kitaplar, kalın kitaplar, patlak kitaplar…

Bengü ile ben, geçen gün Oostsingel'daki bahçede..Uzunca bir süredir bayıla bayıla okuduğum bir kitap olmadı malesef. Bir önceki satırı yazdıktan sonra kitap listeme bakındım, John Fowles’un "Fransız Teğmeni’nin Kadını"nı aralık ayında okumuşum, ondan başka bir de geçen ay okuduğum A.S. Byatt’ın "Posession"ı var.

Bu hayalkırıklığının ardında tabii ki benim okumaya başlarken hazırda tuttuğum yüksek beklentiler var – neredeyse her kitabı tavsiyeyle ya da araştırıp bularak elime almışım. Coetzee mesela, adam Nobel almış yahu, daha ne olsun! Gel gör ki "The Disgrace"i (ve tabii ki ağırlıklı olarak konusunda ötürü) beni kapadı da kapadı (konunun kötücül olması genelde yazarın yeteneklerini takdir etmeme engel olmuyor, mesela Alice Munro’yu ve başka birtakım arkadaşları, arkama bile bakmadan kaçarken bir yandan da övüşüm vardır) ama Coetzee’de, The Disgrace’de o da yoktu malesef (ve tabii ki bunlar sadece benim görüşüm). Kızdım ama ne olacak, epi topu 220 sayfa ilahi kızılcık dedim. The Wertzone diye bir blog takip ediyorum, sci-fi falan-fi üzerine, geçen yılın sonunda kendince bir liste hazırlamıştı, oradan etkilenip Christopher Priest’in "The Adjacent"ı ile Matthew Stover’ın "Heroes Die"ını okuma listeme almıştım… (blows raspberry!) 8P Kalın da kipatlar: biri 430, diğeri 380 sayfa imiş (benim için ortalama kipat kalınlığı 280, bilemediniz 300 sayfa olsun). Adjacent bayık (gelecekte alakasız bir Türkiye’de açılıyor (yazarının Türkiye’ye dair bildiği iki şey: Turkey, Anatolia/Asia Minor), iklimler çökmüş, işte post-apocalyptic, islam-driven bir İngiltere, wa-wa-wa gitar…), Heroes Die heyecanlı başladı (gerçek dünya üzeri sanal dünya üzeri fantastik arkaplan ve başka bir gerçek dünya aslında falan filan), Adjacent’ı ha bir şeyler oldu, ha bir şeyler olacak şeklinde, Heroes Die’ı da "bu ne be!" düşünceleriyle okudum, bitince de sevindim. Christopher Priest’i (Adjacent) duymamıştım daha evvelden, meğer Christopher Nolan, Hugh Jackman, Christoper Bale, Escarlett Johansson’lu The Prestige’in kipatının yazarı imiş, sağolsun almayayım ben bir daha.

A.S. Byatt’ın yıllardır ihmal ettiğim (bunda üniversitenin ilk senelerinde "Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cin" kipatını okuyup da orada Cevat Çapan’a (aka "The Kirpi") düzdüğü methiyeler yüzünden bendeki karizmasını hayli çizdirmesi de etkin rol oynar) "Possession"ı (Düşes sağolsun) taptaze bir soluk gibi geldi. Tabii ki aralarda kadın yazarların kipatlarını da okuyorum ama hiçbiri bu kitaptaki kadar kadınsı bir sese sahip değildi: kitabın her harfine sinmiş bir kadın bakış açısı var: nasıl ki çoğu kitaptaki kadınlar "erkek gibi" düşünegeliyor, davranıyorlarsa, bunda da tam tersi (ben mesela sürekli Ash’in LaMotte’ye "yanlış yapacağı" anı -ne mutlu ki!- beyhude bekledim durdum) — aşk meşk bir yana, gerek akademik hayata, gerekse anı/gerçek eksenine hayli güzel saptamalar koyuyor, kötü adamlar kötü değil, herkesin kendince haklı olduğu bir bakış açısı var, sonra bir anda yumruklar konuşmuyor; asıl oğlan kızları peşinden koşturmuyor — gerçi sonunda her şey iyi bitiyor (bu kadar mı olur! dedirtiyor) ama olsun, olacak o kadar kadı kızı. Sevdim yani özetle bu kipatı. Filminden haberim vardı, aklımda Meg Ryan oynuyor diye kalmış ama kipatı okuduktan sonra trailer’ını izledim, meğerse Gwyneth Paltrow’a oynatmışlar Maud rolünü, hakikaten cuk oturmuş (filmi izlemedim, filmlerle aram iyi değil bu aralar).

Espanya’dayken tanımadığım (Espanyollar ünlü yazar açısından malesef pek zengin değiller) bir Espanyol yazar olan Javier Marias’ın "The Infatuations" (Los Enamoramientos) kipatından ailemizin (yalan, yalnızca ben takip ediyorum) sanal şeysi AV Club sayesinde haberim oldu. Konusu hakikaten güzel ve orijinaldi, hızlı başladı tez baydı, elinin kılıyla kadın hamur işine girişen ve o hamuru yüzüne gözüne bulaştıran bir yazar amcanın (kitabın baş karakteri ve dahi anlatıcısı bir bayan ve olayların kadın bakış açısından anlatılması örgü açısından epey önem taşıyor) çok fena bir romanıydı, baydı da baydı (tek güzel yanı İspanya’da geçmesi ve İspanyolların olması idi, başkaca da hiçbir şeyi).

Aşağıya bu bağlamda değinmek istediğim kipatların ve sayfa adetlerinin (doğrudan Amazon’dan aldım bu bilgileri zira hemen hemen hepsini e-kipat olarak okudum telefonumda) listesini yazmıştım girişe başlarken, şimdi baktım, geriye bir Eleanor Catton’ın Luminaries’i kalmış bahsetmediğim. Ah Hande! Başka da bir şey demeyeyim. Diyeceğim tabii ki, kipat kötü değil ("çok kötü değil" yazmıştım, düzelttim Düşes’ten korktuğumdan), fakat amaç üzüm yedirmek değil, bağcı dövdürmek (showmanship yani) — yazar anlatmaz ise öleceği bir şey yazmıyor, "yazabiliyorum, o halde yazayım" daha çok, işte sistemli, Nolan’ın "Memento"su gibi, düz kurguyla izlediğinizde "meh" diyeceğiniz bir olayı karanlık bir odada oturmaktayken (siz) bir oranıza bir buranıza oraya bakarken şuranıza tokat/çimdik/pençe/tekme şeklinde saydırmak suretiyle marifet gibi gösteriyor (hele de sonlara doğru getirdiği deus ex machina‘yla bana "yuh!" dedirtti (kötü anlamda). Daha evvel de yazdığım üzere, bir çuval inciri keçiboynuzu bir dirhem bal (anahtar kelimeler). Yıldız haritasından konu üretilmesini beğenenleri de "bunun dandirik Edgar Wallece Plot wheel‘inden ne farkı var allasen?" başlıklı boks-forumuna davet ediyorum.

Uzun lafın kısası, normalde kipatların uzun olması ile pek bir derdim olmaz (hatta, sevinirim de okuduğum kipat güzel güzel ilerliyorsa "daha okunacak bir sürü şey var!" diye) ammavelakin, oku oku oku, kitap patlak çıktı, belki yolda düzelir, kaz kaz kaz, sonuna gel çıkmaz yol, e ne oldu şimdi (şimdi bana kaybolan saatlerimi verseler…). Cemal Süreya bir yerde "devamının yazılmasını istediğiniz kipat?" sorusuna "Karamazov Kardeşler" yanıtını vermişti ki, ben de aynı şekilde düşünürüm (Karamazov Kardeşler’i 95’te okumuştum yanlış hatırlamıyorsam, geçenlerde yeniden heyecan ve şevkle başladım (Düşes sağolsun pt. II), önsözde çevirmen teyze (Leyla Soykut) Dostoyevski’nin kitabı aslında 3 cilt olarak tasarladığından, ömrünün yetmediğinden bahsediyor.

Mektubuma burada son verirken, tüm Murakami sevenler için geliyor: 4 kardeşi ezberinizden sayabilir misiniz bakalım? 8)

Javier Marias – The Infatuations / 350 sayfa — 2 yıldız
J.M. Coetzee – The Disgrace / 220 sahife — 2 yıldız
Christopher Priest – The Adjacent / 430 goygoy — 1.5 yıldız
Matthew Stover – Heroes Die / 380 lümlüm — 2.5 yoshi
A.S. Byatt – Possession / 530 deniz kabuğu — 3.5 jigglypuff
John Fowles – The French Lieutenant’s Woman / 480 sahi ne? — 5 tam puantiye
Eleanor Catton – The Luminaries / 850 keçiboynuzu — 2 ters bir düz..
(bir de benim için "düşük not verir" derler! Hıh!)

ben, sen, xkcd

Ne zaman bir kitap listesi görsem, okurum. Bugün de (uzaktan) bir arkadaş, bir arkadaşının sevdiği kitaplarının listesini yayınlamış, okudum. İlk sıradaki giriş, adından dolayı dikkatimi çekti: "A Good Man is Hard to Find", biraz karıştırınca interneti kısa bir hikaye olduğunu, 50’lerde yazıldığını (1953) öğrendim, "okunabilir, okuyayım o halde" deyip, okumaya giriştim. Keşke okumasaydım. Slavlarda hüzün, güneylilerde hakikaten bir çiğ kötülük var (southern gothic diyorlar sorunca). Faulkner tabii ki, kimden bahsedecektim ya? Hikaye Faulkner’ın değil bir de, Flannery O’Connor adında, genç yaşta ölmüş, çok tatlı bir bayanın, öyle de güzel aksanıyla konuşuyor ki (alakasız olsa da Holling Vincoeur’u getiriyor akla), dilimin ucunda sevdiğim bir dizi oyuncusuna benziyor diyecektim ki buldum sanırım… Yasemin Çonka (adını hiç bilememişim bu zamana kadar). — ben O’Connor’ın wikipedia’daki şu rüzgarlı havadaki güleç fotoğrafını görmüş, onu benzetmiş idim lakin, şimdi bağlantı ararken diğer resimlerini de görünce, Yasemin Çonka’yla artık pek bir benzerliği kalmadı, neyse.

Hikayeyi kendi sesinden okuyor şurada, yoğun güneyli aksanıyla. Cormac da böyle ("No Country For Old Men"in yazarı). En son Alice Munro tattırmıştı bu kötülüğü bana da elim yanmış, bırakmıştım kitabını (Munro, Kanadalı bu arada, biliyorum, biliyorum).

Ne zamandır kaynak bulup yazacağım, aklımda, bari şimdi bakayım, bu vesileyle… ha ha ha! Nietzsche’ymiş, kim olacaktı ya! "when you gaze long into an abyss the abyss also gazes into you." / "Bir uçurumun içine baktığınızda, uçurum da sizin içinize bakar." ‘İyiliğin ve kötülüğün ötesinde’denmiş. Benim de vardı iyiliğin ve kötülüğün şeysinde bir yazım.

Ne çok bağlantı verip ne kadar az şey yazdım. Diyeceğim şeyler azdı, iki taneydi zaten, biri Flannery O’Connor’dan bahsetmek idi (hikayesinin içeriğine değinmeden, ki başardım); diğeri ise Randall Munroe’dan. Hikayeyi okuduktan sonra işaretlemek için okuma listemi açtığımda karşıma önceki girişlerin birinden Randall Munroe çıktı, ne kadar da tanıdık geldi isim: bir hikayesini okumuşum, o da "The Machine of Death" seçkisindeymiş, hani pek de beğenmemişim. Kimdi bakayım diye internete sorduğumda koskoca xkcd‘nin Randall Munroe’su çıktı.

Sözlü olarak birkaç söylemişliğim vardır, baktım şimdi, yazıya dökmemişim. Faulkner da, O’Connor da, şu da, bu da, Picasso’nun Guernica’sı gibiler: çok, çok acı bir olayı çok büyük ustalıkla anlatıyorlar, bu da anlattıkları şeyin etkisini kat be kat arttırıyor. Bakmak istemeseniz de gözünüzü kaçıramadığınız bir şey gibi, sonunu çok iyi bildiğiniz fakat çaresiz kalakaldığınız bir şeyler gibi. Bugün güzel bir gündü oysa.

To Marguerite / Matthew Arnold

To Marguerite

Yes; in the sea of life enisled,
With echoing straits between us thrown.
Dotting the shoreless watery wild,
We mortal millions live alone.
The islands feel the enclasping flow,
And then their endless bounds they know.

But when the moon their hollow lights,
And they are swept by balms of spring,
And in their glens, on starry nights,
The nightingales divinely sing;
And lovely notes, from shore to shore,
Across the sounds and channels pour;

O then a longing like despair
Is to their farthest caverns sent!
For surely once, they feel, we were
Parts of a single continent.
Now round us spreads the watery plain–
O might our marges meet again!

Who order’d that their longing’s fire
Should be, as soon as kindled, cool’d?
Who renders vain their deep desire?–
A God, a God their severence ruled;
And bade betwixt their shores to be
The unplumb’d, salt, estranging sea.

Matthew Arnold (1852)

John Donne mu dediniz?.. Hani, nerede?

Fransız Teğmenin Kadını (İkinci Bölüm)

Daha bir ton şey yazacağımdır kesin ama bugün kitap ilk bitişini sergiledi (halbuki dün akşam Bengü’ye "öyle bir yere geldim ki, buradan sonrası bayır aşağı yuvarlanacak, kitabı burada, bu şekilde (Sarah Exeter’de otel odasına yerleşip, üç kuruşuyla aldığı şeylere bakarken, yüzünde gülümseme olmasa da huzurun kıyısından bir şeyler varken)  bırakayım istiyorum" demiştim, tabii ben de inanmıyordum bırakabileceğime, bırakamadım da nitekim ama herhalde becerebilmiş olsaydım en çok Fowles sevinirdi). Sonra yeniden devam etti. 2-3 bölüm daha okuyabildim, orada durdum şimdilik. İşin kötüsü rasgeleye ayarldığım müzik çalarımın bu halimden iyice faydalanması oldu: önce Ramones – "Needles and Pins", ardından Tom Waits – "Take it with me" (tabii ki "Waltzing Mathilda" daha iyi giderdi ama yüklü değildi), bitirici olarak da Fleetwood Mac – "Go your own way". Hakikaten de, ne yaptın Charles, niye ki Sarah? Cevap ne kadar bariz olsa da….

(…) I say "her", but the pronoun is one of the most terrifying masks man has invented; what came to Charles was not a pronoun, but eyes, looks, the lie of the hair over a temple, a nimble step, a sleeping face. (…)

Daha on bin şey (daha…) …

[Fotoğraf olarak sevdiğim bir resim vardı, onu koyacaktım, çeken kişinin moron oluşu beni bu fikrimden caydırdı]