I just made you up – to hurt myself

[yes I did!..]

[yes I did!..]

The sun was broiling hot, red spots floated before his eyes, the air was quivering on the floor of the quarry, and in the shimmer it seemed that the ball was dancing in place like a buoy on the waves. He went past the bucket, superstitiously picking up his feet higher and making sure not to step on the splotches. And then, sinking into the rubble, he dragged himself across the quarry to the dancing, winking ball. He was covered with sweat and panting from the heat, and at the same time, a chill was running through him, he was shuddering, as if he had a bad hangover, and the sweet chalk dust gritted between his teeth. He had stopped trying to think. He just repeated his litany over and over: “I am an animal, you see that. I don’t have the words, they didn’t teach me the words. I don’t know how to think, the bastards didn’t let me learn how to think. But if you really are…all-powerful…all-knowing… then you figure it out! Look into my heart. I know that everything you need is in there. It has to be. I never sold my soul to anyone! It’s mine, it’s human! You take from me what it is I want… it just can’t be that I would want something bad! Damn it all, I can’t think of anything, except those words of his… ‘HAPPINESS FOR EVERYBODY, FREE, AND NO ONE WILL GO AWAY UNSATISFIED!’

A & B Strugatsky

 

3 kipat

Bugün -nihayet- amazon(.de)’dan ısmarladığım 3 kipatım ulaştı.

* Kolay olandan başlayalım: Alastair Reynolds – House of Suns
Ian M. Banks – Matter hezimetinden sonra, şöyle oylumlu bir SF kipat arıyordum ki, kadim dost, ihmal edilen sevdicek AV Club sayesinde sıcağı sıcağına House of Suns’dan, bu vesileyle de Alastair Reynolds’dan haberim oldu. Bu arkadaş da Banks gibi büyük ölçekli SF yazabilme yeteneğine sahipmiş (deyyolar, göreceğiz). Nicedir aklımdaydı edinmek okumak, kısmet bugün(ler)eymiş. Belki aklıma Steinbeck’in Winter of Our Discontent’inin çağrıştırdığı Shakespeare’in Richard III’ünden gelmiştir (Now is the winter of our discontent / Made glorious summer by this son of York; / And all the clouds that low’r’d upon our house / In the deep bosom of the ocean buried. — nasıl nasıl nasıl hastasıyımdır bu müthiş girişin – şuralarda bir yerlerde evvelden bahsetmişliğimin olması lazım), yani bunları yazarken ne kadar da böylesine gibicesine entellektüelim, onu göstermeye çalışıyorum bir yandan da. Neyse, şimdi beri yanda indiredurduğum Party Down’un ilk bölümü tamamlandı, onu seyredeceğim/planlıyorum saat de olmuş 12.30 oh oh, artık yarın devam ederim edebilirsem, beni bekleyin böyle habersizce (enter Zeki Müren, akşam vakti gel gizlice, kim görecek kim bilecek exit)

ertesi gün oldu bu arada, şimdi güzel bir perşembenin akşamı. Party Down kötü kötü kötü çıktı dün akşamdan.
House of Suns’a bugün başladım. Güzele benziyor ama Culture’ın Culture olduğu haline kıyasla pek basit kalıyor. İlle de humanoid mesela, Star Trek misali, arada anı kurtarmak adına blö blö uzaylılar görünüyor ama işte aması o. Okutuyor lakin kendini köfte.

* Gelelim ikinci kipata: Mark Haddon – The Curious Incident of the Dog in the Night-Time
Whitbread ödüllerini kurcalarken haberim olmuştu (vardır böyle huylarım, arada kurcalarım ödül listelerini, Booker falan filan öyle de pis bir insanım). Geçen Mayıs’ta (Haziran? Temmuz? Ağustos? Eylül?) sevgili Annelies’lerin Voorthuizen’deki evlerinde müthiş bir haftasonu geçirdiğimizde de karşıma çıkmıştı, işte istedim geldi, ilginç çok ilginç bir kitaba benziyor, resimli, formüllü filan. Kitaba bir göz attıktan sonra ilk yaptığım Asperger Sendromu’yla ilgili Wiki sayfasının bir çıktısını alıp araya sıkıştırmak oldu.

* Üçünç ya da William Faulkner – Collected Stories
İşte üniversitede, entel olayım, kızlar entel sever ayağına kipat okurken (başka ne diye okunur ki kipat dediğin hem?)ö Sartre, Kafka vesaire vesaire şimdi adlarını burada yazıp meşhur etmeyeyim daraloğlanları, yolumuz elbette ki Faulkner Efendi’ye de düşmüştü. Bora’dan almıştım kipatı, böyle kahverengi/bej o eskilerin meşhur cep kipatları serisiydi (Altın Yayınevi diye hatırlamıştım, enternetten kontrol ettim, Ataç Kitabevi imiş, Ülkü Tamer çevirisiydi, onu hatırlıyordum da oradan buluverdim zaten hemencecik, 1965, Kırmızı Yapraklar). Kitaptan pek bir şey hatırlamasam da o insanın içine işleyen, tepesine binen ağırlığı hala hatırlıyorum, o kuruluk, hani böyle susamışsınızdır, su bulur içersiniz ama o kadar kurudur ki içtiğiniz su, hiç susuzluğunuz geçmez, dahası ağzınızda toz tadı kalır (dolaptan alıp da kafaya diktiğiniz şişedeki sıvı martinidir çünkü), böyle yok yere içiniz sıkılır. Öyle işte. Geçen gün John Steinbeck’in ‘Winter of our discontent”ini okuduk ya, adam olduk, boyumuz uzadı, “gelsin Faulkner Efendi, o zaman küçüktüm, şimdi yapamaz artık bana bir şey, yerim onu ben” deyu deyu ısmarladık, dün akşam sağolsun, daha ilk hikayede (Barn Burning) çaktı ağzıma iki tane, akşam vakti bütün neşemi de, isteğimi de ezdi geçti. Demek ki neymiş, bu adamlarla şaka olmazmış. Sabah okula giderken, sırf bu herife inat olsun diye Murakami’nin “The Elephant Vanishes” hikaye seçkisini almıştım, orada da vardır “Barn Building” adında hikaye ama hikaye tabii Murakamininki, bir daha okudum, hiç öbürünün o pek bir “kekremsi” tadını (artık ne demekse, saldım çayıra mevlam kayıra) hiç gideremedi. Aklınca iki aparkat çakacaktı sonunda ama Faulkner’den (biz kendisine Faruk demeyi tercih ediyoruz) çıkıp gelmişiz biz, Matrix’in sonunda Neo’nun tek eliyle telefonu tutup konuşurken, diğer elinin serçe parmağıyla oyaladığı ajan muamelesi yaptık neticede kendisine (ki kitaptaki ender güzel hikayelerden biridir o da bu arada. Yahut ender demeyelim de, finty finty belirleyelim oranı buranı elleme çocuğum, ayıp).

Bu blog da burada bitti. Buna da şükür, yazan var, yazamayan var. Öptüm bay.
Sizi öpen Pasaklı Sally (ile Zeki Müren).

Faruk Amca
Faruk Amca

fak.

Salinger olmus. Issiz acun hakikaten simdi kaldu.

IT WAS twilight when I drove back to Stiefelstrasse. I parked the jeep and entered my old house. It had been turned into living quarters for field-grade officers. A red-haired staff sergeant was sitting at an Army desk on the first landing, cleaning his fingernails. He looked up, and, as I didn’t outrank him, gave me that long Army look that holds no interest or curiosity at all. Ordinarily I would have returned it.

“What’s the chances of my going up to the second floor just for a minute?” I asked. “I used to live here before the war.”

“This here’s officers’ quarters, Mac,” he said.

“I know. I’ll only be a minute.”

“Can’t do it. Sorry.” He went on scraping the insides of his fingernails with the big blade of his pocketknife.

“I’ll only be a minute,” I said again.

He put down his knife, patiently. “Look, Mac. I don’t wanna sound like a bum. But I ain’t lettin’ nobody go upstairs unless they belong there. I don’t give a damn if it’s Eisenhower himself. I got my—” He was interrupted by the sudden ringing of the telephone on his desk. He picked up the phone, keeping an eye on me, and said, “Yessir, Colonel, sir. This is him on the phone…. Yessir…. Yessir…. I got Corporal Santini puttin’ ‘em on the ice right now, right this minute. They’ll be good and cold…. Well, I figured we’d put the orchestra right out on the balcony, like. Account of there’s only three of ‘em…. Yessir…. Well, I spoke to Major Foltz, and he said the ladies could put their coats and stuff in his room…. Yessir. Right, sir. Ya wanna hurry up, now. Ya don’t wanna miss any of that moonlight…. Ha,ha,ha!…Yessir. G’bye, sir.” The staff sergeant hung up, looking stimulated.

“Look,” I said, distracting him, “I’ll only be a minute.”

He looked at me. “What’s the big deal, anyhow, up there?”

“No big deal.” I took a deep breath. “I just want to go up to the second floor and take a look at the balcony. I used to know a girl who lived in the balcony apartment.”

“Yeah? Where’s she at now?”

“She’s dead.”

“Yeah? How come?”

“She and her family were burned to death in an incinerator, I’m told.”

“Yeah? What was she, a Jew or something?”

“Yes. Can I go up a minute?”

Very visibly, the sergeant’s interest in the affair waned. He picked up a pencil and moved it from the left side of the desk to the right. “Cripes, Mac. I don’t know. It’ll be my skin if you’re caught.”

“I’ll just be a minute.”

“Okay. Make it snappy.”

I climbed the stairs quickly and entered my old sitting room. It had three single bunks in it, made up Army style. Nothing in the room had been there in 1936. Officers’ blouses were suspended on hangers everywhere. I walked to the window, opened it, and looked down for a moment at the balcony where Leah had once stood. Then I went downstairs and thanked the staff sergeant. He asked me, as I was going out the door, what the devil you were supposed to do with champagne—lay it on its side or stand it up. I said I didn’t know, and left the building.

J.D.S., A Girl I Knew‘un kapanisi.

Kısa kısa

The Lost Room: 2 günlük bir “maratonun” ardından, dün bitirdik bu 6 bölümlük mini-diziyi (maraton da ne maratonmuş ama). Eli yüzü düzgün, gayet güzel kotarılmış bir yapımdı. Siz feet under’ın Peter Krause’u ve E.R.’ın Julianna Margulies’i vardı. Strugatsky’lerin Roadside Picnic’ini andırıyordu, malum Matrix Reloaded kapıları vardo bir de, aa madem sıralıyoruz, Iain M. Banks’in şu The State of the Art’ta yer alan hikayesi var (A Gift of the Culture?) benzerleri arasında. Benim, pek çok diğer şey gibi, Brian en Neslihan sayesinde haberim oldu, tavsiye ediyorum ben de.

Thomas Mann hikayelerinde (okuduğum altı taneyi düşünecek olursak) : protoganistin babası ya da protoganist, kerestecide çalışıyor (1), annesi sanata yatkın, babası sert bir mizaca sahip oluyor (2), çevresiyle arasında illa ki görünmez bir duvar oluyor (3). Başka birkaç şey daha vardı, unuttum, demek ki neymiş, akla gelince yazılmalı imiş. Hah, mesela bir de anne bir müzik aleti (piyano) çalıyor, oğlan da genelde bir müzik aleti (keman) çalıyor (4). Karakter başka ülkeleri görmüş geçirmiş oluyor (5).