Beklenen Liste

Zeki Müren.

2007 yılının… nınınının

Kitabı: No One Belongs Here More Than You / Miranda July
Kitap Karakteri: Maureen Watson (Notes For A Case History / DL), Trurl & Klapaucius (Cyberiad / SL)
Twisti: Gelecekbilim Kongresi (Stanislaw Lem)
Filmi: Paris Je T’aime / Onlar bunlar
Dizisi: Psych
Dizi KarakteriGus (Psych)
Grubu: Yeah Yeah Yeahs
Klibi: Bob Sinclair – Together
Blogger’ı: Stephen Fry
(Yeni) Arkadaşı: S. Çağlar Onur
Arkadaşı Yahu neredeyse hepiniz! Yani gerçekten de, insan uzakta olunca değil de, uzağa giderken anlıyor bir nebze de olsa daha da asıl değerinizi. Gerçekten.
Çifti: Damlanur & Gürer
Olayı: Hollanda’ya kabulüm ve alakalı sonrası..
Ödülü: Parlar Vakfı ODTÜ Yılın Tezi Ödülü
Tatlısı: Elma payı (Apple Pie değil de, Appelpunt aslında, zira burada ikisi farklı şeyler)
Meyvesi: Mango

yol kitapları, kaka kitapları…

Başlığı biraz şaşırtmacalı yazmak istedim aslında ama nereye kadar… Neyse, zaten her halikarda bu giriş kitaplar ve onları okuma alışkanlıklarım üzerine olacak. Başlayalım bakalım.

Kendimi bildim bileli kitap okuyorum diyemem. Tamam, hayatımın her döneminde kitap okumuşluğum vardır ama yoğun bir şekilde, hastalık derecesinde okumaya başlamam orta 3 – lise 1 dönemlerine rastlar, uzunca bir hikayesi vardır, yani öyle bir gün bir gün bir çocuk kütüphaneye girmiş, kimse yok durumları pek yok – hikayeli mikayeli bir şey (bu benimkisi).

İstanbul’da ulaşım uzun zaman süren bir şeydi. Evden okula giden yollarda nice kitabı okuyup bitirmişliğim vardır. Hatta bunlarla ilgili anılarım da vasıtanın o anki lokasyonu ile hatırlanır. Mesela Dragonlance Chronicles Bakırköy otobüsü (85 miydi numarası?) Mecidiyeköy durağına yanaşırken bitmiştir, Ernesto Sabato’nun Tünel’i ile Jean-Paul Sartre’ın Hürriyet’in Yolları da Taksim – Bakırköy otobüsü, kalkış durağı olan eski Elektrik Kurumu binasının oradan Tarlabaşı’na dönerken, Üstündağ Otomotiv vardır, işte tam orada okunmaya başlanmıştır. Hakikaten, şimdi düşünüyorum da öyle böyle değil, epeyce kitap devirdim tekerler üzerinde. İstanbul’dan sonra Ankara tabii ulaşım açısından daha kolay olunca hayli azalttı kitap okuma seanslarımın verimliliğini ama özellikle serviste yine pek çok kitabı haklamaya muvaffak oldum.

Delft’te ise okulun evimize (çok şükür) sadece 6 dakika bisiklet pedalı çevirme mesafesinde olduğu gerçeği, benim bir şeyler okuma ihtimalimi hayli sekteye uğratmakta.

Dune serisini öteden beri bilirim. İlkin Cryo’nun o muhteşem oyunu ile girmişti hayatıma, sonra Lynch’in filmini de seyredip, o manasız Kyle MacLachlan’a rağmen sevmiş idim. İş kitabını okumaya gelince yalnız (sene 1993) bayıp, şu Maples’ın ilk göründüğü sahneden daha ileri gidememiştim. Araplara aşırı bir düşkünlüğüm olduğu pek söylenemez. Hele Luke Skywalker’dan daha altın bir çocuğun kurtarıcı rolüne bürünmesi pek de kafamdaki şeyle örtüşmüyor. Oyun olarak çok iyiydi, filmi de o sıralar herhalde anlamamış olacağım alt okumalarla gizlice de olsa besleyiciydi ama kitap. Neyse.

En son Damlanur beni kitaba bir şans daha vermeye zorladı ve kitaba uçak Türkiye semalarından Hollanda semalarına doğru yol alırken başlamaya karar verdim. Tarih: 30 Eylül 2007!

Uçakta epey bir kısmını okudum. Benim FBReader ayarlarımla 581 sayfa. Bu 581 sayfayı 20 Ocak tarihinde bitirebildim (kitabı sevmeme rağmen). Sayıyoruz: YAKLAŞIK 4 AY!!! Nedir bunun sebebi? Yol(culuk) yok! Kitabı okuyabildiğim yegane zaman/mekan (you must have pretty guessed by now.. 8P)

Salı ve çarşamba günleri Eindhoven’da Fizik Konferansı vardı. Eindhoven buraya 2.5 saat mesafede. Oraya giderken ikinci kitaba başladım (Dune Messiah). Yine FBReader’ın mevcut ayarlarıyla 217 sayfa ve çarşamba akşamı eve döndüğümde 160 sayfasını devirmiştim bile.

(iki kitap için konuşuyorum) Öyle çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim, değişik bir tat olmuş ama ı-ıh. Sevebileceğim bir karakter olmayışı bundaki en büyük etken. Bir de tabii über-mensch Paul Efendi (ve Mahdumları) olayı var. Roland Barthes’ın Genç Werther için alıntıladığı şu (who?) eleştirmen misali, Paul her “böhü böhü şimdi geri çekilemem cihad olur, kendimi öldürsem bile cihad olur, ay bunu böyle yapsam cihad olur, baktım cihad oldu bakmadım cihad oldu…” diye ağladıkça kafasına kafasına vurasım geldi. E ikinci kitapta görüyoruz ne olduğunu, kastın o kadar, bak şimdi ne oldu. Ulen emperetör yapmışlar seni daha hala ağlıyon seni çöl sıçanı. (atlayıver muaddib, zıplayıver muaddib, bidi bidi bidi muaddib). Yani, OK, power play, iktidar mücadelesi sci-fi’lerde pek de başarıyla ele alınan bir konu değil, daha çok geroge arkın the man who saves the world bakış açısı baskın (baskıl oral) ama bu alemin bir zekisi sen değilsin ki! Shaddam da düşünmüştür herhalde vaktiyle senin şimdi ikinci kitapta ağlak ağlak muhabbetini yaptığın şeyleri. Bir de “Mystery Man” diye sevdiğim bir film vardır. Orada alışılagelmişin dışında güçleri olan tipler vardır, bunların biri de görünmez olur – ama ancak kimse onu izlemiyorsa. Bizim Muaddiboş’un prescience yeteneği de böyle bir şey. “Muaddib geleceği görüyor musun?” “Görüyom abi, hayırdır?” “Bi’ bakar mısın, yengen akşama ne pişiriyor, balıksa rakı alacağım…” “Ya abicim, ben şimdi geleceği görüyorum ama farklı bir şekilde, yani birinde yenge balık yapmış, palamut, diğerinde naib bayıldı, aha şunda da Shai Hulud yahnisi var…” “Abi yormayayım ben seni, saygılar.”

Bir de nedir bütün Sci-Ficilerin bu asalet ve dahi ordu düşkünlüğü ya! Bayıyor, bilesiniz. Nerede Culture nerede bu sıpalar! Haydi Heinlein yapsa tamam diyeceğim ama o bile yapmıyor bu kadarını.

Bu sevgi(!) dolu girişi hastası olduğum bir kitap özeti ile bitireceğim. Belki Orson Scott Card’ın “Ender’s Game”ini okumuşluğunuz vardır (yoksa okumayınız), hem Hugo hem de Nebula kazanan kitaplardandır. Salak bir kitaptır yalnız, okumayın, değmez, hatta okumayın diye hemen şimdi spoil edip sonundaki twist’i söyleyip sizi büyük bir sıkıntıdan kurtaracağım : Aslında Bruce Willis de ölü! Ha ha! Korktunuz, değil mi harbiden söyleyeceğim diye, sizi sizi! 8) (Ender aslında savaşa hazırlanmıyor, o oynattıkları oyunlar oyun değil, bizzat gerçek savaşlar) Ender’in koyunu sonra çıkar oyunu. Neyse, dediğim gibi gelelim günün eğlencesine: birazdan alıntılayacağım kitap özetini Wiki’den apartıyorum. Tamam, yazan da epey bir sadeleştirme yapmış ama Ender’in Oyunu’nu okumuş biri olarak, biliyorum ki “aslına sadık” olmalı bu özet, Allah rızası için okuyunuz şunu:

A War of Gifts begins in North Carolina where Zeck Morgan, a boy with nearly perfect memory, lives with his family. Though Zeck’s father is the minister of his own church and has raised Zeck to be a pacifist, he beats the boy regularly. When the International Fleet shows up to take Zeck to Battle School, Zeck’s mother sees this as the perfect opportunity to get the boy away from his abusive father. When Zeck arrives at Battle School the other students can barely tolerate him because of his refusal to fight in the Battle Room and because of his strong religious beliefs. On December fifth Zeck sees a Dutch boy put a Sinterklaas Day gift in another Dutch boy’s shoe. Because religious holidays are forbidden at Battle School and Zeck had been taught by his father that Santa Claus was evil, he decides to report the two boys to Colonel Graff. After the Colonel calls the boys in and reprimands them, they decide to rebel by getting everyone to celebrate Christmas. When Zeck complains to the authorities, they refuse to do anything. Zeck goes to some of the Arab students and points out that the Christians are being allowed to celebrate their holidays. At that point some of the Arab students began having their daily prayers. When the administration shows up and forcibly stops them from praying, the other students stop giving each other Christmas presents. They also refuse to speak to Zeck. When he begins to have a nervous breakdown because of the isolation, Ender Wiggin decides to have a talk with him. In doing so, Ender discovers that Zeck was desperately trying to get sent back home so that he could protect his mother from his father. After he convinces Zeck that his mother doesn’t need to be protected, Ender gives him a small Christmas present. When Zeck accepts the gift in front of the other students, they stop ignoring him and begin to tolerate him.

Kaynak : http://en.wikipedia.org/w/index.php?title=A_War_of_Gifts:_An_Ender_Story&oldid=187236113

Christmas, X-Mas ve Axe-Mas hakkında birkaç şey…

Belki bilir, belki bilmezsiniz, bilmezseniz de pek bir şey kaçırmış sayılmazsınız ama filmi bilmiyorsanız çok şey kaçırmışsınızdır, Amerikalıların resmi Noel filmi, Frank Capra’nın 1946 tarihli It’s A Wonderful Life‘ıdır . Ben de bu filmi çok seviyor olsam da, bizim için ilgili başlık altındaki favori film, Richard Curtis’in 2003 tarihli Love Actually‘sidir. Tabii, bizim için noel (“neol”) diye bir şey olmadığından, yılbaşı yaklaşırken, biz de Delft’teki DVDcilere bu filmi sormaya başladık (buraya hiç DVD getirmediğimizden Ankara’da bir depoda şimdi önceki versiyon). Birkaç yerden “taze bitti” cevabını alınca da, ya bu film Hollandalıların başucu filmi (bir de Almanya’da David Hasselhoff olmak vardır bu bağlamda) ya da bunlar bize Türk Tüccar muamelesi çekiyorlar dedik (hani dükkana girersiniz, aradığınız bir şeyin orada mevcut olup olmadığını sorarsınız da, muhatabınızın bakışları, sizin aradığınız nesnenin adı olan kelimeyi ilk defa duyduğunu gizleyemezken “Ha, iki tane vardı da, geçen cuma bitti, önümüzdeki ay gelecek yine” şeklinde bir cevap alır (o şeyin kendisinde olmadığını gururuna yediremez) ve dahi “boşuna buralarda arama, hiçbir dükkan satmaz onu” şeklinde de “bende yok, öyleyse bat dünya ve diğer meslektaşlarım” eklentisi ile ödüllendirilirsiniz). Geçen hafta Rotterdam’a gitmiştik gezmeye (bkz ispatı aşağıda) de, her gördüğümüz fidyocuya sordum, çok kalabalık kuyruklar vardı neyse en sonunda dönüş yolunda buldum bir tane, hem de hepi topu 8 avroya!

Rotterdam, 24/12/2007

Özetle, yeni yıl yaklaşırken, eğer öyle çok da maço bir tip filan değilseniz, + Nikah Bir Cenaze’yi beğenmişseniz mesela-mutlaka, ve halen Love Actually ile tanışmışlığınız yoksa, bir deneyiniz derim. Araya parça olarak filmde de kullanılan (zaten oradan aklıma geldi) Bay City Rollers’dan Bye Bye Baby‘nin sözlerini sıkıştırayım bari – bir şarkı bu kadar mı leziz olur :

Bay City Rollers / Bye Bye Baby………………………………………|

If you hate me after what I say
Can’t put it off any longer
I just gotta tell her anyway

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

You’re the one girl in town I’d marry
Girl, I’d marry you now if I were free
I wish it could be.
I could love you but why begin it
‘Cos there ain’t any future in it,
She’s got me but I’m not free, so:

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

Wish I never had known you better
Wish I knew you before I met her, Gee
How good it would be for me.
Shoulda told her that I can’t linger,
There’s a wedding ring on my finger,
She’s got me but I’m not free, so:

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

Hazır şarkılardan ve noelden söz açılmışken: Az çok neol hakkında bir şeyler bilirim (işte nativity detayları, 3 müneccim (magi), şu müneccimlere yolu gösteren yıldız ve hatta en güzeli olarak da T.S. Eliot’ın Journey of the Magi şiirini ve şu hastası olduğum müthiş açılış dizelerini:

A cold coming we had of it,
Just the worst time of the year
For a journey, and such a long journey:
The ways deep and the weather sharp,
The very dead of winter.
And the camels galled, sore-footed, refractory,
Lying down in the melting snow.
There were times when we regretted
The summer palaces on slopes, the terraces,
And the silken girls bringing sherbet.
Then the camel men cursing and grumbling
And running away, and wanting their liquor and women,
And the night-fires going out, and the lack of shelters,
And the cities dirty and the towns unfriendly
And the villages dirty and charging high prices:
A hard time we had of it.
At the end we preferred to travel all night,
Sleeping in snatches,
With the voices singing in our ears, saying
That this was all folly.

lakin, bu sene neolle ilgili yepyeni bir detay daha öğrendim, dini içeriği hayli yüksek, mukaddes Robot Chicken programının, neol özel bölümünden (s03e14). Onun sonunda, sanırım geçen seneki neol programındaki şu anime çocuk, jack frost ve santa’nın kapışmasındaki karakterler müthiş bir parçayı icra ediyorlar. Bir tek bizim dilimizde trampet diye bir müzik aleti olduğundan ne yazık ki, benzer bir müziği tam olarak yakalayamadım ama yine de The Old Guard Drum and Fief Corps (Amerikan koloniyel dönemden) epey yakın bir… siz Türkler nasığ diyoğ, “sound” yakaladım. Trampet/Trompet bir de Konyak/Kanyak olayı var tabii meşhur, bağlantı aynı olmasa da. Bu tür müzik aramaktayım, Kodo’yu biliyoruz tabii ki ailecek, ama benim dediğim şu trampet olayı, flüt de bir yere kadar girebilir (aslında TAM da Robot Chicken’daki mevzuat). Neyse, aratıyorum ediyorum işte “drum” vesaire diye, Little Drummer Boy‘u keşfettim, zaten, sonradan anladım ki, RC’ın yaptığı da aynı şey olayor. Sonrasında da Dolores O’Riordan’ın (pis pis pis!) 2001’de Vatikan’da performeler eylediği şu versiyonunu buldum şarkının. Yani böylesine aptalca bir şarkı nasıl böylesine etkili öldürücü bir silaha dönüşebilir, ispatı orada… (Yanlış anlama olmaması için bonus bilgi: Dolores O’Riordan’a gıcıklığım, ailecek ennn bir favori gruplarımızdan olan Cranberries’i bir başına koyup gitmesinden ötürüdür. Gerçi ailemizde buna benden başka bozulan bir başka fert yok ama bu benim değil, Bayan O’Riordan’ın sorunu. 8P)

Yine çok uzadı. Bir de Axe-Mas dedik, onunla da ilgili birkaç şey karalayalım: Evet, bildiğiniz üzere Futurama der X-Mas’a Axe-Mas diye, nihayet geçen ay, yıllardır (2?) süregelen ayrılık bitti, Bender’la hasret giderdik (bkz. Bender’s Big Score)

Sanırım bu kadardı. Görüşemezsek/görüşmezsek şimdiden yeni yılınızı kutlarım. Geçen sene yaptığım gibi, bu yıl da senenin muhasebesini yapmayı arzu ediyorum ama önce yılın hayırlısıyla bitmesi lazım.. 8)


Karıma

Chagall - Promenade

Karıma

Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm neş’eyle uzun
Yatağında kalktığım sabah

Elmanın yarısı sen yarısı ben
Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Saadet bir çimendir bastığın yerde biter
yalnızlık gittiğin yoldan gelir

Oktay Rifat

Bir benden, bir ondan…

Duygusal

Sen ona bir gemisin, yönü senin yönündür
Bir sancısın geçerken denizlerini özgür
O da bir ada olsun, sana çevrili dursun
Dağının dalgalarla, yüzünün rüzgarlarla
Bağlandığı kendini sende çözülmüş görür.

Gemiler göründükçe adalar da düş görür
İnsanlar nerede olsa bir orayı düşünür
Derler adadakiler, şu gemi bir gün gelse
Gitsek buradan öte, nereye gideceksek
Bilseler gemiler de bir adayı düşünür.

Özdemir Asaf

Peki Edip Cansever, Yıllarca Önceki Gibi‘yi ne zaman yollayabileceğim ben?.. Çok özledim, çok özlüyorum, çok. Çok. Canım karım benim. Sulugöz Sururi.

The Futurological Congress

Dün kitap için “beklediğim kadar iyi çıkmadı” demiştim, haksızlık etmişim. Lem kitabı elinden kaçırdığını düşündüğünüz anlarda bile aslında ipleri gayet sıkı bir şekilde elinde tutuyor… Bol doğaçlamalı bir dizi izlediğinizi düşünüp de, sonrasında bir şekilde dizinin senaryosunu bulup da, aslında sizin doğaçlama olduğunu düşündüğünüz bütün o performansların tamamıyla planl olduğunu görmüş gibi oluyorsunuz. Kitabın sonlarına doğru iyice derleyip, toparlayıp temiz bir şekilde sonlandırıyor. Hatta o kadar sağlam örmüş ki olayları, sonlara doğru istediğiniz sayfada, bir şeylerin boşlukta kaldığını düşünmeden, inebilirsiniz kitaptan… Delivers a packed punch (Roger Ebert’in artık en ibiş (mesela Jim Carrey’nin oynadığı şu Schumacher’in 23 Numarası gibi) filme bile Two thumbs up! demesini protesto amacıyla yazdım 8)

By sheer accident I happened to raise the vial to my nose—I had completely forgotten that I was still holding it. Tears welled up from the acrid smell. I sneezed, and sneezed again, and when I opened my eyes the room had changed. The Professor was still speaking, I could hear his voice but, fascinated by the transformation, no longer listened to the words. The walls were now all covered with grime; the blue sky had taken on a brownish tinge; some of the windowpanes were missing, and the rest had a coat of greasy soot, streaked with gray from previous rains.

I don’t know why, but it was particularly upsetting to see that the Professor’s handsome briefcase, the one in which he’d brought the conference materials, had turned into a moldy old satchel. I grew numb. I was afraid to look at him. I peeked under the desk. Instead of his appliqued trousers and professorial spats there were two casually crossed artificial legs. Between the wire tendons of the feet bits of gravel were lodged, and mud from the street. The steel pin of the heel gleamed, worn smooth with use. I groaned.

“What is it, a headache? Want an aspirin?” came the sympathetic voice. I gritted my teeth and looked up.

Not much was left of the face. Stuck to his sunken cheeks were the rotting shreds of a bandage that hadn’t been changed in ages. And evidently he still wore glasses, though one of the lenses was cracked. In his neck, in the opening of a tracheotomy, a vocoder had been inserted—carelessly enough—and it bobbed up and down as he talked. A jacket hung in mildewed tatters on the rack that was his chest, and beneath the left lapel there was a gaping hole lidded with a cloudy plastic window. Inside, a heart, held together with clamps and staples, beat in blue-black spasms. I didn’t see a left hand; the right, clutching a pencil, was fashioned out of brass and green with verdigris. Sewn to his collar—a crooked label, on which someone had scribbled in red ink: “Barbr 119-859-21 transpl. /5 rejec.” I stared, eyes popping, while the Professor, taking on my horror like a mirror, suddenly froze behind his desk.

“I … I’ve changed, haven’t I?” he croaked.

The next thing I knew, I was struggling with the doorknob.

“Tichy! What are you doing? Come back! Tichy!!” he cried in despair, struggling to stand up. The door swung open, but just then I heard an awful clatter. Professor Trottelreiner, losing his balance from an overly violent movement, had toppled over and fallen apart on the floor, hooks and hinges snapping like bones. I carried away with me the image of his helpless kicking, the flailing iron stumps that sent chips of wood flying, the dark sack of the heart pounding desperately behind the scratched plastic. Down the corridor I ran, as if driven by a hundred Furies.

The building swarmed with people, I had hit on the lunch hour. Out of the offices came clerks and secretaries, chatting as they headed for the elevators. I elbowed my way through the crowd towards one of the open doors, but apparently the elevator car hadn’t yet arrived; looking into the empty shaft, I immediately understood why panting was so common a phenomenon. The end of the cable, long since disconnected, was hanging loose, and the people were clambering, agile as monkeys, up the vertical cage that enclosed the shaft—they must have had a lot of practice. Crawling up to the snack bar on the roof, they conversed cheerfully despite the sweat dripping from their brows. I backed off slowly, then ran down the stairway that spiraled around the shaft with the climbers patiently scaling its sides. A few flights lower I slowed down. They were still pouring out of all the doors. Nothing but offices here, evidently. At the end of the hall shone an open window, looking out on the street. I stopped by it, pretending to straighten my tie, and peered down. At first it seemed to me that there wasn’t a living soul in that crowd on the sidewalk, but I simply hadn’t recognized the pedestrians. The general splendor had disappeared without a trace. They walked separately, in pairs, clothed in rags—patches, holes—many with bandages and plasters, some in only their underwear, which enabled me to verify that they were indeed spotted and had bristles, mainly on their backs. A few had evidently been released from the hospital to attend to some urgent business; amputees and paraplegics rolled along on boards with little wheels, talking and laughing loudly. I saw women with drooping elephant flaps for ears, men with horns on their heads, old newspapers, clumps of straw or burlap bags carried with the utmost elegance and aplomb. Those who were healthier and in better condition raced on the road, cantering, prancing, kicking up their feet as if changing gears. Robots predominated in the crowd, wielding atomizers, dosimeters, spray guns, sprinklers. Their job was to see that everyone got his share of aerosol. Nor did they limit themselves to that: behind one young couple, arms around each other—hers were covered with scales, his with boils—there plodded an old clonker, methodically beating the lovers over the head with a watering can. Their teeth rattled, but they were perfectly oblivious. Was it doing this on purpose? I could no longer think. Gripping the window sill, I stared at the scene in the street, its bustle, its rush, its industry, as if I were the only witness, the only pair of eyes. The only? No, the cruelty of this spectacle demanded at least another observer, its creator, the one who, without intervening in that grim panorama, would give it meaning; a patron, an impresario of decay, therefore a ghoul—but someone. A tiny juggermugger, cavorting around the legs of a spry old lady, repeatedly undercut her knees, and she fell flat on her face, got up, walked on, was tripped again, and so they went, it mechanically persistent, she energetic and determined, until they were out of sight. Many of the robots hovered over the people, peering into their mouths, possibly to check the effect of the sprays, though it didn’t exactly look that way. On the corner stood a bunch of robots, loiterants, dejects; out of some side alley came shifts of drudgers, kludgers, meniacs and manikoids; an enormous trashmaster rumbled along the curb, lifting up on the claws of its shovel whatever lay in the way, tossing—together with junkets and selfaborts—an old woman into its disposal bin. I bit my knuckles, forgetting that that hand held the other vial, the second vial, and my throat was seared with fire. Everything wavered, a bright fog descended across my eyes like a blindfold, which an unseen hand then slowly began to lift. I looked, petrified, at the transformation taking place, realizing in a sudden shudder of premonition that now reality was sloughing off yet another layer—clearly, its falsification had begun so very long ago, that even the most powerful antidote could do no more than tear away successive veils, reaching the veils beneath but not the truth. It grew brighter—white. Snow lay on the pavement, frozen solid, trampled down by hundreds of feet; the street presented a bleak and colorless scene; the shops, the signs had vanished, and instead of glass in the windows—rotting boards, crossed and nailed together. Winter reigned between the dingy, discolored buildings, long icicles hung from the lintels, lamps; in the sharp air there was a sour smell, and a bluish gray haze, like the sky above. Mounds of dirty snow along the walls, garbage heaped in the gutters; here and there a shapeless bundle, a dark clump of rags kicked to the side by the constant stream of pedestrian traffic, or shoved between rusty trashcans, tins, boxes, frozen sawdust. Snow wasn’t falling at the moment, but one could see that it had fallen recently, and would again. Then all at once I knew what was missing: the robots. There wasn’t a single robot on the street—not one! Their snow-covered bodies lay sprawled in doorways, lifeless iron hulks in the company of human refuse, scraps of clothing, with an occasional bone showing underneath, yellow, sheathed with ice. One ragamuffin sat atop a pile of snow, settling down for the night as if in a feather bed; I saw the contentment on his face; he felt right at home, apparently, made himself comfortable, stretched his legs, wriggled his naked toes into the snow. So that was that chill, that strange invigoration which came over one from time to time, even in the middle of the street, at noon, with the sun shining—he was already snoring peacefully—so that was the reason. The throngs of people passing by ignored him, they were occupied with themselves—some were spraying others. It was easy to tell from their manner who thought himself a human, and who a robot. So the robots too were only a fiction? And what was winter doing here in the middle of summer? Unless the whole calendar was a hoax. But why? Sleeping in snow to lower the birth rate? Whichever, someone had carefully planned it all and I wasn’t about to give up the ghost before I tracked him down. I lifted my eyes to the skyscrapers, their pock-marked sides and rows of broken windows. It was quiet behind me: lunch was over. The street—the street was all that was left to me now, my new-found sight would be to no advantage there, I would be swallowed up in that crowd, and I needed someone; alone, I’d hide for a time like a rat—that was the most I could do—no longer safely inside the illusion, but shipwrecked in reality. Horrified, despairing, I backed away from the window, chilled to the bone, unprotected now by the lie of a temperate climate. I didn’t know myself where I was going, trying to make as little noise as possible; yes, I was already concealing my presence—crouching, skulking, furtively glancing over my shoulder, halting, listening—a creature of reflex, making no decisions, though I was certain that the fact that I could see was plainly written on my face and I would have to pay for it. I went down the corridor, it was either the sixth or fifth floor, I couldn’t go back to Trottelreiner—he needed help, but I had none to give him—I was thinking feverishly about several things at once, but mainly about whether or not the drug would wear off and I would find myself back in Paradise. Strange, but the prospect filled me with nothing but fear and loathing, as if I would have rather shivered in some garbage dump—with the knowledge that that was what it was—than owed my deliverance to apparitions. My way down a side passage was blocked by an old man; too feeble to walk, he gave an imitation of it with his trembling legs, and managed a smile of greeting even as he breathed his last, the death rattle already in his throat. So I went another way—till I reached the frosted glass of some office. Complete silence inside. I entered through the swinging door and saw a hall with rows of typewriters—empty. At the other end, another door, half-open. I could see into the large, bright room, and began to retreat, for someone was there, but a familiar voice rang out:

“Come in, Tichy.”

SL, tFC

Lem’in üzerine yazılan yazıları / söylenen sözleri okurken, Philip K. Dick’in Lem’e nasıl da nefret kustuğunu öğrendim. Al Heinlein’ı, vur Asimov’a, onu da Dick’e. Über-süper-düper Amerikan modelleri hepsi de! Heinlein’ı biraz severim, Double Star‘ı ile Jobunu okumuşluğum vardır, Asimov’u sevmem, onun da birkaç kitabını okumuşluğum var, Dick’i severim ama, paranoyası iyidir güzeldir, gerçek hayatındaki gibidir, kafası karışıktır. O yüzden mesela şöyle bir şey söylediğini okuyunca hem şaşırdım, hem de onun adına utandım:

On September 2, 1974 Philip K. Dick sent the following letter to the FBI (Please keep in mind Mr. Dick was most probably suffering from schizophrenia):

Philip K. Dick to the FBI, September 2, 1974

I am enclosing the letterhead of Professor Darko Suvin, to go with information and enclosures which I have sent you previously. This is the first contact I have had with Professor Suvin. Listed with him are three Marxists whom I sent you information about before, based on personal dealings with them: Peter Fitting, Fredric Jameson, and Franz Rottensteiner who is Stanislaw Lem’s official Western agent. The text of the letter indicates the extensive influence of this publication, SCIENCE-FICTION STUDIES.

What is involved here is not that these persons are Marxists per se or even that Fitting, Rottensteiner and Suvin are foreign-based but that all of them without exception represent dedicated outlets in a chain of command from Stanislaw Lem in Krakow, Poland, himself a total Party functionary (I know this from his published writing and personal letters to me and to other people). For an Iron Curtain Party group – Lem is probably a composite committee rather than an individual, since he writes in several styles and sometimes reads foreign, to him, languages and sometimes does not – to gain monopoly positions of power from which they can control opinion through criticism and pedagogic essays is a threat to our whole field of science fiction and its free exchange of views and ideas. Peter Fitting has in addition begun to review books for the magazines Locus and Galaxy. The Party operates (a U..S.] publishing house which does a great deal of Party-controlled science fiction. And in earlier material which I sent to you I indicated their evident penetration of the crucial publications of our professional organization SCIENCE FICTION WRITERS OF AMERICA.

Their main successes would appear to be in the fields of academic articles, book reviews and possibly through our organization the control in the future of the awarding of honors and titles. I think, though, at this time, that their campaign to establish Lem himself as a major novelist and critic is losing ground; it has begun to encounter serious opposition: Lem’s creative abilities now appear to have been overrated and Lem’s crude, insulting and downright ignorant attacks on American science fiction and American science fiction writers went too far too fast and alienated everyone but the Party faithful (I am one of those highly alienated).

It is a grim development for our field and its hopes to find much of our criticism and academic theses and publications completely controlled by a faceless group in Krakow, Poland. What can be done, though, I do not know.

Lem’in resmi sayfasından aldım

Lem’se Dick’i övmüş Philip K. Dick: A Visionary Among the Charlatans – kaynağım Science Fiction Studies 5(2) Mar 1975 ama ben de henüz okumadım..

Dediğim gibi, Dick’in eserlerini severim ama bir yandan da adamın tanınma (en azından posthumously) açısından şanslı olduğunu da düşünürüm. Şimdi size bir çırpıda üç eser sayacağım: Blade Runner, Total Recall ve Minority Report.. Bu üç eserin de önce filmlerini seyrettim, sonrasında da kaynaklandıkları hikayeleri okudum. Fikir aynı tutulsa da yönetmenler/senaristler tarafından hemen her şey değiştirilmiş ve geliştirilmişti. Bu üç eseri beyaz perdeye aktaran yönetmenlere gelince: aynı sırada olmak üzere, Ridley Scott, Paul Verhoeven ve Steven Spielberg (A Scanner Darkly’yi, hem de en favori yönetmenlerimden biri olan Linklater’ın çekmiş olmasına rağmen listeye dahil etmiyorum zira kitap çok çok kötüydü, filmini de seyretmedim, seyretmeyi de düşünmüyorum). Bu üç yönetmenin de eserlere sevgiyle yaklaştıklarına şüphe yok. Dick bu bağlamda Gibson’la Lem arasında bir yerde duruyor. Gibson’da fikir vardır sadece ama anlatmayı beceremez, Lem’se (Solaris ve FC’den yola çıkarak) fikri işlemesini iyi biliyor. Dick ise çok iyi bir fikir ve okunabilir hikayeler sunuyor ve de potansiyel. (Peki bunca ahkam keserken, hiç Gibson okudum mu acaba? Sanmıyorum…)

FC, We Can Remember It for You Wholesale’in (ama daha ziyade Total Recall’un) yapmaya çalıştığı şeyi çok daha başarılı bir şekilde yapıyor ve Matrix’in -kanımca- düştüğü tuzağa düşmeden geri gelebiliyor (ki, düzeltiyorum, Matrix tuzağa düşmüyor aslında – bence en önemli sahne olan ikinci filmin sonu bütün karmaşıklığa rağmen net bir çözüm/açıklama sunuyordu).

Yahu, şunun şurasında bir alıntı yapıp kaçacaktım, gene çenem düştü… Şimdi aklımda Eco’nun Foucault’nun Sarkacı’nın Asma Telinin 1. harmoniğini okumak var ama araya Roadside Picnic’i sıkıştırasım da var; hazır bilim kurgum gelmişken…