bunları yazmak için, bunları yazdıran iklime ermek için doğdum, yaşadım; ne yaptımsa, ne ettimse, bütün duygularım, bütün düşüncelerim, hepsi hepsi beni bunlara hazırlamak içindi. Şeyh Galip bir gazelinde: “Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir / Miyan-i aşikanda iştiharım varsa sendendir” diyor, benim de yazarlar arasında bir adım olursa bu yeryüzünden benim de geçtiğim anılırsa, o ün bana bu mektuplardan gelecektir…

Böyle sürer gider mi bu? Biliyorum, yakındır, bir gün bu tad benden esirger kendini, gönlüm bu ışığı seçmez olur, “Aldanmışım, bir hayale kapılmışım, bir masalla avunmuşum” derim. Yavaş yavaş mı? birdenbire mi? elbette üstüme çökecek o karanlığı, şairin: “Zulmet bizi çekmekte visale” diye haber verdiği karanlığı biricik gerçek sanırım da büğünkü duygularıma, büğünkü dediklerime bir yalan, budalaca bir yalan diye bakarım. Eski kağıtları karıştırırken bu mektuplardan biri gözüme ilişirse: “Neymiş bu? Ne diye yazmışım, kime yazmışım ben bunu? Böyle şeyler de yazılır mıymış? Bilmiyorum, tanımıyorum, bana yabancı bunlar, ben böyle düşünmüş, böyle söylemiş olamam!” deyip ukalaca omuz silker, atıveririm, yırtarım belki de.

O günkü beni gözlerimin önüne getiriyorum da nefret ediyorum ondan; içinde onu sakladığı için, er geç ona varacağı için büğünkü benden de nefret ediyorum. Neden o karanlık doğru olsun da benim ondan bin kat güzel büğünkü ışığım doğru olmasın? Ben büğün bu yazıların bir değeri olduğunu, bunları yazmakla bir şey yaptığımı, beni unutturmıyacak bir ürün verdiğimi sanıyorum, bu sevinç, bu övünç yalan da bu mektupların boşluğunu, hiçliğini anladığım gün duyacağım üzüntüler, acılar, yalnız onlar mı doğru? Neden ışığa inanmıyoruz da yalnız karanlığa inanıyoruz? Sizi bilmem, sevgili okurum, siz belki gerçekten inanırsınız ışığa. Ben inanamıyorum bir türlü, gözlerim bir umutla parlasa bile parlaması ile sönmesi bir oluyor, içimi kemirip her sevincime ağusunu katan ifrit: “Alık!” diyor bana: “Nene senin umutlanmak, övünmek: Güzelmiş bu yazılar, bir değeri varmış, senin adını yerine ulaştıracakmış!.. Gülerim senin böyle aptalca kurduğun hülyalara!.. Bu yaşa geldin de anlıyamadın mı daha kendini? Hiçliğini, ne kadar çırpınsan bir şeye yaramıyacağını, bir şey yaratamıyacağını bir türlü anlıyamadın mı?” diyor.

O ses beni ürpertiyor demiyeceğim. Nasıl ürpertir? Bunca yıldır hep onu, yalnız onu işittim, alışığım ona, yadırgayamam. Bir gün onu duymasam, umutlu bir anımda kendini duyurmasa, birden yükselip de beni umutlarımdan çevirmese, belki o zaman ürperirim. Kim bilir belki benim asıl dostum da odur. Ben ona “ifrit” diyorum; içimde onu ezmek için, ondan kurtulmak için uğraşıyorum, ama belki de o kurtarıyor beni, bana, ne yapsam beğenilmiyeceğimi, her yazımın, en özenerek yazdığım yazının bile: “Falan gelmeseydi, şu sözü söylemeseydi sen bunu yazmazdın , ondan öğrendin, onun büyük değeri vardı, senin yoktur” diye karşılanacağını hatırlatarak kurtarıyor beni. Ama neden kurtarıyor? İşte onu bilmiyorum.

Bir şey söyliyeyim mi size, benim sevgili okurum: bu mektubumu çabucak yazamadım. Kolay yazamam zaten, her yazım kısa da olsa, saatlerce uğraştırır beni. Ama bu hepsinden uzun sürdü. Okudum, karışık buldum, beğenmedim. “Hatıra” üzerine birtakım sözler söylemiştim, baktım ki onlar bu mektuba yakışmıyor, başka bir mektuba bırakmak gerektiğini anladım. Yırttım bütün yazdıklarımı, silmeyi sevmem, yırtar atarım. Yeniden yazdım. Sonra da düşündüm yazdıklarım üzerinde. “Acaba nedir bu benim söylediklerim? Neye benziyor?” dedim. Birdenbire ne geldi aklıma, bilir misiniz? Abdülhak Hamit’e dâhi derler ya, hiç sevmem o adamın eserlerini, sevenlerin de şiirden, edebiyattan hiç mi hiç anlamadıkları kanısındayımdır. “Olur meddahı adem, ne askerdir bu asker!.. / Kalır hayranı alem, ne leşkerdir bu leşker” gibi sözleri şiir sanıp da yazmış bir kimseye, ancak gülünebileceğini nasıl anlamıyorlar? Abdülhak Hamit’in eserleri, olsa olsa, patırtının, gürültünün birçok kimseleri yıldıracağını gösterir. Öyle geliyor ki şiirden, edebiyattan anlamak, Abdülhak Hamit’in eserlerinin bir kurugürültüden, hem de biçimsiz bir gürültüden başka bir şey olmadığını anlamakla başlar. Sevemedim bir türlü onun yazdıklarını. Sevmeğe çalıştım doğrusu. Ne yapayım? “Herkes beğeniyor, göklere çıkarıyor, ben beğenmiyorsam anlıyamadığım içindir, herkes gibi ben de anlıyayım onu!” dedim. Uğraştım. Bir gün babama, onu pek beğenmediğimi söyliyecek olmuştum, bir pay işittim, bunca yıldan sonra daha kulağımdadır. Bütün çalışmalarım, uğraşmalarım boşa çıktı, sevemedim Makber‘i de Eşber‘i de, daha bilmem neyi de sevemedim. Hayır, bence Abdülhak Hamit’e büyük bir şair değil, küçük bir şair de denemez, şiire bir yaklaşması dahi yoktur o adamın, “Karanlık akarak cerihasından, / Emr eyledi kim karihasından…” nasıl söylenir bu? Buna şiir yazmak demezler, şiirle, kaafiye ile alay etmek derler. Dikkat edin, ne söylemişse zoraki söylemiştir, vezni, kaafiyeyi aradığı, sözü vezne sokmak için, kaafiye ile süslemek için çabaladığı bellidir. “Ve lakin peder ah! Lakin peder, / O gün hep pederler bana ta’n eder.” Uyduruyorum sanmayın, bu kadar kötüsünü uydurmak da zordur. Yanılmıyorsam Sardanapal‘dadır bu beyit… Denemez, böyle sözler söylemiş adama şair denemez, şiire, şaire saygısızlık olur.

Biliyorum, birtakım hacivatlardan gene türlü sözler işiteceğim, bana saygı dersi vermeğe kalkacaklar. Boşuna yormasınlar çenelerini, beni adam edemezler, kendileri gibi adam edemezler. Abdülhak Hamit’i de beğenmem, kendi yazdıkları eciş-bücüş şiirleri de beğenmem. Beğenmek şöyle dursun, açıp da okumam bile.

Ne diyordum? Hatırladım. Bu mektubumda yazdıklarımı okuyunca birdenbire Abdülhak Hamit geldi aklıma. Hani Tarık bin Zeyyad’ın kendi kendine çektiği meşhur söylev vardır, çocukluğumuzda bize ezberletirlerdi: “Tarık! nereden gelmiş, nerede durmuşsun?.. Rabbim! Bana da bir gurur gelse, o gururla yükselsem, yükselsem de sonra birdenbire düşüp Zülcelalin azametini…” Uzar gider böyle. İşte o söylev geldi aklıma. Benim, yazılarımı bir türlü beğenmeyişimden yakınmamı, Tarık’ın gönlüne biraz gurur gelmesine benzettim: “Rabbim! Ben de yazılarımı beğensem, o beğenmekle böbürlensem, Bay Hamdi Tanpınar’a dönsem, sonra birdenbire aklım başıma gelse de gerçekten büyük yazar kime derler, onu bir anlasam…”

Edebiyat bütün bunlar, Tarık’ın sözleri de edebiyat, benimkiler de edebiyat hatta benim dediklerimi onun dediklerine benzetmeğe kalkışım da edebiyat, kelimenin en kötü manasıyla edebiyat… Gurur yok mudur sanki Tarık’ın gönlünde? “Benim gönlümde gurur yok” demek de gene gururdur. Zülcelalin azametini kavrayıp da kendi küçüklüğünü sezecek. Lafa bak! Küçükmüş, ama Tanrının karşısında küçükmüş! Eh! Hepimiz razıyız öyle küçüklüğe, öyle sanıyorum ki Bay Necip Fazıl Kısakürek dahi razı olur…

Ben de beğenmezmişim yazdıklarımı, değersiz bulurmuşum, boş dermişim onlara… “Ben kendimi beğenmem”, demek de kendini beğenmekten gelir. “Bende öyle bir anlayış, kavrayış var ki kendi kendimi dahi yargılıyorum, yazdıklarımın bir değeri var mı, yok mu, bunlar yarına kalabilecek şeyler midir, hepsini anlıyorum. Kurban olayım aklıma, zevkimin inceliğine! Benim bu anlayışım, ince zevkim beni kendimi beğenmekten de kurtarıyor…” demektir.

Buldum işte neden kurtulduğumu: içimdeki ifrit, benim belki de asıl dostum olan ifrit beni, kendimi beğenmekten kurtarıyor. Gülerim kurtulmanın böylesine! Kendimizi beğenmediğimizi söylemenin de kendimizi beğenmek olduğunu, hem de kendimizi beğenmenin en çirkini, en budalacası olduğunu anlıyarak kurtulmak… Kurtulmak deyip duruyorum, ben hep kendimi anlatmaktan bir kurtulsam!

Kurtulamıyacağım, benim iki gözüm okurum, birer birer bütün tutkularım beni bırakacak, en övündüğüm, gönlümde ışıklar yaratan duygularım dahi sönecek, hepsi, hepsi benden uzaklaşacak, ama hep kendimi anlatmak huyu bir türlü geçmiyecek. Bir gün gelecek, bütün duygularımdan bütün düşüncelerimden, acılarımdan, sevinçlerimden, sevgilerimden, nefretlerimden boşanıvereceğim, eşyaya da insanlara da bakarken bir şey sezmez olacağım, ama kendimden hep kendimi anlatmaktan silkinemiyeceğim. Kendi kendimle yaşamağa, kendimi düşünüp araştırmağa, gördüklerimden tiksinmeye, tiksindiğim için de kendimi beğenip övünmeğe mahkumum. Bundan ancak ölüm kurtarır beni…

Siz beğenin kendinizi, benim sevgili okurum, beğenmediğinizi söyliyerek, beğenmediğinizi sanarak değil, bunları hiç düşünmeden beğenin kendinizi. Asıl alçakgönüllülük kendi kendimizi yargılamamaktadır. Ben ona eremiyeceğim, kendimi kötüliyerek, yererek, kendi kendimden tiksindiğimi söyliyerek, içimde yaralar açmağa, her yaraya bir yara daha katmağa çalışarak beğeneceğim kendimi. Yani kendimi beğenmeyi de kendime zehir edeceğim. Siz, kendinize zehir etmeden beğenin kendinizi.

Nurullah Ataç, 5 Ağustos 1951

Okuruma Mektuplar / Prospero ile Caliban | (Gene Yalnızlık, YKY)

Kitaplar ve Okurları

Şimdiye kadar kitaplarla (from now on shall be referred in the text as ‘kipat’) olan ilişkim, amiyane tabirle benim isteklerim doğrultusunda, kati bir şekilde tek taraflıydı: eğer bir kitabı okumak üzere seçmişsem, o kitabın bana kendini okutması dışında pek bir seçeneği olmuyordu. Bazen Faulkner gibi haddimi aşan yazarların kitaplarına elimi uzatsam da, kısa bir süre içinde yenilgiyi kabul ediyor ve kitabın hakkını takdir ederek, "belki bir gün hazır olduğumda yine görüşürüz" diyerekten olay mahallinden uzaklaşıyordum ama tabii ki daha kitaba başlarken az çok maceranın bu şekilde sonuçlanacağına dair bir intibam oluyordu.

Nicedir bir casusluk kitabı okuyayım diyordum, John le Carré’ın "Soğuktan Gelen Casus"u (The Spy Who Came in from the Cold) vardı aklımda, onu bulamayınca bu sene filmi vesilesiyle epey duymuşluğum olan "Tinker Tailor Soldier Spy"a başladım. 

Kitap, televizyon kanalında yayınlanan bir filmi izlermişçesine ilerliyor — bilgisayardan izliyor olsanız, anlamadığınız bir yerde başa sararsınız / tuvalete gitmeniz gerektiğinde durdurursunuz; sinemada olsanız yok öyle bir şansınız, işte televizyonda sinema ikisinin arası bir şey: gönlünüzce durduramasanız da, akışı sıklıkla bölen reklamlardan faydalanıp birlikte seyretmekte olduğunuz arkadaşınıza anlamadığınız yerleri sorabilir, ya da tuvalete fırlayabilirsiniz. Kitap sürekli bir ilerleme halindeydi, duygu ve düşüncelerden çok hareketleri, olayları ve konuşmaları aktarıyor, siz de bir voyeur edasıyla, kafanızdaki casus imajından çok da farklı olmayan bir şekilde kapıların arasından, perdelerin arkasından, karanlık köşelerden gözlüyor gibi hissediyorsunuz. Anlatımın anlatıya dahil olması, vaktiyle yeni roman (Nouveau roman) lalasında şaşkınlıkla tanık olduğum şekilde değil de (orada karakterin ruh haline bağlı olarak anlatım da sıkıcılaşıyor, akıcılışıyor, detaylara giriliyordu, vs…) böylesi bir şekilde idrak ediyor. Kitap bu tür işlerde (organize işler bunlar) işinin ehli olan karakterler arasında geçiyor ve sizin de öyle bir okur olduğunuz varsayılıyor. Konuşmalardan neler olup bittiğini çıkarttınız, çıkarttınız, yoksa kimse sizi durup beklemiyor, önemli yerlerin altını çizmiyor. İsimler, soyadlar, kod isimleri, takma isimler gırla gidiyor – ya kitabı okurken yanınızda bir de not defteri tutacaksınız, ya da dijital versiyonun nimetlerinden faydalanıp, yabancı gelen isimlerin cisimlerin önceki bahislerini bulmak üzere geriye dönük arama yapacaksınız.

Kitabın ana karakteri olan George Smiley, daha ilk görünüşünü takiben tamamıyla karizması çizilmiş, pek tepki vermeyen, sakin ve kitaptaki bir başka karakterin deyişiyle:

Of all the odd coves he had known, Smiley was the oddest. You thought, to look at him, that he couldn’t cross the road alone, but you might as well have offered protection to a hedgehog.

(Tanıdığı bütün garip adamlar içinde, Smiley en garibiydi. Ona bakınca, yoldan tek başına karşıdan karşıya geçemeyeceğini düşünseniz de, bunu yapıncaya kadar bir kirpiye koruma da teklif edebilirdiniz pekala.)

Ben çevirmen değilim, tuzum kuru 8). Hazır alıntılıyorken, iki-üç tane yeri daha işaretlemiştim, onları da yazıvereyim:

Bu da Smiley’nin karakteri hakkında:

That one won’t crack, though, Mendel decided with approval; one of your flabby oak trees, Smiley was. Think you could blow him over with one puff but when it comes to the storm he’s the only one left standing at the end of it.

Bu, edebi yetkinliğe dair: "in Balkan misery." (öncesi, sonrası pek gerekli değil ama şu "Balkan misery" lafı… Slav Hüznü, Balkan ızdırabı… ağırlığı olan tamlamalar bunlar, başka türlü bir şeyler…

Casus romanı okuduğunuzun ispatı (aka "şeytan ayrıntıda gizlidir"):

He would throw them any bone he could think of, sell them if necessary the entire Brixton stable. And all this would be the smokescreen to disguise what seemed to Jim to be his most vulnerable intelligence, since they would certainly expect him to possess it: the identity of members of the Czech end of the Aggravate and Plato networks.
    ‘Landkron, Krieglova, Bilova, the Pribyls,’ said Jim.
    Why did he choose the same order for their names? Smiley wondered.

bir de mesela:

Percy had two wives, Guillam remembered, as Camilla once more flitted through his teeming mind, and both were alcoholics, which must mean something.

Tarih dersi (bu çok hoşuma gitmişti okurken, böyle bir olta olayı olur, okuyucunun 2. Dünya Savaşı gibi illaki bileceği bir konuyu alık oğlana "bildirmezsiniz"):

     ‘I happen to know he was up at Oxford in thirty-eight. Why didn’t he finish? What went wrong?’
     ‘I seem to recall there was an interlude round about then,’ said Mr Stroll after another age.
     ‘But I expect you’re too young to remember it.’

Kitap benim gibi dağınık bir okuyucu için zorlayıcı oldu. 1998’di herhalde (1999?), İTÜ’deyim, Norman Mailer furyasına kapılmışım, dargın olduğumuz Emir’den birbiri ardına Mailer kipatlarını ödünç alıyorum, en son Harlot’s Ghost‘u almıştım, o da CIA’de yaşananlara dair bol detaylı, neredeyse belgesel olacak kalın mı kalın bir kitaptı, Norman Mailer’ın akıp giden, iki günde biten kitaplarının ardından çok fena bir fren olmuştu. Niye anlattım ki ben bunları şimdi ("Adım Emre S., hobilerim arasında yokluğunda çok kitap okumak vardır."). Neyse.

İşte bu girişin ta en başında yazmış olduğum üzere, hiç beklemediğim bir şekilde (kulvar farkı olsa da "dengim" olan) bu kitaptan böylesi tepki görünce, insan psikolojisi uyarınca, ben de peşinden koştum, iyi de ettim. Kitabı bitirdikten sonra gittim baktım (o dala), meğer George Smiley John le Carré’ın (evet, ben "Karr" diye okuyorum), tıpkı Agatha Christie’nin Hercules Poirot’su gibi demirbaş karakteriymiş (bu arada, geçen aylardan birinde yıllardan sonra yine Agatha Teyze’ye bir şans verdim, Şark Ekspresi’nde Cinayet‘ini okudum bu sefer, yine beğenmedim, artık bir 10 sene sonra belki yine deneriz Agatha’cığımla…). Filmi vesilesiyle AV Club’da George Smiley’i oynayan aslan kaplan Gary Oldman’la bir röportaj vardı, onu okumuştum çıktığında, kitabı bitirince bir kez daha okudum, Oldman’ın yorumları çok hoşuma gitti. Bugün videocuda filmi sordum:

Ben: Tinker Tailor Soldier Spy’ı arıyordum…
Kız: İngilizce adlarından bilemem malesef.
Ben: Ben de İspanyolca’da nasıl gösterildi, onu bilmiyorum. Gary Oldman oynuyor.
Kız: Haa, "El Topo" mu?.. "Espía" filmi ("Spy"ın İspanyolcası)
Ben: Evet, evet o! "El Topo" ne, yeraltında ilerleyen hayvan mı? ("Köstebek mi?" demeye çalışıyorum)
Kız: "Undercover"

sonrasında filmin o sırada dışarıda olduğunu fark ettik, Ece Ariel 2: Denize Dönüş‘ü, ben de Hugo‘yu (Scorsese’ninki, Tolga Garipoğlu’nunki değil) seçtik. "TinkerTailorSoldierSailorRichmanPoormanBeggermanThief" tekerlemesini ilkokul 3’ten 5’e İngilizce kitabımız olan Look, Listen & Learn!den öğrenmiştik (ve o zaman öğrenilen pek çok şey gibi beyne bir daha çıkmamak üzere işlendi – kitabı nette şöyle bir arattım, akabinde buldum (L.G. Alexander imiş yazarı, Longman yayınevi), durun alıntılayayım ilgili kısmı (kitabın orijinalini hala saklarım bu arada)).
 

Film, bu arada, Almanya ve birkaç ülkede "Dame, König, As, Spion" adıyla gösterilmiş, Meksika’da "El espía que sabía demasiado" ("Çok şey bilen casus") olarak, İspanya, Türkiye, Fransa, Portekiz, Polonya’da falan filan "Köstebek" anlamına gelen kelimelerle gösterilmiş. Danimarka, Hırvatistan, Finlandiya, Litvanya, Bulgaristan, Sırplar Almanya’nın izinden gitmiş, Macarlar büyük ihtimalle sazanlamışlar ("Suszter, szabó, baka, kém"), Japonlar "Uragiri No Saakasu" (Yetkin Japoncamla, "Saakasu’nun Uragiri’si" olarak dilimize çevrilebilir – Google Translate’de epeyce bir debelendikten sonra "Saakasu’nun İhaneti"ne kadar ilerleyebildim… Emiiiiiiir? ). Bengü’yle kısa uğraşlar ve uzun kahkahalardan sonra Türkçe’ye "Ali Veli kırk dokuz casus" ya da "Edi’yle Büdü, Şakire Casus" olarak çevrilmesini uygun gördük. İşte böyle, daha yazacaktım ama mürekkebim bitti.

pazar pazar, ufak tefek…

Bilbao’da yağışlar başladı, geç bile kalmıştı. Keyfimizce, sıcak, güzel bir yaz geçirdik, keyiflice uzatmaları oynadık, kışı getirdik. Yazacak bir sürü şey var aklımda, hepsini yazacağımdan değil ama işte notlar alıp duruyorum defterime.

Okuduğum şeyler: Alice Munro’nun ikinci hikayesi ("Fiction") de çok güzel fakat incitici çıkınca, dediğim gibi, kitabı bıraktım. Çoktandır cyberpunk okuyasım vardı, bir süredir arka planda harlandırdığım Constantine çizgi-romanları vesilesiyle iyice dolduruşa gelip, geçen gün Bruce Sterling’in "The Bicycle Reparman"ini okudum, bugünlerde de William Gibson’ın "Mona Lisa Overdrive"ını okumaktayım. Basklar karşıma çıkıp duruyorlar:

Lyle snicked the blade from a roadkit multitool and cut open Eddy’s package. It contained, of all things, a television cable settop box. A laughable infobahn antique. You’d never see a cablebox like that in NAFTA; this was the sort of primeval junk one might find in the home of a semiliterate Basque grandmother, or maybe in the armed bunker of some backward Albanian.

Bruce Sterling, "The Bicycle Repairman"

Within a year of his marriage to Marie-France Tessier, Ashpool had divested himself of 90 percent of his firm’s holdings, reinvesting in orbital properties and shuttle utilities, and the fruit of the living union, two children, brother and sister, were being brought to term by surrogates in their mother’s Biarritz villa.

William Gibson, "Mona Lisa Overdrive"

At sixteen she spoke not only French, Italian and German which are part of any lady’s commonplace accomplishments but all the languages of the civilized (and uncivilized) world. She spoke the language of the Scottish Highlands (which is like singing). She spoke Basque, which is a language which rarely makes any impression upon the brains of any other race, so that a man may hear it as often and as long as he likes, but never afterwards be able to recall a single syllable of it.

Susanna Clarke, "Jonathan Strange & Mr. Norrell"

(sonuncusu bonus kontenjanından).


Ece’nin "Imperial March"ı Volkswagen reklamının köpekli versiyonundan, Darth Vader’ı kukuxumusu tişörtünden bilmesi. Sonra dün, Source Code‘un sonunu izledim yeniden, oradan Up in the Air’e, Rushmore’a, Ghostbusters’a geçiş yaptım, biraz daha Mona Lisa Overdrive okuduktan sonra yattım, uyudum. (Kitaba/Üçlemeye saygı olarak Matrix Reloaded’ın soundtrack’inde Juno Reactor’ın muazzam bir parçası vardır).

Hazır bunları yazmışken, bu hafta öğrendiğim ilginç şeyler… İlk sırayı Luigi Serafini’nin Codex Seraphinianus‘u alıyor. 1981 yılında basılan bu "ansiklopedi" bambaşka bir dilde, bambaşka bir kültürü anlatıyor. Ona paralel olarak da 15.yüzyıldan kalan, "Voynich Yazması" olarak adlandırılan, bambaşka bir dilde, başka olması muhtemel bir dünyayı anlatan bir diğer metin var (ilkinin aksine bunun uydurma olduğu zannedilmiyor). Ne dinledin derseniz de, Eurythmics’in "Thorn in my side"ı epey eşlik etti bu hafta bana.

Şimdi düşündüm de, Mona Lisa Overdrive bitince, Against a Dark Background‘a başlayayım — okumadığım M.’li Banks bir o kalmıştı (Hydrogen Sonata‘yı saymıyorum, seneye ucuzlayınca okurum). Bir de tabii Charles Stross var bir yerlerde — Accelerando‘suna başlamıştım ama çok sıkıcı geldi, bir de singularity neymiş diye okurken sıkıldım, uyuyakalmış olmayı diledim…

Let the right one in.

Şarkı, Morrissey’in. Benim haberim film (Låt den rätte komma in) vesilesiyle olmuştu. Neyse, konumuz o değil, başlığımız o, deyip, sebep-i ziyaretimize geçelim…

Dün, kahvaltıdan sonra balkonda çay keyfi yaparken, çok da sevmediğim bir Murakami kipatı (çok da sevmediğim Murakami hikayeleri seçkisi olan) olan Blind Willow, Sleeping Woman‘ı elime aldım, gözüme çok da uzun olmayan "Hanalei Bay" adlı hikayeyi kestirip okumaya başladım. Cumartesi günü Bernice Rubens’in bir süredir okumak için sabırsızlandığım "Sunday Best" kipatını bitirmiş, kipat patlak  çıkıp, akabinde bir türlü düzelmeyince, o kadar beklentinin altında kalmıştım. Hanalei Bay’in kurtarıcı olmasını beklemiyordum, o da olmadı sonuçta, hatta konusuyla da tadımı kaçırdı (başında yapıyor yapacağını, sonrasında ne dese boş).

İşte böyle kipat boşluğunda, ne okuyacağımı düşünürken, tesadüfi olarak (yazarlarla dolu bir listeden seçmek suretiyle) Kanadalı hikaye yazarı Alice Munro’nun "Too Much Happiness" kitabını buldum. Yazar kimmiş diye bakarken de 2009 yılında Uluslararası Booker’a layık görüldüğünü öğrendim. Bu sabah okul yolunda kitaptaki ilk hikaye olan "Dimensions"ı okumaya başladım, akşam otobüsü beklerken hikayenin şok edici, tatsız kısmına maruz kaldım (benzer bir tat için bkz. vaktiyle William Faulkner’ın "Barn Burning" hikayesi hakkındaki izlenimlerim). Elim yanmışçasına acıttı tuttuğum (e-)kipat. Söylendim, sövdüm, oracaıkta okumayı kestim, eve varınca bu girişi yazmaya karar verdim: bilmeden, araştırmadan öyle her yazanı buyur etmeyin, bir soruverin, kimin nesiymiş, kim tavsiye ediyormuş diye… Yanımda başka okuyacak bir şey olmadığından, el mahkum, yolda devamını da okuyup bitirdim hikayenin. İyi yazar, gerçekten çok iyi bir hikayeydi, sapasağlam bir örgü örmüş, her şey bir şeye (hikayeye) hizmet ediyor, kuruyor kurguluyor… ama değer mi? Ben okudum, siz okumayın. Şimdi ikinci hikaye olan "Fiction"a başladım, hakkını yememek için ama ondan sonra bırakacağım. Ne okuyacağım?..

Anselm Kiefer - Die Berühmten Orden der Nacht
Anselm Kiefer | The Renowned Orders of the Night (Die Berühmten Orden der Nacht), 1997


Cânım!..

 Cânım Efendim,

Bilseniz ne kadar severim "cânım" demeyi. Ca’yı şöyle uzatarak… Kısaca söylemenin de bir zevki, bir tatlılığı vardır, bilirim, ama "caaanım" demek daha hoşuma gider benim. Nasıl anlatayım: daha bir âşıkça oluyor, hani "âşık" denince bir de şair anlaşılıyor, işte o mânada, daha doğrusu iki mânasıyla birden. Benim durup dururken: "Cânım…" dediğim de olur. Biri duyup da: "Kime söylüyorsun? Kiminle konuşuyorsun?" diye sorsa, şaşar kalırım, bilemem ne diyeceğimi. Gizlemek istediğimden değil, gerçekten bilmem de onun için. John Ruskin son hastalığında, pencerenin yanındaki koltuğa oturur, gözleri önünde yayılan kırlara, göğe, her şeye bakarak: "Beautiful… Beautiful…" dermiş. "Ne güzel… Ne güzel…" demek mi bu? Yooo. "Cânım… Cânım…" demek. Herkes de acaba öyle mi? ben yaşlandıkça o "güzel" sözüne sinirleniyorum, bir değer yargısı, kıymet hükmü gösteriyor, bir ukalâlık var onda, insanları, eşyayı, bütün gördüklerimi kalkacağım da şu güzel, bu çirkin diye ayrıacağım. Ne yeri var bunun: "Cânım" dersiniz, ne görürseniz hepsine, hepsine, "Cânım" dersiniz, yargılamaktan kaçarsınız, hepsini seversiniz, bu dünyada ne varsa hepsiyle bir oluverirsiniz, daha iyi değil mi: Doğrusu gelmez benim elimden, ama ara sıra olsun elimden gelir diye hayal ediyorum da bir âşıklık kelimenin her iki mânasıyla bir âşıklık, duyuyorum gönlümde.

    "Cânım" demeyi ne kadar seversem "ruhum" demekten de o kadar tiksinirim. Siz de bir deneyin, bir dosta, bir yakınınıza, çocuğunuza, sevgilinize: "Ruhum… Ruhum benim…" deyin, bakın, yapmacıklı gelmiyor mu size? Bir bayağılık yok mu onda? Hani zorla kibar olmağa, üstünlük taslamağa kalkanlar vardır, siz de onlara karışmış gibi olmuyor musunuz? Ruh… en betime giden sözlerden biri. Felsefe kitaplarında belki çekilir, ama üç beş ahbap konuşurken, yahut şiirde, hikâyede ne kadar tatsız oluyor. Hatice Süreyya, yani Vâ-Nû, bir şiirinde:

    Ruhiyat isterseniz, buyurun eczahaneye
    Nâne ruhu, kâfuru, hepsi de var, hem esans

diyor, o başka, o iyi ruh’la alay ediyor da onun için. Bir de Yahya Kemal Bey’in Vuslat şiirindeki ruh’ları düşünün:

    Bir ruh o derin bahçede bir defa yaşarsa…
    Sevmiş iki ruh ufku görürler daha engin…

Yakışıyor mu orada? O cânım şiiri bozuvermiyor mu? Güzeldir Vuslat, güzeldir ya, şair ruh demese daha da güzel olurdu. Bir şarkı söylerler:

   Ruhumda bu şeb hicr-i visalin yanıyorken…

Beğenenler darılmasın, hiç hoşlanmam, güftesinden geçtim, bestesi de ulur gibi bir şeydir, Vuslat şiirindeki ruh’lar da inat gibi bana onu hatırlatırlar. Güzeldir Vuslat şiiri, dedim bir kere güzel olduğunu, sözümden dönecek değilim. Ben sevdiklerimden öyle kolay kolay vazgeçmem. Vuslat şiirini de ilk yazıldığı günlerde ne kadar sevmiştim. Yanılmıyorsam 1940’ta, Akşam gazetesinde çıkmıştı, hemen ezberledim onu, önüme kim geldiyse okudum, coşmuştum, duramıyordum. Öyle bir şiir yazıldığı günlerde yaşadığım için övündüğümü, kıvandığımı bile söyledim. Yalan değildi, o kadar beğeniyordum o şiiri. Gene de beğenirim:

    Kanmaz en uzun bûseye, öptükçe susuzdur,
    Zira susatan zevk o dudaklardaki tuzdur,
    İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan,
    Bir sır gibidir az çok ilâh olduğumuzdan…

gibi mısralarda bir büyüklük vardır. Ama, neden söylemeyeyim? eski hayranlığıma hayli su karıştı. Bir görmüksülük (théatral‘lik) var o şiirde, gittikçe o yanı çarpıyor insanın gözüne. Görmüksü şiirler arasında da çok güzelleri olabilir, örneğin Victor Hugo’nunkiler. Ama Yahya Kemal Bey o şiirini yazarken kelimelerini de iyi aramamış, "sevmekteki efsun" diyor, "bir mucize halinde" diyor. 1940 yılında konuştuğumuz dille yazıldığını düşünmeden vezin hatırı için "simâları" diyor, daha neler demiyor. Yok, güzel bir şiir ya, öyle özenerek, gerçekten özenerek yazılmış değil. Yahya Kemal Bey, bazı şiirlerinde görülen kolaylığa onda da bırakıvermiş kendini. Bir şiiri:

    Adalardan gelen o mektupta,
    Oradan bir sihirli râyiha var;
    İşveler sezdiren bir üslûpta…

diye başlar. Rindlerin Ölümüİsmail Dede’nin KâinatıHazan gibi şiirleri yazan adama pek yakıştırılmaz, "sihirli râyiha", hele "işveler sezdiren bir üslûp", Puccini’nin aria’larından yahut:

    Dizlerine kapansam, kana kana ağlasam,
    O güzel saçlarını ben çözüp ben bağlasam

gibi şarkılardan hoşlananlar için yazılmışa benzer. Vuslat şiirinde de, iyi bakarsanız, vardır öyle bir hal. On yıl önceki coşkunluğu düşünüyorum, çok su katılmış o coşkunluğa.

    Sevinerek, övünerek söylemiyorum bunu, içim kanıyarak söylüyorum. Edebiyatla uğraşan bir adam için, bir eleştirmeci için, bir hayranlığı yitirmenin ne olduğunu bilir misiniz siz, benim sevgili okurum? Elbette sevmişinizdir ömrünüzde, ne dediniz sevginizi, aşkınızı anladığınız gün? Gözleriniz parladı, Karaca Oğlan’ın şiirleri ezberinizde ise:

    Hadini de deli gönül hadini.
    Aramazlar gurbet ile gideni.
    Ak göğüs üstünde çakır dikeni
    Bitmeyince gönül yârdan ayrılmaz.

dediniz, Ovidius’la birlikte: "Maximus in me deus est" (En büyük Tanrı benim içimde) dediniz. Lâtince bilmeseniz de söylediniz bunu, ben de bilmem lâtinceyi, âşık olduğum günlerde öyle demiş olduğumu sonradan, lâtince bilenlerden öğrendim. O en büyük Tanrıyı hiçbir zaman gönlünüzden kaçırmıyacağınıza, mezara girip de göğsünüzde çakır dikeni bitmeden yârdan ayrılmıyacağınıza and içtiniz. Bir gün baktınız ki gidivermiş o Tanrı, siz ölmeden de sevgiliyi unutmuşsunuz. Ne oldunuz o gün? Sevdiğiniz günlerde, umutsuzca sevdiğiniz günlerde çektiklerinizden bin kat acı bir yara duymadınız mı içinizde? Kendi kendinizden şüphe etmeğe başladınız değil mi? Bilirim, o sızıyı unutmak için işi alaya vurmuşsunuzdur: "Vefasız âşıktan da kötüsü vefalı âşıktır" gibi bir söz, bir lâkırdı savurmuşsunuzdur, ama bunlar avutabilmiş midir sizi? Bu sözü unutsam, bilirim üzülürsünüz sevdiğiniz için değil, sevmediğiniz için, gönlünüzce sevmediğiniz için, bir sevdiğinizi bir daha unutmamak üzere sevemediğiniz için üzülürsünüz. Bir eleştirmeci de, bir zamanlar hayran olduğu bir şiir, bir eser karşısında o eski hayranlığı duyamazsa, hayranlığına çok su karışmış olduğunu anlayıverirse, yüreğinde işte öyle bir yara açılır, işte öyle bir sızı başlar. Hayranlık da aşk gibi kişiyi yükselten bir şeydir, ama o da aşk gibi geçicidir, bir kere yitirdiniz mi, sanki uçurumlara düşürür insanı.

    Sevmem "ruh" sözünü, doğrusunu söyliyeyim. Ahmet Haşim’in: "Âteş gibi bir nehr akıyordu / Ruhumla o ruhun arasında" mısralarında dahi pek sevmem. Ahmet Haşim bu düşünceyi ruh sözünü kullanmadan nasıl söyliyebilirdi? Bilmem orasını, hiç aramadım, ama o mısralarda da o söz batıyor bana, bir acayiplik var "ruh" demekte, "can" gibi değil o, sizin de, benim de birer canımız var, kedinin, köpeğin, tavşanın da birer canı var, can bizi bu dünyada yaşıyanların hepsiyle birleştiriyor. Ama ruh yalnız sizde varmış, bende varmış, kedide köpekte, tavşanda yokmuş. Bir büyüklük, üstünlük veriyor insana, uydurma bir büyüklük, insan oğlunun kendi kendine uydurduğu bir büyüklük. Bütün övünmeler gibi o da gülünç bir şey, çirkin bir şey. Hem de kurtulmak yok o ruh denilen şeyden. Dayanıklı mı dayanıklı. Ben öleceğim, gömüleceğim, göğsümün üzerinde çakır dikenleri bitecek, bir gün göğsümde hiçbir şey kalmıyacak, belki çakır dikenleri dahi sökülüp atılacak, o mezarlığın yerine bir bahçe, belki kocaman bir mahalle kurulacak, sonra onlar da bozulacak, yüzyıllar geçecek, görüşler de değişecek, medeniyetler değişecek, ama ruhum, o ne olduğunu bilmediğim şey, sapasağlam kalacak. Kandili karartıp da masa başına çağırdınız mı, ta nerelerden çıkıp geliverecek… İnanıyorlar buna, bir inanış ki sormayın. Ne dersiniz deyin, inanmıyorlar, gülüyorlar, omuz silkiyorlar, ama "ruh" dedini mi, ne olduğunu araştırmadan şıppadak inanıveriyorlar. Gelin de kızmayın bu insanlara: Akrabası makrabası da oluyor ruhun. Bakın ne diyor Cenap Şahabettin:

    Ben şair olaydım sana, ey yâr-ı dilârâm,
    Hemşire-i ruhun gibi sözler getirirdim…

Ruhun hemşiresi, biraderi, ağa-babası, kaynatası, kaynanası… O kadar kalabalık soyu sopu olanlardan korkarım…

    Bırakalım bunları, cânım Efendim, bırakalım bunları da "cânım" diyelim biribirimize "cânım" diyelim bütün cânım dünyanın cânım insanlarına, hayvanlarına, bitkilerine, taşına toprağına. Hepsi de bizim gibi canlı, hepsinin de bir gün yitirecekleri birer canları var. "Cânım" diyelim, yalan dahi olsa söz tatlı…

Nurullah Ataç,
3 Haziran 1951
Okuruma Mektuplar ~ Prospero ile Caliban

["Gene Yalnızlık", YKY 2011]