“Senin geçmişin, benim geleceğim…”

Başlığı bir süredir -çok da bayılmayarak- okumakta olduğum Dan Simmons’ın “Hyperion” romanından aldım. Bu bir tek cümle, bir hikaye içeriyor. Taslağı yazayım, sanırım başka da bir şey yazmayacağım bu konuda ileride, taslak olarak kalacak (çünkü çok bariz aslında).

Hikayenin kahramanı adamımız gizemli bir kadın tarafından birkaç defa mutlak ölümden (araba çarpması, bir yerden düşme, uçağa binme, vs..), son dakikada kurtarılıyor. Kız pek kalıp sohbet etme canlısı değil (gizemli bir şekilde adam bir anlık arkasını döndüğünde vs.. ortadan kayboluyor), ama işte adama bakışında, “elini yanağında, saçlarında dolaştırışında” diyelim, çok bariz bir biçimde belli ki adamın hiç tanımadığı bu kadın, adama çok yoğun bir biçimde aşık (ama adam merak ediyor, şüpheye düşüyor: “madem ki bu kadar aşık, niye iki dakika içinde kayboluveriyor, kaçıyor?”. Bu hayat kurtarmaların dışında adam gözünün ucuyla filan ara ara kızımızı, kendisini uzaktan kaçak izler durumda yakalıyor ama kız yine hemen kayboluveriyor. Yıllar geçiyor, hikaye kahramanı adamımız kızın böylesi yabanıl varlığını yavaş yavaş özümsüyor, yavaş yavaş da aşık oluyor, sonra artık dayanamıyor, kıza ulaşmaya uğraşıyor, aralarda yine -hep kız insiyatifli olarak- temaslar, yakınlaşmalar, ziyaretler olmuyor değil, ama kız ne konuşuyor, ne de “bu gece de burada kalayım, sabah kahvaltıyı birlikte yaparız” diyor. Sonra bir gün ortadan tamamıyla yok oluyor.

Adamımız (esas oğlan) aklını kaçıracak gibi oluyor, her yerde, her anda kızı bulmak için delicesine dolaşıyor, arıyor, soruyor… Bir gün çok sıcak bir havada, çok ıssız bir yerde dolaşırken, çok susuyor, bir ev görüyor, bir bardak su rica etmek için oraya gidiyor, kapıyı çalıyor, kapıyı açan bütün hayatını alt üst eden kızın ta kendisi değil mi! Şoka giriyor, kız onu tanımıyor (tanımazlıktan gelmiyor, hakikaten de tanımıyor), adam kızın, onu tanıdığı halinden epey daha genç göründüğünü fark ediyor (belki kızı, belki kardeşi?…). Kendisini toparlıyor, “ben sizi tanıyorum…” filan diyor, “işte şuranızda şöyle bir beniniz var, falan filan…” kız biraz bir şeyler anlıyor gibi oluyor, “benimle gelin lütfen..” diyor, adamı içeri buyur ediyor, üst katta içinde garip aletlerin olduğu bir odaya çıkarıyor, “bu,” diyor, “üzerinde çalıştığım zaman makinesi… ama henüz çalıştırmayı başaramadım.”

Hikaye bir yana, beni iki ekstrem uçtaki durum çok etkiledi: ilk durumda kızın adamı çok iyi tanıyıp, ona sırılsıklam aşık olup da, adamın kızı tanımadığı durum ile; sondaki adamın kıza aşık olduğu fakat kızın adamı tanımadığı durum. Klişe paradoks ama hoşuma gitti, sonuçta bu ikisi hiçbir zaman doğal şekilde tanışıp “karşılıklı, eş zamanlı” aşka düşemeyecekler, hep bir taraf diğerine 1-0 aşık olarak başlayacak. Beynimin arkalarından bir yerden Feynman’ın “Coupled mode approach” metodu gelir gibi oluyor ama bir cümle üzerinden bu kadar geyik yeter.

Amaya Belen

[Turgut Uyar, Carl Gustav Jung, Enis Batur, Lale Müldür, Ursula K. LeGuin ve A.S. Byatt için]

28/9/2010

Adam bir gün yürürken yerde kısa –bir parmak kalınlığında ve uzunluğunda bir dal parçası buldu. "Bundan sonra bunu çiğneyeceğim." dedi kendi kendine, ağzındaki puroyu attı, katranını tükürdü, ağzının kenarında artık o dal parçası, yürümeye devam etti. Otları, taşları, kayaları tepeleri ezdi, bir mağaranın önüne geldi. Mağarada ak sakallı, yaşlı bir adamla bir kadını gördü. Kadın adamın kızıydı ve kördü. Yaşlı adamın da gözleri pek iyi görmüyordu. Onu görmediler. Mağaranın önünde durup, uzun süre onları seyretti.

Kadın sonra adamın olduğu tarafa döndü ve ona seslendi ve dedi ki: Burası ölüler ülkesi ve bizler ölüyüz. Benim adım Belen, benim adım Amaya ve benimle kal, seni hep severim, bizimle kal. Adamı içeri, mağaranın içindeki evlerine buyur ettiler, onu masada oturttular meyvelerden yemek verdiler. Amaya elini uzatıp adamın omzuna koydu. Görmese de ona dönüp dedi ki: sen benim beklediğim değilsin ama ben seni sevdim. Kısmetim değildin ama kısmetin sen oldun.

Evlendiler o gece. Adam o evde 3 ay kaldı, kış geçti.

Bahar gelince Amaya ona dedi ki "uyan artık, gitme zamanın geldi". Ona çam dikenciklerinden bir kolye verdi. Bunu tak ve canınla birlikte beni hatırla. Kış gelince sen de gel.

Adam hatırlayamadı kendini, gidemedi. Hep oralarda dolandı, oralarda öldü. Kış geldi, o gelemedi.

Rüyasından uyandı. Yüzünü yıkadı, bütün gün ve gece Amaya Belen’i düşündü.

5/11/2010

Madrid – Bilbao

olmayan ülke’den son havadisler..

Epeyce uzun bir zamandır, Ece, uykudan önce masalı olarak Olmayan Ülke’den bir şeyler istiyor. Hollanda’dayken “Köstebek Avcısı Engin” vardı: Engin, adının aksine, köstebeklerin bir numaralı dostuydu, onlarla beraber kötü pek de iyi kalpli olmayan bir çocuk olan Önder’le (yoksa Nuri miydi — adı ya Önder Somer ya da Nuri Alço’dan aldığımı hayal meyal hatırlıyorum) uğraşırlardı bazen ama genelde serbestçe takılırlardı. Köstebekler sandviçi çok severlerdi: Engin’in onları çağırması için bahçelerine (şu tesadüfe bakın ki, Enginlerin de tıpkı bizim o zamanlarki bahçemiz gibi bir bahçeleri vardı!) bir parça sandviç koyması (bu da Hobbes’tan arak!) yeterliydi. Genelde bir yerlere geç kaldığında köstebekleri yardıma çağırırdı çünkü köstebekler hemen gideceği yere doğrudan bir tünel kazarlardı. K.A. Engin serisine Ece’nin köstebek korkusunu yenmek için başladığımı hatırlıyorum ama şimdi bu şekilde buraya yazınca “bir çocuk ne vesileyle köstebeklerden haberdar olur da korkar ki?” diye düşünmeden edemedim (Cevabı da buldum akabinde: “Köstebeklerin gece gece açtığı çukurları gördükçe..”).

Sonra Timi (kaplan), Pimi (kaplan), Po-çi (çekirge), Zampi (zürafa), xxx (zebra), Femko (fare) ve sümük ile sümük (tespih böceği ile tespih böceği) geldiler (zebranın adını hatırlayamadım, yarın Ece’ye soracağım, o hatırlarsa düzeltirim). İspanya’dan yola çıkıp, binbir badire ile önce Kuzey Kutbu’na, sonra Avusturalya üzerinden Güney Kutbu’na, oradan da Amerika kıtasına gittiler. Bu vesileyle Ece de yolculuklarını aklından hatırlayıp, bir dönem epey bir memleketi komşuluk ilişkileri nezdinde, sıralı olarak söyledi (bugün yaptığım yoklama itibarı ile Fransa, Yeni Zellanda, Madagaskar’ın yerini bir saniyenin altında olmak üzere dünya küresi üzerinde tespit edebiliyor).

Ondan sonrasında Peter Pan’a başladık, bir daha da başka bir şey istemedi. İleride lazım olur diye, buraya Olmayan Ülke’de yaşanan birtakım olayların çetelesini tutmak istedim.

Kaptan Kanca ile Smee, Peter Pan tarafından nihai olarak yenildikten sonra, Peter onlara iki seçenek sundu: ya iyi olup Olmayan Ülke’de kalabilecekler, ya da aya sürgüne gönderileceklerdi. Tayfası iyi olmayı seçip, “sihirli prenseslerle” (istedikleri zaman timsah, istedikleri zaman insan olabilen prenses toplumu) evlendiler ve çifçi korsan oldular. Kanca ile Smee ise ayda yaşamaya başladılar. Ayın yüzeyi (ve büyük ihtimalle kendisi de) çikolatadan yapılmış durumda, kraterlerinin bazılarında beyaz çikolata, bazılarında ise peynir var (Italo Calvino, Kozmokomik Öyküler tabii ki). Kaptan Kanca pek çok kereler kaçmaya çalışsa da, Peter her seferinde onu geri yolladı ve ama bir gün Smee de iyi olup dünyaya (Olmayan Ülke’ye) dönünce, yalnızlığının da etkisiyle, o da iyi oldu ve Olmayan Ülke’ye dönüp orada bir kafe/bar/restaurant açtı. Kısa bir süre sonra da kaderin bir cilvesi ile Oyuncak Hikayesi’ndeki kancaya tapan uzaylılara benzer bir uzaylı olan Nanu’yu uzay korsanlarından kurtarıp onu evlat edindi (Nanu ona “Anne” demekte ısrar ediyor). Nanu’nun bir de görünmeyen uzay gemisi var, arada ona atlayıp başka gezegenleri ziyaret ediyorlar.

Artık evlenmiş ve anne olmuş Wendy pek sık olmasa da Olmayan Ülke’ye hala uğruyor, fakat kızı Jane düzenli olarak bizimkileri (Peter Pan, Tinkerbell, kayıp çocuklar ve kızılderililer ve çiftçi korsanlar ve sihirli prensesler ve deniz kızları) ziyarete geliyor. Nadiren de John ve Michael Dayıları da ziyarette bulunuyorlar.

Wendy, uzun süreli kalışlarından birinde çocuklara okuma yazma öğretti fakat Peter dersleri astı ve herkes öğrenirken o geri kaldı. Böyle olunca da, sonrasında gururuna yediremediğinden gitmedi fakat durumu anlayan Wendy tarafından Londra’da normal bir çocuk gibi okul üniforması giydirilerek bir okula devam etti ve oradaki öğretmeni olan Linda’yla da fena halde kapışsa da, Linda ona okuma yazmayı öğretti (diye hatırlıyorum). Bir vesile ile Linda’yı Olmayan Ülke’ye getirdi ve onu gören Kaptan Kanca ona aşık olup evlenme teklif etti ve muratlarına erdiler.

Bütün bunlar olurken, Olmayan Ülke’ye klasik “sağdan ikinci yıldız” yaklaşımından başka geliş yöntemleri de keşfedildi: Konuşan Aslan‘dakinin (Narnia) benzeri bir dolap, Yılbaşı Gecesi Kabusu’ndakinin benzeri başka dünyalara açılan kapıları barındıran ağaçların olduğu bir orman (bu vesileyle Noel Baba ve Jack Skellington da Peter’in çeşitli maceralarda arkadaşı oldular).

Adaya musallat olan bir de “Şakacı Cin” var – Alaaddin’in cinine benzese de bu pembe ve istenen dilekleri gerçekleştirmek yerine onları eşek şakalarına dönüştürmekten muzdarip. Bu tür bir eşek şakasının sonucunda adanın az açığında dev bir gerçek çilek hasıl oldu — köpekbalıklarının hatur hutur yedikleri ve tam yok olduğu sırada *POF!* diye yerine bir yenisinin ortaya çıktığı sihirli bir ada — Kaptan Kanca tarafından reçel için de bol miktarda faydalanılıyor / bu vesileyle, Smee’nin de ufaktan ahçılık yeteneklerini geliştirdiğini ve bütün ada ahalisi tarafından pek sevilen meşhur “Patlayan Pasta”sından da söz etmek yerinde olur: kazara peri tozunu yiyen Peter’ın da acı verici bir şekilde öğrendiği üzere, peri tozu yemenin bir yan etkisi var: popodan alevli pırtlar çıkması. Peri tozu unla karıştırıldığında, bir süre sonra patlıyor. Smee’ye yaptıkları bir şaka sonucunda, Smee’nin hazırladığı pasta patlamış ve sihirli bir şekilde (peri tozundan bahsediyoruz, illa ki sihirli bir şeyler olacak) o sırada ağzı açık olan herkesin ağzına giren bir pasta. Bu, o kadar sevildi ki, Smee düzenli olarak patlayan pasta yapmakta.

Jack ile Sally evlendiler, iki çocukları oldu: Fiona ile Harry, onlar da zaman zaman Peter Amca’larının yanına kalmaya geliyorlar. Peter da, Halloween Kasabası’nda tanıştığı, istediği veya korktuğu zaman refleksif olarak görünmez olan Shelly’yle evlendi (Shelly’nin görünmezliği, aslında inmaterial bir şey – nesneleri etkileyemiyor, varlığını istese de fark ettiremiyor – eğer korktuğu için istemdışı olarak görünmez olduysa, sakinleşene kadar bu dünya ile etkileşemiyor). Hobbes adında bir kaplanları olduysa da, Hobbes şekil değiştirebilen bir timsah olan xxx (adını hatırlayamadım) ile arkadaşlığı ilerletip vahşi hayata döndü.

Kaplan Nilüfer ve kızıl derili tayfası bildiğiniz gibi, orada pek bir değişiklik olmadı.

Hemen hemen bütün Disney prenseslerinin (ve arkadaşlarının) yolu birden fazla kereler olmak üzere Olmayan Ülke’ye düştü.

Olmayan Ülke’nin en yakın zamanlı ziyaretçileri ezelden favorimiz Barbapapalar oldu, hem de bir sürprizle: 10. Barbapapa, nam-ı diğer Barbablanca tam da Olmayan Ülke’de doğdu (Barbablanca, (Ece’nin haklı isteği ile, oranı eşitlemek üzere) kız ve özel yeteneği büyü, rengi de beyaz).
Kaptan Kanca ile Peter arada sırada eski günlerini özlüyorlar, öyle zamanlarda geçmişi tekrar canlandırıyorlar ama bazen Kaptan Kanca Peter Pan’ı, tayfası da kayıp çocukları canlandırıyorlar (Tinkerbell’den tedarik ettikleri peri tozları ile), Peter Pan ve kayıp çocuklar da Kaptan Kanca ile korsanlarını oynuyorlar.

Böyle bir sürü yazdım gibi oldu ya, aslında bu buzdağının (sihirli çilek adasının) görünen kısmı (mesela şimdi aklıma denizkızlarının kenti ve Tinkerbell’in periler ülkesine peri tozunu yenilemek ve arkadaşları ile görüşmek üzere yaptığı ziyaretler geldi, bunu yazınca da Kaptan Kanca’nın kanca elinin peri Tekna tarafından istediği zaman kancaya, istediği zaman da bildiğimiz ele dönüşebilen bir takma el ile değiştirildiğini hatırladım).

Her akşam, Ece’yle işte böyle bir şeyler inşa ediyoruz. Her akşam, o günün masalı bittikten sonra Ece, ertesi akşam ne olacağını soruyor, bir şeyler söylüyorum, gerekli görürse düzeltiyor, eğer heyecanlı bir şey olacaksa (mesela Barbablanca’nın Kaptan Kanca’nın lokantasında naneli dondurma yaparken büyüsünün şaşması sonucunda ortaya çıkan dondurma canavarının nasıl üstesinden geldikleri) şimdiden sonunu da öğrenmek istiyor (ben de söylüyorum tabii ki – yalaya yalaya yiyip bitiriyorlar). Çoklukla ertesi gün tekrar başlarken, bir gün önceden kararlaştırdığımız konuyu hatırlamıyoruz, Ece bazen hatırlıyor ama ben neredeyse hiç, yeni bir Olmayan Ülke macerasına yelken açıyoruz.

Teknik Not: Orijinal Peter Pan’ı okudunuz mu bilemem ama yakın zamanda okumuş biri olarak, oldukça vahşi ve kanlı olduğu konusunda uyarırım. Tamam, bir Lord of the Flies değil ama yine de, gerçek bir çocuk romanı: büyüklerin çocuklara anlattığı türden değil de, çocukların çocuklara anlattığı türden.

Alakasız not: “Peter” adını sanırım yazı boyunca “Pitır” olarak telaffuz ettiysem de, “Peter” diyorum konuşurken, niye böyle cikslik yaptım bilmiyorum, aslında öyle biri değilimdir (“Pan”a da “Pen” değil, bilakis “Pan” derim).

İyi geceler.

A ile B

A ile B aynı dizide oynuyorlar. Dizi 20 dakika, çekimleri haftada 3.5 – 4 gün sürse de, A’nın rolü çok fazla olmadığından, A genelde yarım günlüğüne çağrılıyor. B, dizinin başrol oyuncusu, A da onun eski sevgilisi. Senaryo icabı B, A’ya hala aşık ama A artık B’yi sevmiyor. Birlikte oynadıkları bütün sahnelerde B, A’ya yalvarıyor geri dönmesi için, A kabul etmiyor ama bir türlü. Gerçek hayatta A, B’ye delicesine aşık, B’nin haberi yok, zaten haberi olsa da pek umrunda olmazdı. Birlikte oldukları her sahnede A sesli olarak B’ye gitmesini söylerken, içinden kalması, rol icabı bile olsa bir araya gelmeleri için dua ediyor. A’nın dizi dışında pek bir yaşamı yok, hayattaki tek gayesi B ile dizide tekrar birbirlerine aşık olmak. A yakında bir başkasıyla evlenecek, ya da bir kaza geçirecek ya da sözgelimi Japonya’ya gidecek, B çok üzülecek. Terk eden A olacak, giden de o. B’yi aklına bile getirmeyecek hiç.