Bilim Kurgu Kurdu

Çoktandır bir roman okumadım – Castaneda’nın ilk kitabıyla da anlatı kısmını bitirdik uzunca bir süre önce, şimdi madde madde “bilimsel” çözümleme kısmını baya baya okuyoruz. Yani inanın, sırf şu okuduğum kitaplar listesine ekleyeyim diye süründürüyorum kendimi de, onu da… Öyle okumak için yanıp tutuştuğum pek kitap da aklıma gelmiyor, Patricia Highsmith’in Ripley serisine başlayayım dedim (Talented Mr. Ripley ile değil de, Ripley Underground ile başlayacaktım) ama e-book versiyonunu bulamadım (daha doğrusu buldum ama Almanca buldum), o nedenle kitap arayışlarındaydım. Damla için Lem’in Mortal Engines‘ini arıyordum internette, sonra “Gelecekbilim Kongresi”ni okumamış olduğum gerçeği ile bir kez daha yüz yüze geldim, indirdim, bugün okumaya başlayacağım…

Beri yandan senelerdir gözümü korkutan, o yüzden arşivde öylece durmakta olan Tarkovsky’nin Stalker‘ını, Barış’ın methedip durduğu S.T.A.L.K.E.R. – The Shadow of the Chernobyl‘i oynadıktan sonra bu sefer hakikaten izlemeye karar verdim (Löker’e duyurulur! ((Löker’e duyurulur zira, o da bir türlü Stalker’ı izleyememekten muzdaripti de, bir gün bir araya gelip birbirimize destek olarak bitirmeye sözleşmiştik, buluştuğumuzda ise Stalker’ı değil de Kar-Wai Wong filmleri izlemiştik)) 8) Geçen gün Bengü’yle oturduk ekranın karşısına, Stalker’ı seyretmeye, dürüstçe bu filmle ilgili ne kadar heyecanlı olduğumu belirttim kendisine, hatta “senin en sıkıcı bulduğun yönetmenin kendi filminde bir karakteri sıkmak/baymak olarak kullandığı filmdir bu” dedim, Bengü, Nuri Bilge Ceylan’dan hiç haz etmez ve dahi filmlerini kendince daha doğru bulduğu adlarla sıralar: Kasaba Sıkıntısı, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak Sıkıntısı… Filmi koyduk, 5 dakika geçmedi, Bengü uyuyakaldı, sanırım başka bir bahara…

Şimdi Stalker’ın Tarkovsky’sinden, Tarkovsky’nin Solaris’ine, oradan da Solaris’in Stanislaw Lem’ine geçelim… Önce kitabı okumuş, beğenmiştim ama Tarkovsky’nin filmi beni benden almıştı. Kitap hayli entelektüeldi, bambaşka bir iletişim biçimi olabileceğini düşünüyordu, devasa düşünüyordu, öyle Merhaba Dünyalı, biz dostuz! mavrasından fersah fersah bir yaklaşım getiriyordu, anıtsaldı, hayret vericiydi. Film ise bütün bunları elinin tersi ile bir yana itiyor, çok da lazımmış gibi kendini giden sevgilinin dönüşü odaklıyordu. Ben de buna vurulmuştum işte… Lem benim gibi düşünmemişti doğal olarak… Büyük hayal kırıklığına uğramıştı Ursula Guin’in Earthsea’nin dizisini gördüğünde uğradığı hayal kırıklığı ile kıyaslanmayacak olsa da, şöyle demişti:

I have fundamental reservations to this adaptation. First of all I would have liked to see the planet Solaris which the director unfortunately denied me as the film was to be a cinematically subdued work. And secondly — as I told Tarkovsky during one of our quarrels — he didn’t make Solaris at all, he made Crime and Punishment. What we get in the film is only how this abominable Kelvin has driven poor Harey to suicide and then he has pangs of conscience which are amplified by her appearance; a strange and incomprehensible appearance.

Kaynak: Wikiquote

Bu da benim vaktiyle (6 Haziran 2000) konuya ilişkin yukardakinin benzeri sözler ettiğim ilgili giriş:

=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=
From: Emre Sururi Tasci
To: Dogan Gegeoglu
Date: Tuesday, June 6, 2000, 8:46:43 PM
Subject: [DUZYAZI] solaris..
Files:
–====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-===–

>> 24 haz – 14.00
>> Solaris (yön : tarkovsky. oyn: Natalya bişey ile anotoly bişey
>> (satranççı olan değil))
DG> Tesaduf bu ya, dun aksam Rai’ de izledim. Tamam italyancam iyi degil (bilen
DG> bilir, bir ara unutup en bastan ogrenmek zorunda kalmistim) ama her zaman
DG> oldugu gibi kitabin tadini bulamadim dogrusu..
yahu, iki hafta onceydi galiba, eki’lerdeydik ve sanirsam, ve eki,
pamir olmasi lazim, bir arkadasimiza “yinegene” solaris’in filmini
kotulemekteydi -ve dahi arkasimiz da pamir degil de cetin’di sanki- ve
ben, ve ben gene mudahale ettim:

solaris’i, vaktiyle emresevinc’in tavsiyesiyle okumus idim. emre (the
other), kitapta, gezegenin iletisim kurma tesebbuslerine bitmis idi,
dusunen koskoca bir sey! ve humanoid degil! dusunce tarzi bizimkiyle
alakasiz! muhtesem bir sey! bu bir gezegen (bu bir ucgen!)… benzeri
bir heyecandi -hakli olarak- yasadigi…

oysa ben, oysa ben gidip guzelim kitapta neye takilmistim bilir
misiniz (efendiler)? evet, ben gidip “giden sevgilinin
donusune” takmistim kafayi, o miniminnacik ayrintiya vurulmus, bitmis,
olmustum, aksama bir sanci. ve filmine gittigimizde de (aman tanrim,
simdi son yemek gibi bir sey sayilir artik o pidecideki mini-zirvemiz,
ain’t it?) bir de bakmistim ki, koskoca tarkovsky, potemkin tarkovsky
de ayni noktaya takilmamis mi! ahh.. ahh… “gidip de geri donen
sevgili”nin o guzelim sari-kizil saclari (bu arada, kisisel bir gorus
olarak, “giden sevgililer” asla ve de asla ve asla geri
donmemelidirler, “giden sevgili” olduklari gercegini o guzelim
gozlerinden, guzelim endamlarindan ve guzelim her seylerinden asla
cikarmamalidirlar.

[İlgili mesajın tamamına (ve dahasına) buradan ulaşabilirsiniz]

Neyse, Stalker’ın kaynak aldığı Strugatsky’nin Roadside Picnic‘i, Lem’in Cyberiad‘ı ile birlikte okunacaklar arasına almıştım ki, geçen gün Foucault’nun Sarkacı‘nı okumak istediğimi hatırladım. 3 gündür (Bu blogu yazmaya evvelsi gün başlamıştım bu arada, bugün kısmetse bitireceğim) Gelecekbilim Kongresi’ni okumaktayım, beklediğim kadar iyi çıkmadı belki bazen zevzeklikte Boris Vian’ın başyapıtı Günlerin Köpüğü ile yarışır olduğundandır sanırım. Kitabı henüz bitirmedim, yarına biter ama sanırım. Solaris gibi, bu kitabın bir yerinde de, karakter “çıldırmadığımdan / gördüklerimin halüsinasyon olmadığından nasıl emin olabilirim?” sorusunu soruyor. Solaris’te tartışılır açıkları olsa da karmaşık bir matematik işlemi ile kontrol yapılırken, Futurological Congress’te doğrudan hapa bağlanmış bu sorunun cevabı (buradan FC’in Solaris’ten önce yazıldığı varsayımında bulunuyorum — kontrol edeyim: Solaris – 61, FC – 71, fena yanılmışım). Bir de, bir ara uzun uzun yazacağım ama gerek pozitif-bir-matrixvari / Culture’vari ya da FC’nin kimyasallar sayesinde kavuştuğuna benzer bir “ilüzyon evreni”nde seve seve yaşarım, bu bir, herhangi sentient ve zekaya sahip bir nesnenin hangi malzemeden yapılmış olduğu ona karşı olan tavırlarımda etkileyici olmaz. Böyleyken böyle.

Bu arada, “şimdi hangi kitabı okusam?” dönemimde, aratıp bir BK top-listesi buldum, ne derece etkin, yetkin ve ciddiler, bilemiyorum ama Ender’s Game’i ikinci sıraya koyan insanlarla aynı galakside yer almak istemem şahsen ben katiyen. 8P

Doris Lessing

Beri yanda “Bir Yaşam Öyküsünden Notlar”ını editliyordum imla ve diğer şeylere karşı – birkaç ay önce (şimdi kitap listeme baktım da, 4 ay olmuş!)kütüphaneden aldığım toplama DL kitabından (Temptation of Jack Orkney) tarayıp, OCR marifetiyle apartmıştım. Doris Lessing’le yanlış hatırlamıyorsam 94’te tanışmıştım, hatta Bera’yla birlikte tanışmıştık. O yıllarda “Kelepir” kitapevleri açılıyordu – depolarda kalan kitaplar orada ucuzdan satılıyordu. İlk aldığım DL “Bir yaşam öyküsünden notlar” ile “Yaşlı kadın ve kedisi” hikayelerini içeren bir kitapçıktı. Yaşlı Kadın ve Kedisi’ni Bera çok sevmişti, ben de “Bir Yaşam Öyküsünden Notlar”a bayılmıştım. Bayılmak biraz tikice bir laf oldu, çarpılmıştım demek daha uygun. Bana çok yakından tanıdığım bir “arkadaşımı” anlatıyordu. Sonrasında Kelepir’de başka DL kitapları bulmuştum: Terörist, 5. Çocuk (ki ikisi de sucks!) Şarkı söyleyen otlar (Afrika hikayelerini oldum olası sevemedim). Bir yaşam öyküsünden notlar’lı kitabın kapağındaki DL resmi yüzünden sanırım, DL ile Ayşe Erzan’ı bir arada düşünür oldum (bakarsınız seneye de Ayşe Erzan bir Nobel alıverir, ne de güzel olur!) Defter dergisinde “Pek Sevimli Olmayan Bir Hikaye” adında bir hikaye okuyup çok sevmiştim, yazarına dikkat etmeden, sonrasında DL olduğunu görmüştüm o hikayenin yazarının da. Şikasta serisi çok sağlam bir fikre sahip olsa da bir türlü ısınamadım. Murat Yetkin -ki severim Radikal’in bu John Travolta’sını – bugünkü yazısında DL’e yer vermiş, sadık bir okuru olarak (gerçi o Terörist’i sevmiş ama argh yani bana kalırsa.. (Hatta bkz.)).

Birazdan heyecanıma yenik düşüp DL hakkında ahkama başlayacağım, başlıyorum… 5…4…3…….
DL’nin en sevdiğim yanı okuruna dürüst olmasıdır. Eğer hayat çetinse bu çetinliği gösterir. Kimse kimseyi kandırmaz, hiçbir şey olduğundan farklı gösterilmez. Duygusallığa düşmez, gözlemleri aktarıyor gibi yapar, olmadı düşünceleri aktarır. Soğukkanlı bir anlatıcıdır ve anlattığı olaylar sizin de tahmin edebileceğiniz olaylardır. Hiç beklenmedik bir şekilde insancıldır, insanları bu kadar iyi tanımasına rağmen. Hikayelerinde kötüler ve iyiler yoktur, insanlar vardır.

Evvelsi gün, okula gidiyordum ki, telefonum çaldı, arayan İTÜ’den arkadaşım Esra’ydı, doçentlik sınavından geçtiği müjdesini veriyordu, ben geçmişçesine sevindim, tüylerim diken diken oldu. Bu sabah da, gazetede Nobel’in DL’e gittiğini görünce aileden biri almış kadar sevindim, neşeyle Bengü’yle gösterdim ilgili haberi.. Allah bu iyi haberlerin devamını da getirsin inşallah. (Ve bu vesileyle bayramınız kutlu olsun!)

Bir Sokak Çeşmesinin İçinden..

The Nobel Prize in Literature 2007
Doris Lessing

The Nobel Prize in Literature for 2007 is awarded to the English writer Doris Lessing

“that epicist of the female experience, who with scepticism, fire and visionary power has subjected a divided civilisation to scrutiny”.


Açık konuşmak gerekirse, epicist ne demek, scrutiny ne demek bilmiyorum, yani pek anlamadım kardeşlerin ne demek istediklerini ama iyi bir şeydir herhalde. Dün Pamuk Orhan, bugün Lessing, ne mutlu bana. Bakarsın yarın da Murakami’ye verirler ödülü ama pek istemem doğrusu – ya Murakami ya Pamuk’tu benim düşüncemde, ikisine birden ödül vermek olmaz, Haruki bir 10 yıl beklesin, yerinde olur. Lessing’e de ödül biraz geç geldi zira zannımca son 10 yıldır yazar olduğu bilimkurgularda pek iş yoktu yahu. Önceden de demişimdir, Lessing’in üç döneminden (Afrika/İngiltere/BK) en (tek) sevdiğim bayıldığım hayran olduğum kesim İngiltere sosyal yaşantısı hakkında yazdıkları olageldi. Ama Altın Defter filan demeyin bana, o da çok bayıktı yahu… Yakında buraya Muriel’in hikayesini atarım (en sevdiğim hikayelerindendir). [Sonradan not: Bot’lar atlamasın yüzler asılmasın diye link vermiyorum, onun yerine benim blog’dan herhangi bir girişi açın, adres index.php?msg=2209 gibi bir şey olacak, işte o en sondaki msg=xxxx sayısını 2211 yapınız, afiyet olsun 8]

Miranda July – No One Belongs Here More Than You

Miranda July - No One Belongs Here More Than You DoMiranda July’ı Me and You and Everyone We Know (2005) ile tanıdım ve hemen oracıkta çarpıldım. Birkaç ay evvel, Barış’la lab’da otururken, son derece olağan bir şey söylüyormuş gibi “Miranda July’ın yeni kitabı çıkmış..” dedi de, inanamadım. İnterneti yokladığımda kitabın sitesi ile karşılaştım, Hande de hazır İngiltere’ye gidiyorken, ondan kitabı rica ettim, o da sağolsun, beni kırmayıp bu güzel hediye ile geldi.

Kitaptaki 16 hikayenin tümünü koklaya koklaya okudum. Naif hikayeler bunlar, anlatıcının hep hikayenin en kırılgan insanı olduğu hikayeler. Yeni tanıştığınız bir insanla bir yerden bir yere giderken yan yana yürüdüğünüzde onun da en az sizin kadar bir insan olduğunu, binlerce anısı olduğunu akıl etmek gibi bir şey. Onunla havadan sudan şeyler konuşmaktayken aslında size ulaşmaya çalışmaya çırpındığını fark etmek, sizin hoşunuza gitmeye uğraştığını fark etmek, buna gerçekten çok ihtiyacı olduğunu fark etmek gibi bir şey. Ya da yazarın kendi ağzından söylemek gerekirse:

I’m not following you.
My car’s parked over there.

– In Smart Park?
– No, on Front Street.

Oh, I parked in Smart Park.

So, at the end of the next block
we’ll separate. At Tyrone Street.

Yeah, the “Ice Land” sign is halfway.

It’s the halfway… point.

Ice Land is—

It’s kind of like that point
in a relationship, you know…

where you suddenly realize
it’s not gonna last forever.

You know, you can
see the end in sight.

Tyrone Street.

Yeah, but we’re not even there yet.

We’re still at the good part.
We’re not even sick of each other yet.

I’m not sick of you at all.

And wow! It’s been a good
like six months, right?

What? Six months?

Then the Ice Land sign
is like eight months?

You think we’d only last
a year and a half?

I don’t know. I don’t
want to be presumptuous.

– I don’t know if you’re married or what.
– I’m not.

Well, I’m separated.
We separated last month.

I was thinking…

that Tyrone…

was like years away at least.

– Yeah?
– Yeah.

Okay. Well, actually
I was thinking…

Tyrone is, like,
when we die of old age.

And this is, like, our whole life
together, this block.

See, that’s perfect.

– Let’s do it that way.
– Okay.

Well, guess it can’t be avoided.
Everyone dies.

I could walk you to your car.

Maybe we should just be glad…

that we lived this long,
good life together.

You know, it’s so much more
than most people ever get to have.

– Okay.
– Okay.

– Well, don’t be afraid.
– Okay.

– Here we go.
– Here we go.

Miranda July, You and Me and Every One We Know senaryosundan detay..

Hikayelerden en sevdiğim Mon Plaisir oldu. “Yaşanan bir başkalaşımın ardından eski hali gözden geçirebilme yeteneğinin gelişi hakkında” şeklinde hayli entel dantel bir klasmana dahil edebileceğimiz bu hikayeye arkadaş olarak Something That Needs Nothing ile Birthmark‘ı da dahil edebiliriz. Hikayelerin çoğu nereye varacağı bilinmeden yazılmaya başlanmış tadında. Miranda July, çarpıcı/değişik/absürd bir ilk paragraf yazıp, oradan denize açılıyor. Son hikaye olan How to Tell Stories to Children‘la bir Doris Lessing hikaye toplamasında karşılaşsam yadırgamazdım. Something That Needs Nothing‘le birlikte, en yaralayıcı hikaye. Filmine en yakın tadı aldığım hikayeler hayli gerçekçi ama bir o kadar da olmaz gelen Ten True Things ile naif (sanıyorum aynı giriş içinde ikinci kez ‘naif’ kelimesini kullandım) The Boy From Lam Kien oldu. The Swim Team “Miranda July 101” dersi için ideal bir referans olurdu.

Ian M. Banks’in Inversions’ında Perrund adlı bir nedime, kralın çocuğuna bir hikaye anlatır:

‘Will you tell me a story?’
‘A story? I’m not sure I know any.’
‘But everybody knows stories. Didn’t you used to be told stories when you were little? . . .

Perrund?’
‘Yes. Yes, I’m sure I was. Yes, I have a story.’
‘Oh good . . . Perrund?
‘Yes. Well. Let me see. Once upon a time . . . once upon a time there was a little girl.’

‘Yes?’

‘Yes. She was rather an ugly child, and her parents did not like or care for her at all.’

‘What was her name??

‘Her name? Her name was… Dawn.’

‘Dawn. That’s a pretty name.’

‘Yes. Unfortunately she was not very pretty, as I have said. She lived in a town she hated with parents she loathed. They made her do all sorts of things they thought she ought to do, which she hated, and they kept her locked up a lot of the time. They forced her to wear rags and sacking, they refused to buy her shoes for her feet or ribbons for her hair and they did not let her play with the other children. They never told her any stories at all.’

‘Poor Dawn!’

‘Yes, she was a poor thing, wasn’t she? She would cry herself to sleep most nights, and pray to the old gods or appeal to Providence to deliver her from such unhappiness. She wished that she could escape from her parents, but because they kept her locked up she could not. But then one day the fair came to town, with players and stages and tents and jugglers and acrobats and fire-breathers and knife-throwers and strong men and dwarves and people on stilts and all their servants and performing animals. Dawn was fascinated by the fair and wanted to see. it and be made happy by it, for she felt that she had no life at all where she was, but her parents hid her away. They did not want her to have fun watching all the wonderful acts and shows, and they were worried that if people saw that they had such an ugly child they would make fun of them and perhaps even tempt her to leave to become an exhibit in their freaks of nature show.’

‘Was she really that ugly?’

‘Perhaps not quite that ugly, but still they didn’t want her to be seen, so they hid her away in a secret place they had fashioned in their house. Poor Dawn cried and cried and cried. But what her parents did not know was that the people of the fair always sent some of their performers round the houses in the town, to do little acts of kindness, or to help out with chopping kindling, or to clean up a yard, so that people would feel beholden to them and go and see the fair. They did this in Dawn’s town, and of course her parents, being very mean, could not pass up the opportunity to have some work done for free.

‘They invited the performers into their house and had them tidy it all up, though of course it was quite tidy already because Dawn had done most of the work. While they were cleaning the house, and even leaving little presents behind, for these were very kind and generous performers — a clown, I think, and a fire-breather and a knife-thrower — they heard poor Dawn crying in her secret prison, and they released her and made her happy by their antics, and were very kind to her. She felt appreciated and loved for the first time, and tears of joy rolled down her face. Her bad parents had hidden themselves in the cellar, and later on they ran away, embarrassed at having been so cruel to Dawn.

‘The performers from the fair gave Dawn her life back. She even started to feel not so ugly, and was able to dress better than her parents had let her dress, and feel clean and good. Perhaps, she thought, she was not destined to be ugly and unhappy all her life, as she had imagined. Perhaps she was beautiful and her life would be full of happiness. Somehow just being with the performers made her feel pretty, and she started to realise that they had made her beautiful, that she had only been ugly because people had told her she was ugly and now she was not. It was like magic.

‘Dawn decided that she wanted to join the fair and go with the performers, but they told her sadly that they could not let her do that because if they did then people might think that they were the sort of people who took little girls away from their families, and their good name would suffer. They told her she ought to stay and look for her parents. She saw the sense of what they were telling her, and because she felt strong and capable and alive and beautiful, she was able to wave goodbye to the fair when it left and all the kind performers went away to take their happiness and kindness to another town. And do you know what?’

‘What?’

‘She did find her parents, and they were nice and good to her for ever afterwards. She found a handsome young fellow, too, and married him and had lots of babies and they lived happily ever after. And, as well as all that, one day, she did catch up with the fair, and was able to join it and be part of it and try to think of a way to repay the performers for their earlier kindness.

‘And that is the story of Dawn, an ugly, unhappy child who became beautiful and happy.’

‘Hmm. That is quite a good story. I wonder if Mr DeWar has any more stories about Lavishia. They are a bit strange, but I think he means well. I think I ought to sleep now. I — oh!’

‘Ah, I’m sorry.’

‘What was that? Water? On my hand . . .’

‘It was just a happy tear. It is such a happy story. It makes me cry. Oh, what are you— ?’

‘Yes, it tastes of salt.’

‘Oh, you are a charmer, young Master Lattens, to lick a lady’s tears up so! Let go my hand. I must . . . There. That’s better. You sleep now. Your father will be here soon, I’m sure. I’ll send in the nurse to make sure you’re tucked in properly. Oh, do you need this? Is this your comforter?’

‘Yes. Thank you, Perrund. Good night.’

‘Good night.’

Iain M. Banks, Inversions‘dan detay..

Sonradan öğreniriz ki, bu hikaye Perrund’un hikayesidir ve ancak tamamıyla ters çevrilerek anlatıldığında dayanılabilir hale gelmektedir… Miranda July’ın This Person‘ı da işte “böylesine mutlu” bir hikayeydi.

Alıntılarla birlikte epey uzun bir giriş oldu. Bu girişe başlarken aklımda The Swim Team ile This Person’ı, hatta belki de Mon Plaisir’i dijital ortama geçirip paylaşmak vardı ama sonradan vazgeçtim. Ayrıca başından beri de Michael Andrews’un yaptığı filmin soundtrack’ini dinliyorum. Bendeki hali tek parça, 49 dakikalık bir dosya, vaktiyle http://www.elginpark.com/meandyousite1.html adresinden apartmıştım, tavsiye ederim.

Miranda July!..

Severiz Biz Seda’yı.

Blog yazarken insan, öncelikle arkadaşlarının okuyacağını düşünüyor, sonrasında tanımadığı insanların bir şekilde bir şey arayıp geldiklerini, bir kelebek misali sayfaya konduklarını, sonrasında da belki şu servisteki kızın, “kim arıyordu diyeyim?” diye sorunca, isminizi, cisminizi belirttiğiniz şu sekreterin, bir şekilde bir yerlerde isminizi duyan bir kişinin okuduğunu düşünüyor. Sizin blogunuzu okuduğunu düşünmediğiniz / var sayamadığınız / ön göremediğiniz ve dahi tersaneleri zapt edilmiş olan akrabalarınız klasman dışı her zaman! O yüzden de sürprizleri daha bir etkili oluyor.

Seda, Bengü’nün akrabası, “bunun dışında” çalışmalarını hayli beğendiğimiz bir sanatçı (grafik sanatçısı yeterli olmuyor, değil mi tanıma). Nesri de güçlüymüş, şimdi bloguna bakarken keşfettim:

Akrabalık olayları, akrabalık vasıtasıyla tanışma olayı (“akraba in law”) hakikaten garip olaylar. Bonus gibi 8)

Seda Hepsev, Yutan Eleman, 2007

“Yiyiyorum yiyiyorum bitmiyor” dedim.
“Gidip gidip varamamaktan iyidir” dedi.
“Öyle söyleme” dedim ben de. “Gitmek iyidir, hem yolda olmak zaman kaybı degildir ki.”
Sonra bir gün yolda karşılaştık. Ama gittiğimiz yönler farklıydı. Tam da bu yüzden karşılaştık.
“Aynı tarafa gitseydik birbirimizi göremezdik ki” dedim.
“Hep iyimserdin sen” dedi.
Zaten biz de kucaklaşmadık, selamlaştık sadece.

“Hangisi daha kötü hissettirir sence?” diye sordum. Çok güzel bir rüya görürken uyanmak mı, yoksa kabus görüp uyanmak mı?”
Cevap vermedi.
Galiba en son gördügü rüyayı hatırlamaya çalışıyordu.

“Çok yalnızım ben” diyerek geldi bir gün. “Hatta o kadar yalnızım ki, dünyada bir tek ben yalnızmışım gibi hissediyorum.”
“Gidip bir köpeğin gözlerine bak, iyi gelir” dedim.

“Görüşürüz demek gerçekten görüşmek anlamına gelmiyor biliyor musun?” dedim.
Alaycı bir biçimde hafifçe gülerek, “bu bir soru mu simdi?” dedi.

“Aklıma gelmişken” dedim. “Ben sandığın kadar iyimser değilim. Mesela bahar aylarını hiç sevmem.”
“Zaten o yüzden iyimsersin” dedi. “Bahardan başka üç mevsim daha var.”

Gelip, kulaklıklarımı kulaklarımdan çekip bağırarak birşeyler söyledi. Ama o kadar yakından söyledi ki, ben yine duyamadım. Daha doğrusu anlamadım.

“Belki de bunların hepsi birer isarettir” dedi. “Prenses Mononoke’de de öyle söylemiyorlar mıydı: Kaderini degistiremezsin ama onunla yüzlesebilirsin.”
“Boşver, hepsi tesadüf” dedim.
Herkes gibi o da inanmak istemedi. Ben de, herkesin bir bildiği var mıdır acaba diye düşündüm.

Aradan uzunca bir süre geçti. Tekrar bulusup konuştuklarımızı hatırladık.
Gülüp geçtik.
Bir baktık, büyümüşüz.

Seda Hepsev