Emir Demir’i kes!.. ya da dün geceki rüyam.

28 Eylül 2005 itibarıyla, yine buradan seslenmişim, “ben sui’yi özledim” diye. Büyük ihtimalle dünkü Culture girişimden ötürü (ben daha Culture’a pepe derken, Sui olayı yemiş bitirmiş idi..), adama özlemim yine depreşti ve buyurunuz dün geceki rüyam: (PG-13)

Yine Hollanda’ya gelmişim ama TUDelft’e değil de, meğerse burada ODTÜ’nün şubesi varmış (tıpkı KKTC’deki gibi) ve küçükmüş ve de fena halde, şimdi kendimize mesken tuttuğumuz Huis Portugal’a benziyormuş.

Rüya güzel ve mutlu ediciydi, şu vaktiyle yazdığım “Güneş Tecelli Ediyor”un -aslında pek de mutlu olmayan- sonu gibi (ki o zamanlar Brazil‘i seyretmişliğim de yoktu), ya da öbür hikayemin hakikaten de mutlu biten sonu gibiydi, hangi birini saysam (hatırladıklarımı?):

Bir kere bizim bölümdü, yani fizikti. Elif (Yurdanur)’u görüp, sevindiğimi hatırlıyorum. Ardından hoş-beş için arkadaşlarla oturduğumuzda, nargile olduğunu ve tütününü de Tömbeki’deki Nevzat Bey’in (hayali) kardeşi “Kılıç”ın bizzat getirdiğini öğreniyorum (ki nargile, şu anda Türkiye’de en çok özlediğim şeylerin başında geliyor). Bakayım, başka… Hah, kargocu/postacı bir oğlan geliyor, bana birkaç mektup getirmiş, o mektupları çıkartırken, çantasına bir göz atıyorum, bir de ne göreyim! Çok çok sevdiğim eskilerden bir edebiyat dergisi olan -yine- Hişt!‘in hiç görmediğim sayıları var! Rica ediyorum, bak postacı da “tabii,” diyor, “sahibi yok zaten bunların. Yalnız şu eklerini alayım, bakmak istiyorum..” diyor (ek de “Kına” ekiymiş). Çantada -yine- Hişt!’in yanısıra, Mehmet Batur’un dergilere gönderdiği yazıları var (el yazılarından ve üzerine yazılmış olduğu teksir kağıtlarından tanıyorum)… İşte böyle çok seviniyor, çok seviniyorum… Sonra, tekrar içeri giriyorum ve holde Emir’le karşılaşıyorum, ay ne seviniyorum ne seviniyorum! Böyle bir şeyler işte. Güzel uyandım sonrasında, Ece hala uyuyordu.


(Bu, “Güneş Tecelli Ediyor. Başıma, başıma, başıma”nın başı ve sonu / 11 Kasım 1997 bu arada..)

Güneş tecelli ediyor: başıma, başıma, başıma.

“Bir beyin kanaması vakasında ilk ve son görülen şeyler tamamıyla hallüsinasyondur.” demişti doktorum bana. Bir ay kadar önce.

(…)

Ergin bu dünyada, Güneş o dünyada. İkisi de çok yakın arkadaşlarımdılar.

“Yoksa?” dedim, tabii ya, niye düşünememiştim, hemen kapıya koştum, kapıyı açtığımda onu, Güneş’i orada bulacağımı biliyordum, utanıyordu tabii kapıyı çalmaya, aramızda geçen onca şeyden sonra. Açtım. Sarı saçlarını gördüm. Hemen gözlerine baktım, o masmavi gözler, sarıldım Güneş’e, içim ısındı, Çiğdem’i bile unuttum bir ara. Beni affedecek misin, dedim, unuttum bile, dedi. Oysa biliyorum ki affeder ama unutmaz, bunu söyledim ona, sonra beraber güldük halimize, tıpkı eski günlerdeki gibi. Sonra konuşmaya başladık, Güneş bana son maceralarını anlattı, güya şehirden şehire dolaşan bir kumpanyaya girmiş, ne kadar saçma, bu bir rüya olmasa kesinlikle inanmam, orada gitar çalıyormuş, o kadar kötü gitar çalan biri için bir mucize bu! Anlatayım, Güneş’in müziğe hiç kabiliyeti yoktur, o aslında ressamdır, harika resimler yapar, benim de resmimi yapmıştı bir kere, hâlâ saklarım, dolabımın alt gözünde saklarım.

Kapı çalındı, bakındım, Güneş yoktu, hiç gelmemişti, herşeyi ben uydurmuştum.

Kapıyı açtım. Çiğdem sandım önce, ama değilmiş, geleni hiç tanımıyordum, “Ben,” dedi, “nişanı bozuyorum.”, bunu dedikten sonra da parmağından çıkardığı yüzüğü kafama fırlattı! Şaşırdım, anlamadım, bir şeyler söylememe fırsat vermeden çekti gitti, yüzüğün içinde benden sevgiler yazılmıştı… KAHRETSİN! Bu benim el yazımdı. Ben kimdim, o kız kimdi. Koltuğa çöktüm, Ergin’e baktım, sonra sahile gidip deniz kenarında yürümeye başladık, bir kapının önüne geldik, Ergin kapıyı gösterdi, açmaya korkuyordum, açamadım. Arkama döndüm, Ergin’in kapıyı açışını duydum, sonra boynumda bir sıcaklık. Güneş gelmişti galiba en sonunda, tam başımda duyuyordum onu, gelmişti demek!

O sırada öldüm. Belki de çok önce.


Bu da diğer bahsettiğim hikayenin ta kendisi. Adı “Sürpriz” imiş. Aynen yaşanmıştır, çok yaşa Patron, çok yaşa FCH!..

Sun 25-07-99, 22:26:12

Sürpriz.

Oğuz 24 yaşındaydı ve yalnızdı, canı sıkılıyordu, çok. Bir arkadaşının şirketinde çalışıyordu, sayfa tasarımı. Ve bir sevgilisi vardı, sevdiği, herşeyi. Günler geçmek bilmiyordu, uzun, çelikten. Sevgilisini özlüyordu Oğuz, günler geçmek bilmiyordu, bir arkadaşının şirketinde çalışıyor, yalnızlığından canı çok sıkılıyordu.

Sevgilisi bir başka şehirdeydi, uzak. Arkadaşları da, onlar da uzak, onlar da uzak… uzak. Başka hiçbir şey. İşleri bitmek üzereydi ve gün. Güneş, ötedeki tepelerin ardından doğalı saatler- seneler olmuş- gibiydi. Ve yalnızdı, tek başına suskunluk.

Telefon çalıyor. İşinde çalıştığı arkadaşının gelmesine daha günler var, biliyor. Telefon çalıyor. Sevdiği uzak. Telefon çalıyor. Açsa mı? Telefon. Nasıl olsa telesekreter. Telefon. Gene de yalnızlık hükmünde, yükselen. Çalıyor.

Arkadaşı dönmüş, ne güzel. Onu karşılamaya gitse (servis arabası – minibüs yolun diğer tarafında, durmuş. Bekliyor.). Merhaba. Sıcak bir gün. Çantalar aracın içinde ve minibüs. Beş kişi- biri şöför. Gazete okuyucuları. Arka koltuk. Üç kişi orada, beşin biri şöför, bir de şöförün yanı. Sıcak bir gün. Diğer şehirdeki herkes. Kimse yok.

Çantalara uzanıyor. Oğuz. Adı bu. Sıkılıyor. Neden? Bilinmiyor. Yetersiz veri ama sonuç. Çantalara uzanıyor.

Derken gülmeler işitiliyor aracın içinden… Arkadaki üç kişi, şu gazete okuyanlar hani, onları saklayan gazetleri neşeyle indiriyorlar: Oğuz’un diğer şehirdeki arkadaşları! Hepsi burada, herşey ne güzel! Şöför de tanıdık gelmeye başlıyor, derken, yıllardır görmediği başka bir arkadaş! Güneş tepede, her yer yeşil, her yer çimenler, çocuklar parkta koşuşuyorlar, herkes neşeli. Bir sevinç dalgası geliyor, vuruyor Oğuz’u, yüzüne sonsuz bir tebessüm yayılıyor. Hepsi araçtan inip sarılıyorlar birbirlerine. Tüm şehir, o şehri var eden bütün insanlar gelmişler işte, araçtan iniyorlar. Oğuz, neşeyle sarılıyor onlara… Güneş daha da bir parıldıyor şimdi. Sıcak, sımsıcak bir yaz.

Umberto Eco, William Shakespeare

Efsane dizilerden Murphy Brown’ın bir bölümünde takım olarak yarışmaya gideceklerdir. Murphy Brown’ın takıldığı barın barmeni bir cep gurusu olarak, bir ismi söyler (şimdi hatırlayamadım, nette de bulamadım), “Nobel’le ilgili bir soru sorarlarsa cevap budur.” der. Hakikaten de yarışmada hiçbir soruyu bilemezler (rakipleri hep onlardan önce cevap verir) ama sunucu “Nobel..” diye başlayınca hemen atlarlar ve hanelerine skoru eklerler.

Bu nereden aklıma geldi? Başlıktan. Ola ki bir yerde Eco ve Shakespeare adlarını yan yana görürseniz, bilin ki, o yazı Gülün Adı ve Romeo ile Juliet‘i kesiştiren gül mevzusu üzerine olacaktır. Bildiğiniz üzere Juliet (Capulet) ile Romeo (Montague) birbirlerine düşman ailelerin çocuklarıdır. Balkon sahnesinde Juliet, isimlerin değil, nesnelerin önemli olduğunu belirtir:

‘Tis but thy name that is my enemy;–
Thou art thyself, though not a Montague.
What’s Montague? It is nor hand, nor foot,
Nor arm, nor face, nor any other part
Belonging to a man. O, be some other name!
What’s in a name? that which we call a rose
By any other name would smell as sweet;
So Romeo would, were he not Romeo call’d,
Retain that dear perfection which he owes
Without that title:–Romeo, doff thy name;
And for that name, which is no part of thee,
Take all myself.

İşte bu mesele biraz daha geliştirilir, aksi yönden yaklaşılır Eco’da, Gülün Adı

Stat rosa pristina nomine, nomine duda tenemus.
(Adıyla bir zamanlar gül olan, salt adlar kalır elimizde)


cümlesiyle noktalanır. (Yeri gelmişken, vaktiyle Defter dergisi’nden bu konu üzerine çıkmış çok güzel bir yazı olan Doğan Özkan’ın “Değerlendirmeler Üzerine Bir Deneme” makalesini Epigraf’a alıntılamıştım – nasıl ‘*-*-*!’ bir kültürsüzlükte yaşıyoruz ki, birkaç ay önce Radikal’in pazar ekinde çıkan bir yazıda (Caner Fidaner, Rengârenk Adlar, 24/12/2006) ilgili yazıya doğal olarak yayınlandığı dergi üzerinden değil de, Epigraf üzerinden referans verilmiş! Sadece bu da değil, bizatihi olarak faydalanılan kitaplara da kitap tanıtım sayfalarından referans gösterilmiş! Off offf!)

Bu noktada, bir ekleme de ben yapmak isterim, Sampu’nun bir haikusu:

Vardır her otun çiçeği,
Bilmesek de
İsimlerini

Otu çiçekle, çiçeği de kokuyla değiştirebiliriz netekim.

Gelelim bütün bunları niye yazıyor olduğuma: Dün, taa lise günlerimden bir arkadaştan email aldım. Vaktiyle yazdığım bazı yazılarda ismini fütursuzca soyadıyla birlikte kullanmışım ve Google’da arama yapıldığında doğal olarak benim “edebi sayıklamalarımın” arasında adının çıkması nahoş bir durum oluşturuyordu. Yukarıda anlatmaya çalıştığım hikayenin bir de bu yüzü var: 10 yıl önceki ben, 10 yıl önceki o, sadece adlar kalıyor elimizde, hatırlatılmasak onlar bile kalmayacak. 10 küsür yıl önce o kadar tutkuyla yazılmış satırlar, öylece kalıveriyor. Internetin hafızasının bize oynadığı çok fena bir oyun.

Çirkef Sururi

Ağustos ayında, Türk Bilişim Derneği’nin düzenlediği Bilimkurgu Hikaye Yarışması’na katılmıştım (Dünyanın En Güzel Şems’i taslak-hikayemi tam olarak hikaye haline getirip – Hikayeyi burada, taslak-hikaye halini ise burada bulabilir, yarışma ile ilgili kestiğim ahkâma ise buradan ulaşabilirsiniz). Sonuçlar bugün açıklanacaktı ama ben zaten pek bir emindim birinci geleceğime. Yahu, hikayesini sevmeyen yazar var mıdır ki bu dünyada! Ödül olarak verilecek bilgisayar ile ne yapacağıma sonunda karar vermiştim, hatta geçen gün Bengü’ye dediğim üzere:

“Eğer yarışmada birinci olamayıp, yine de ilk üçe girmişsem jüri adam kayırmış, eğer ilk üçe de girmemişsem, hikayem ellerine geçmemiş demektir” buyurmuştum (ve tabii ki şaka olarak!).

Gittim baktım az evvel, sonuçlara, açıklanmış – anlaşılan benim hikaye ellerine geçmemiş.. 8) Al sana Sururi al sana! 8) Hepimize geçmiş olsun, egoma en çok da – sniff! Acaba ben de mi www.a*b*b*y*.com’a üyeliğimi yaptırsam..

Yazar ne yazar ne yazamaz..

Türkiye Bilişim Derneği’nin bilimkurgu hikaye yarışması varmış, birinciye ‘kişisel bilgisayar’, ikinciye avuçiçi bilgisayar, üçüncüye de dijital kamera verilecekmiş. ‘Kişisel bilgisayar’ ne menem bir şeydir, özellikleri nelerdir yazmamışlar gerçi ama koskoca TBD, depodaki 386’yı verecek değildir herhalde! 8) Benim yarışmadan haberimin olması da epey ilginç ve bilişimsel (Bilişim’in Wikipedia tanımı: Bilişim, bilgi ve bilginin otomatik olarak işlenmesiyle ilgilenen bir yapısal bilim dalıdır.) Ek$i Sözlük’te öylesine dolanıyordum ki, sozlukculerin bloglari girişi altında r2’nun blogunun adresine rastladım. ‘Bilimkurgu blogu” olarak tanımlamış, bir bakayım dedim ve yarışmanın ilanı ile karşılaştım. Bu aralar lepitopi ara ara tamir sebebiyle aramızdan ayrıldığından ve evdeki video/televizyon niyetine kullandığımız emektar PIII de Baraka‘daki smooth kaymaları ancak kesik kesik oynatabildiğinden ve paralel kompi ling ling meseleleri için güvenebileceğim bir kompinin de iyi geleceğine istinaden, bir de juri üyelerini şöyle bir google’ladığımda yetkin olduklarını, rasgele seçilmediklerini anladığımdan, bir şansımı deneyeyim deyip, çok sevdiğim “Dünyanın En Güzel Şems’i” hikaye taslağımı, nurtopu gibi hikaye kıvamına getirip birkaç saat önce, son gün yollamayı başardım, haydi hayırlısı! Sonuçlar 1 Kasım’da açıklanıyormuş, bekleyelim görelim… Uğuru bozulmasın diye hikayenin “hikaye olmuş” halini nete sonuçlar açıldıktan sonra koyacağım.

Başka bir şeyler daha yazacaktım ama yine unuttum, en iyisi bu noktada izin istemek.

Nadas

Bugün önce Meren‘in bloguna baktım, oradan Duygu Hanım‘ın bloguna yumuşak bir geçiş ve sonrasında da, tavsiyelediği Barış Erkol’un ISBN 976-08-6‘sında Samantha Wolow‘la karşılaştım. Aşağıda görmelerde olduğunuz müthiş güzel fotoğrafı oradan aldım. Tek fotoğraf da elbet güzel giderdi ama yanına da meze olaraktan benim eski yazılardan birini oturtmak geldi içimden. Az fotoğraf bilgim olduğundan, aklım hemen Robert Doisneau’nün Le Baiser du Trottoir / Le Baiser de l’Hotel de Ville‘ine gitti. onun resmini arar iken bir nefis resmini daha buldum – yalnız bu resmin adını ararken başka hiçbir yerde bulunmadığını fark ettim ve Doisneau olmayabileceğini de.. Belki bir tanıyan çıkar..

son kez.

neden diye sordu beriki.

diğeri ona baktı, ağlayacaktı, düşündü, durdu, kendini durdurdu. ağlamayacaktı. herkes o gün ölmüştü ama cesetleri dolaşıyordu ortada. şu giden bir cesetti, ama öldüğünü bilmiyordu işte. biri ona söylemeliydi. otobüstekiler, ayaktakiler, koşanlar, ölenler, hepsi, hepsi cesetti artık. geriye onlardan hiçbir şey kalmamıştı. kalktı giyindi. kendine bir kuş seçti bulutlardan, sonra kapıyı sertçe kapattı. gitti. yeni bir ölüme başlayacaktı ve bu onu tedirgin ediyordu. makyajını yolda yaptı, ilk gördüğü erkekle sevişti, erkek ona hiçbir şey söylemedi, boşalırken ağladı belli belirsiz. sonra oradan koşar adım uzaklaştı ayakkabısının bir tekini olay mahalinde bırakarak. yağmur başladı. yağmur iyiydi sonra. denize koştu, soyundu, kendini soğuk sulara bıraktı, girdaplar onu dibe çekti, boğuldu, öldü.

kuruladı kendini, havlusu kumlandı.. şarkı söylemek istedi ama aklına hiçbir şarkı gelmedi. hafızasını kaybetti. koşar adım evine döndü. asansörde çıkarken yanındaki kadının ölüsüne baktı dikkatlice, kadının topuklu ayakkabılarını rüküş bulduğunu söyledi. katına geldi asansör, çıktı, kapısını açtı, yatağının üzerinde bavulu vardı. içinden tabancasını çıkardı, aynaya bakarak intihar etti. öldü.

NEFES ALAMIYORUM! dedi içinden bir ses.

son kez..

11 Eylül 1996.