Kitap dışarı – Kitap içeri

Tatile giderken yanımda 3 kitap götürmüştüm: Stephan King – Everything’s Eventual; Friedrich Dürrenmatt – The Visit (Der Besuch der alten Dame) ve Thomas Mann – Death in Venice (Der Tod in Venedig). Stephen King’in o seçkisini içinde “1408” hikayesi olduğundan ve de “yazın kumsalda King okunmaz da ne okunur!” fikriyatı içinde olduğumdan; The Visit’i Raymond tavsiye ettiğinden ve Death in Venice’i de ne zamandır okumak istediğimden seçmiştim.

Everything’s Eventual‘da 14 hikaye var. Stephen King en çok kitapların sonlarını kotaramadığından dolayı eleştirilir ya, iş hikaye olunca bu daha da önemli bir hal alıyor. Kitaptaki 14 hikayeden ancak 4 tanesini (The Man in the Black Suit; The Little Sisters of Eluria; Everything’s Eventual; Riding the Bullet) tavsiye edebilirim. The Man in the Black Suit ve Riding the Bullet aynı buluş üzerine yazılmışlar ama ilki daha edebi, ikincisi ise daha King. The Little Sisters of Eluria, lanse edildiği üzere bir Roland hikayesi, Everything’s Eventual da Hearts in Atlantis tadında, Kara Kule’ye zemin hazırlayan bir hikaye (Hearts in Atlantis sıcaklığında olamasa da, ona yakın). Bol bol edebiyata öykünen hikayeler var (bkz. New Yorker’da yayınlatmak uğruna ne hallere düşülür / Biz seni entel olmadan da seviyoruz Steve Ağabey).

Dürrenmatt’ın Fizikçiler’ini okumamıştım (bir de ilginç bir şekilde ilk olarak operasının mevcudiyetinden haberim olmuştu!), başka eserini de bilmiyordum. The Sea, The Sea’yi okurken Raymond’la konuşuyorduk da işte “Ne okuyorsun, sen ne okuyorsun, önce ben sordum, hayır ben sordum, hayır hayır (kavga çıkar)”, o tavsiyelemişti Yaşlı Hanımın Ziyareti’ni. Kitabı sipariş edip de elime geçtiğinde önce kısalığına şaşırdım, sonra da tiyatro eseri olduğuna. Eser, çok iyi. “Her şey satın alınabilir” düsturunu, geçmişteki günahlar’ı vasıta ederek gözümüze gözümüze sokuyor. Benim gibi bir tiyatrosevmez’i bile etkileyen kesimlere sahipti:

(The Hotel Apostle floats away, back into the flies. Enter the four citizen, left, with a simple, backless wooden bench, which they set down, left. Man One, with a huge, pasteboard heart hanging from his neck, on it the letters A&C, climbs on the bench. The others stand round him in a half-circle, holding twigs at arm’s length to designate trees.)

MAN ONE.
We are trees, we’re pine and spruce

MAN TWO.
We are beech, and dark-green fir

MAN THREE.
Lichen, moss and climbing ivy

MAN FOUR.
Undergrowth and lair of fox

MAN ONE.
Drifting cloud and call of bird

MAN TWO.
We are the woodland wilderness

MAN THREE.
Toadstool, and the timid deer

MAN FOUR.
And rustling leaves; and bygone dreams.

(The two gum-chewing brutes emerge from background bearing sedan-chair with Claire Zachanassian, Ill at her side. Behind her, Husband VII. Butler brings up rear, leadind blind pair by the hand.)

(…)
CLAIRE ZACHANASSIAN. Look, a doe.
(Man Three springs off.)

(…)
ILL (enthusiastically). My little wildcat!
(Moved, he slaps her on left shoulder, then painfully withdraws hand.)

CLAIRE ZACHANASSIAN. That hurt. You hit one of the straps for my artificial leg.
Man One pulls pipe and rusty door-key from trousers-pocket, taps on pipe with key.)
A Woodpecker.
ILL. Now it’s the way it used to be when we were young and bold, when we went out walking in Konrad’s Village Wood, in the days of our young love. And the sun was a dazzling orb, above the pine-trees. And far away a few wisps of cloud, and somewhere in the woodland you could hear a cuckoo calling.
MAN FOUR. Cuckoo, cuckoo!
(Ill lays hand on Man One.)
ILL. Cool wood, and the wind in the boughs, soughing like the sea-surge.
(The three men who are trees begin soughing and blowing and waving their arms up and down.)
Ah, my little sorceress, if only time had really dissolved. If only life hadn’t put us asunder.

(Bu arada, bütün olarak güzeldi, bu kısımları da zevkliydi. Yoksa biz de biliyoruz Brecht’i, Allen’ın Tanrı’sını, 4. duvarı (perdeyi?) yıkmayı gak guk..)

Başladığı gibi bitti, zevkle okundu. Karakterlerin hiçbirinin saf ya da aptal olmadığı yapıtları seviyorum.

Ve sonra sıra Venedik’te Ölüm’e geldi. Venedik’te Ölüm, bir uzun hikaye (novella), benim aldığım edisyonda (böyle dediğim için özür diliyorum ama gerçekten Türkçe’si aklıma gelmedi) ondan başka altı hikaye daha vardı, kronolojik sırayla yer alıyorlardı, ben de onları o sırayla okudum: Little Herr Friedemann (Der kleine Herr Friedemann – 1897); The Joker (Der Bajazzo – 1897); The Road to the Churchyard (Der Weg zum Friedhof – 1900); Gladius Dei (1902); Tristan (1903); Tonio Kröger (1903).

Burada, görmekte olduğunuz üzere yeni bir paragrafa geçmek gereğini duydum. Bir kitap aldığınızda, çoğunlukla o kitabı bilerek alırsınız. İşte, Thomas Mann, Nobel Ödüllü meşhur yazar, koskoca “Venedik’te Ölüm”ü yazmış, Almanya’nın yüzaklarından biri… bütün bu sıfatları etiketleyip, onlarla okursunuz kitabı… Thomas Mann 1875 yılında doğmuş. Küçük Bay Friedemann’ı da, Soytarı’yı da 22 yaşında yazmış. Tonio Kröger’i yayınladığında 28 yaşındaymış.

Hikayelere gelecek olursak: Dino Buzatti’nin Tatar Çölü adlı bir kitabı vardır. Kafkaesk bir kitap mıdır? Çok uzaktan bakınca belki ama bana kalırsa aralarındaki fark Hostel ile Elm Sokağı’ndaki Kabus’un aralarındaki farka benzer (niteliksel olarak değil tabii ki, niceliksel olarak). Kafka’da çözümsüzlük vardır, sebepsizlik vardır, bilmemenin ağırlığı vardır. Tatar Çölü ise Italo Calvino-vari bir güzellikte alır sizi, sıfırdan yetiştirir, bilmeniz gereken her şeyi anlatır, bir beklentiye sokar… (spoiler incoming)… sonrasında tek tek bütün hevesinizi, umudunuzu, yeşerttiğiniz her türlü şeyi kırar, tepetaklak, “çünkü ‘gerçek’ hayat da bazen böyle yapabilir, orada da böyle şeyler olabilir”den başka bir açıklama vermeden ve tam da bu yüzden hayli gerçekçi bir şekilde sizi -ve anlatısını- bitirir. Thomas Mann da işte hayatın bu anlamsızlığını anlatıyor. Hiçbir şeyin önemi olmadığını, o içten içe övündüğünüz kültürünüzün, entellektüalitenizin sadece sizi diğerlerinden nasıl da ayırmakta işe yarayıp, sizi iyice yalnızlığınıza ittiğini, ne yaparsanız yapın hiçbir zaman mutluluğa ulaşamayacağınızı, asla yetinemeyeceğinizi, o çok sevdiğiniz insanların sizin canınızı nasıl yakabildiklerini ve zaten sizin de onları sevme nedeninizin onların sizin canınızı yakabilecek insanlar olduğundan kaynaklandığını acımasızca anlatıyor. Sevdiğiniz insanın sizin sevdiğiniz şeyleri sevmesini bir yandan isteyip, bir yandan da tümüyle sizin istediğiniz gibi biri olunca şu anda sevdiğiniz kişi olmaktan uzaklaşacağının bilincini anlatıyor. Nasıl olup da, sizin o ince zevklerinize erişmemiş, yontulmamış, kaba ve kötücül insanların her zaman için en güzel şeylere sahip olduğunu, dahası siz kendinizin bu sayılan sıfatlardan ötürü üstün olmadığınızı, hatta daha müşkül bir durumda olduğunuzun ayırdına varsanız bile bunun evrenin umrunda olmadığını, hiçbir zaman o güzel şeylere sahip olamayacağınızı güzel güzel müjdeliyor. Sizin için çok özel bir önemi olan -mesela- şu taşı (hayatınızı ona borçluymuşsunuz diyelim) sevdiğiniz kişiye hediye ettiğinizde o taşın onun için eninde sonunda bir taş olarak kalacağını bilmeyi… Sanat bilincinin, sanattan en ince zevkleri almanın sizi sadece daha farklı yapması, başka da hiçbir işe yaramaması. Her şeyin boşluğu üzerineydi Thomas Mann’ın anlattığı. En sonunda, Soytarı’daki gibi bir kırılma yaşadığınızda da, bütün her şeyin ne kadar da boş olduğunu gördüğünüzde, kendi gözünüzdeki değerinizi sırf böylesi bir (üst?) noktaya erişebildiğiniz için yitirebildiğinizde, bunun nasıl diğer insanlara da hemen yansıyacağı da cabası. Sonuçta sadece diğer insanlar var ve Sartre’ın da -hayatımın şu noktasına gelmişken onayladığım tek lafı olan- “Cehennem diğer insanlardır” lafı hükümde.

Venedik’te Ölüm‘e geçen gün başladım. Zaten adından muştuluyor nasıl daha da karanlık olmayı becerebileceğini. Mann’dan o kadar etkilendim ki, onun etkilendiği Arthur Schopenhauer’ı okumaya başladım. Ne diyebilirim ki, hayatımda herhalde kimseyle bu kadar uyuşmamışımdır. Kendi başıma becerip de bulduğum nacizane çıkarımlar ve bütün bir dünya görüşü, kat be kat şiddetli halleriyle zaten Schopenhauer tarafından iki yüz yıl önce söylenmiş bile… okuyorum, okuyorum, okuyorum…

Kendime Özet:
+Giden kitaplar:
* Stephen King – Everything’s Eventual
* Friedrich Dürrenmatt – The Visit
* Thomas Mann – Death in Venice and Other Stories

+Gelen kitaplar:
*Arthur Schopenhauer – Toplu Eserleri 2 : Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine
*Arthur Schopenhauer – Toplu Eserleri 3 : Hayatın Anlamı
*Arthur Schopenhauer – Toplu Eserleri 4 : Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine
*Arthur Schopenhauer – Toplu Eserleri 6 : Hukuk, Ahlak ve Siyaset Üzerine
*Emil Michel Cioran – Burukluk
*Emil Michel Cioran – Çürümenin Kitabı

Tatilde bir de Epigraf’ı yeniden yapılandırıyordum, “Hakkında” sayfalarından birini rasgele bir esere yönlendirmiştim ki, o eser Cioran’ın vaktiyle alıntıladığım aforizmaları çıktı. Hal böyle olunca, madem o kadar karamsarlığa battık, bir de karamsarlığın -ehem- şaklabanını alayım yeniden dedim… dedim de dedim, dedim de dedim… 8)

son dakika gelişmesi…

(AA) evet sayın okurlar, sevgili seyirciler, hiç olmayacak denen şey oldu ve bu satırların naçizane yazarı, dün itibarıyla yıllara uzanan Stalker izleme serüvenine son noktayı koydu!

Ne demişiz bakalım en son Stalker’dan bahsettiğimizde:

Beri yandan senelerdir gözümü korkutan, o yüzden arşivde öylece durmakta olan Tarkovsky’nin Stalker’ını, Barış’ın methedip durduğu S.T.A.L.K.E.R. – The Shadow of the Chernobyl’i oynadıktan sonra bu sefer hakikaten izlemeye karar verdim (Löker’e duyurulur! ((Löker’e duyurulur zira, o da bir türlü Stalker’ı izleyememekten muzdaripti de, bir gün bir araya gelip birbirimize destek olarak bitirmeye sözleşmiştik, buluştuğumuzda ise Stalker’ı değil de Kar-Wai Wong filmleri izlemiştik)) 8) Geçen gün Bengü’yle oturduk ekranın karşısına, Stalker’ı seyretmeye, dürüstçe bu filmle ilgili ne kadar heyecanlı olduğumu belirttim kendisine, hatta “senin en sıkıcı bulduğun yönetmenin kendi filminde bir karakteri sıkmak/baymak olarak kullandığı filmdir bu” dedim, Bengü, Nuri Bilge Ceylan’dan hiç haz etmez ve dahi filmlerini kendince daha doğru bulduğu adlarla sıralar: Kasaba Sıkıntısı, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak Sıkıntısı… Filmi koyduk, 5 dakika geçmedi, Bengü uyuyakaldı, sanırım başka bir bahara…

15 Ekim 2007

Bu alıntıladığım girişten bir hafta sonra Strugatsky’lerin Roadside Picnic’ini bitirimişim ama filme yeniden başlamam için buraya gelmem gerekti. Bir şekilde, parça pinçik yarısına ulaşmıştım ki, Bengü ile Ece güneş gibi doğdular Delft’e, Stalker mtalker kalmadı, uçtu gitti aklımdan.

Stalker

Artık havaların erken kararmasından mıdır, nedir, neredeyse günü gününe bir yıl sonrasında, Stalker yine beni çağırdı, bu sefer tamamladım. Film güzel ama hikayesi daha güzeldi (ve çok farklı, tıpkı Solyaris’de olduğu gibi, ama Solyaris’in filmi benim hassas bünyeme daha bir uygun gelmiş idi). Bunda amca çok entel takılmış.

Ben daha küçü-küçücükken (18-19) çok sevdiğim bir dergi vardıi “-yine- Hişt!” adında, onun kapağında görmüştüm ilk olarak şu alıntıyı:

Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz.
– Tarkovsky

Bu kadar basit ve net ve keskin bir saptama beni benden almıştı. Yok, o sözler bunda değilmiş, son filmi “Fedakarlık”ta imiş, hatta alıntılamak gerekirse (in ingriş ver eveylıbl):

Man has constantly violated nature. The result is a civilisation built on force, fear, dependence. All our technical progress has only provided us with a comfort, a sort of standard. And instruments of violence to keep power. We use the microscope like a cudgel. As soon as we make a scientific breakthrough we put it to use in the service of evil. And as for our standard, a wise man said that sin is that which is unnecessary. If that is so, then our entire civilisation is built on sin from beginning to end. We have acquired a dreadful disharmony, an imbalance between our material and our spiritual development…Our culture is defective.

Ben de hep söyler dururum, elimde olsa teknolojik ilerlemeyi durdururum, teknolojik açıdan daha ileride olmamız kesinlikle daha mutlu olduğumuz anlamına gelmiyor. Bilakis, dünyanın içine ettik, literally yaşanmaz bir yer yaptık (what have they done to the earth, baby? what have they done to our fair sister? Ravaged and plundered and ripped her and bit her. Stuck her with knives in the side of the dawn and tied her with fences and dragged her down (I hear a very gentle sound)). Bir de şu hep söylenegelen klişe ama zannımca doğru bıybıy var: Eskiden 10 dökümanı yazmak 10 saat alıyordu, şimdi bilgisayarların yardımıyla 1 saat. Ama bu demek olmuyor ki 9 saat boş oturup, dinlenebiliyorum.. (bıybıybıy).

İlginç olan, amca ile (Tarkovsky) damardan görüşlerimiz örtüşüyor ama bu beni pek rahatlatmıyor ne yazık ki. Stalker’da iki kere net bir şekilde oldu bu. Birincisi :

– Ahanda, ömrüne yüz yıl daha eklendi! Ne mutlu sana!
– Evet ama neden sonsuz yaşam değil Ölümsüz Yahudi‘ninki gibi..

ama birebir için bkz:

A man writes because he’s tormented, because he doubts. He needs to constantly prove to himself and the others that he’s worth something. And if I know for sure that I’m a genius? Why write then? What the hell for?

ve dahi:

Salinger’dan (Seymour: An Introduction) tavsiye ile aldığım R.H. Blyth’in yazılarından derlenen Games Zen masters play rezaletinden sonra Razor’s Edge hala patlak vermedi, bakalım. Zen’ci insanlarda ve aşmış entellektüel insanlarda (bu insanlara hemen örnek olarak Roland Barthes’ı verebilirim) pek de tahammül edemediğim bir kusur çok konuşmak ve yazmak… Satoriye ulaşmış bir insan NEDEN diğerlerini de ulaştıracağım diye çırpınır durur ki? Her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan yazmayı başarmış Roland Barthes’a tercih edeceğim yegane kişi her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan düşünen ve yazmamayı başarabilmiş bir Roland Barthes olurdu şüphesiz. İnsanlardaki bu “bilgiyi paylaşma, coşma koşma lalala” isteğine asla anlam veremedim. İdeal düşünürüm hayatının %60’ına kadar konuşup yazmış, ardından aydınlanmış ve kalan %40’ını da sessiz bir şekilde geçirmiş bir kişi olacaktır nitekim, duyurulur (erkeklerde askerlik ile ilişiği olmaması, bayanlarda Q-klavye kullanımı ayrıca aranan nitelikler arasındadır).

2 Nisan 2007

Bir de karakterler itibarıyla Butor’un Boşluk‘unu, Boşluk deyince de Albert Camus’nün Düşüş’ünü hatırladım – daha doğrusu hatırlayamadım, üzüldüm. Bu aralar Kara Kitap’ı yeniden okuyorum ama ilk defa mı okuyorum yoksa, onu da çıkaramıyorum, bunu da şuradan hatırladım, Borges’in ve Celal Salik’in yolları çatallanan bahçelerinden derlenen gül destelerinden (ahanda kelime oyunu). Neyse, uzun uzun yazarım elbet Kara Kitap hakkında da. (Dayanamadım devam edeceğim : Sorsanız, “Düşüş’tür, Camus’nün en sevdiğim kitabı” derim, Veba ile Yabancı’yı okumuşluğum var onun yanı sıra. Ama yıllar aldı götürdü okuduklarımı, bir tek sıralamam kaldı yadigar. İyi bir şey aslında, mesela tam da bu yüzden yine okuyabilir Karamazov Biraderler‘i, The Sea, the Sea‘yi ve daha pek çok güzel şeyi. Ama yine de Dönüşüm dün gibi mesela…)

Sonbahar


Her şeyi süpürebilirsin;



Sonbaharı süpüremezsin.



Sen her şeyi süpürebilirsin;
Sonbaharı süpüremezsin.



Yalnızsa
Sürekli bir sonbaharı
Süpürür hep..



Düşünemezsin.

(Söylememe gerek var mı, bilmiyorum, o yüzden yazıyorum yine de: Özdemir Asaf, Yalnızın Durumları. Bir de, öyle aşırı bir sonbahar düşkünlüğüm yoktu eskiden, buraya gelince oldu.)

Yalnızca

Yalnızca

Çiçeğim, bu yaşamak değil
Tek tek
Ne geceler bir şeye benzer, ne yollar böyle
Tek tek

Kuzular meler mi ıssızlıklarda
Kuş uçar mı
Kavaklar sallanır mı hiç
Tek tek

İşte görüyorsun doğar yavaşça
Büyür
Çoğalır yıldızlar
Tek tek

İşte görüyorsun kıyılarda
Başlar maviden
Kaplar mor dalgalar denizleri
Tek tek

Çiçeğim, olmaz ki dağlar dağ
Sular su
Ölümler ölüm karanlıklarda
Tek tek

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Cemal Süreya, Papirüs’ün ilk sayısında (’67 diye hatırlıyorum yılını ama artık dergi elimde yok, netten de kontrol etmeye üşendim), kapağa Dağlarca’yı koymuştu (“Tek başına bir okul : Fazıl Hüsnü Dağlarca” alt başlığı ile), sondaki özel bölümde de derinden incelemişti. Dağlarca’yı pek okumuşluğum yok ama en daraldığımız zamanlarda hep işte yukarıda alıntıladığım “Yalnızca” şiiriyle derdimize eşlik etti. Allah rahmet eylesin, yalnızca “Çocuklar Korkunç” şiiri için bile hayranı olunabilir kolaylıkla (Aşina değiller hatıramıza / Severken aynı ağaçları.).