Do you know where you’re going to…

İki hafta önce Nergis Hanım’la, Locke & Key’e başlayalım dedik (ben tam başlamıştım, o da ilgilenip izlemeye koyuldu), ilginç geldi ama bu zamanda kimde öyle o kadar bölümü izleyecek zaman! İlk bölümü izlediğimizle kaldık. Sonra geçen hafta tekrardan canım çekince aklımı kullanıp, çizgi-romanlarını binge-read yapıverdim (artık her ne demekse).

Locke & Key #4 : Keys to the Kingdom

Joe Hill’in yazıp, Gabriel Rodriguez’in çizdiği çizgi-roman ÇR kapsamında gayet güzel ama tabii ki aynı sebepten ötürü herkes ya tam iyi, ya tam kötü, neyse olacak artık o kadar. Hikaye, Lovecraft’a saygı olarak, onun hikayelerinin de geçtiği Massachussets’de geçiyor (“Lovecraft” kasabasında ki, orayı da Nahant‘tan esinlenmişler, gayet güzel bir yere benziyor).

Joe Hill’i (ki Stephen King’in oğlu olur kendisi) ilk kitabı Heart Shaped Box çıktığında alıp okumuştum: o da babası gibi işin sonunu pek kotaramamaktan muzdaripti, ama bir yanıyla da konuları ele alış tarzı ile (modern memorabilia’nın hikayeye sızması diyelim) Gaiman’a yakınsıyordu. Zaten Locke & Key’i okurken sıfır Lovecraft, bol miktarda Neil Gaiman tadı aldım (hele de Open the Moon’da %100 idi neredeyse!). Seriyi (6 ana bölüm + sonradan çıkan yan tatlar) bitirmemin sabahında, tam da bir gün önce Sandman evreni ile cross-over’ın yolda olduğunu haberini okudum. Diğer haberler arasında, dizisinde başta Zack Wells karakterinin olmayışı olmak üzere, korku öğelerinin epey bastırıldığını, gençlik sorunsalına çevrildiği üzerine bir sürü şey öğrendim, tabii bir de şunu görüp koptum! 8) :

 

L’n’K – Gabriel Rodriguez & Joe Hill cameo’su

Kerata pek bir benziyor babasına (bu arada, hep Joe Hill’den bahsediyorum ama Gabriel Rodriguez’in çizimlerini de çok beğendim — bir de istediği zaman başka çizerlerin kılığına girmesini: L&K’in bir yerinde Bill Watterson çizimleriyle karşılaşınca Bill Watterson’a bir şey mi oldu diye korkup hemen kontrol ettim. Bir başka bölümde de Goscinny & Uderzo tribute’u var!). Bir de röportajlarda Locke Evi için yok şöyle çalıştım, yok böyle çalıştım, yok mimari projesini sıfırdan çizdim falan filan diyor ama ev bildiğin Stephen King’in Maine’deki evi yaw!

İşte kapı…
…bu da sapı.

Araştırmacı gazetecilik hizmetinizde!

Ne diyecektim başka? Burada her akşam bir bölüm Mavi Ay izliyorum. Dün akşam 2. sezonun 4. bölümü vardı (“The Dream Sequence Always Rings Twice”), bölüm başladı, karşıma Orson Welles (rispeeeeekt!) çıktı!!! Bölümü sundu; meğerse rahmetli o çekimi yaptıktan 5 gün sonra rahmetli olmuş. Bölüm de ne güzel bir bölümdü hakikaten — Scorcese’nin Liza Minelli & Robert de Niro’lu New York, New York filminden esinlenilmiş. Scorcese, bildiğiniz üzere geçen sene çizgi roman filmlerine giydirdi, sonra hakikaten efendi efendi, güzelce, daha da açıkladı düşüncelerini. Günahım kadar sevmediğim Ricky Gervais de, hakikaten de gayet komik bir şekilde, Scorcese’ye giydirdi (Altın Küre ödüllerinde): Scorcese Disney’e laf sokuyor çünkü boyu Disneyland’deki oyuncaklara binmek için gerekli limitin altında kalıyor (Scorcese’nin buna tepkisi de süper: kafasıyla onaylayıp, doğru olduğunu söylüyor etrafındakilere 8)). Mavi Ay’ın yaratıcısı Glenn Gordon Caron, Maddie Hayes & David Addison karakterlerini Meryl Streep ve Raul Julia’nın 78’de parkta oynadıkları Shakespeare’in “The Taming of the Shrew” (Hırçın Kız) efsane performansından etkilenip hayata geçirmiş. Cybill Shepherd’ı Psych’da görünce de bayılmıştık zaten. New York New York’u Liza Minelli’den dinledikten sonra, aklıma bir başka müzikal (müzikalden bir şarkı) geldi — ama neydi Allahım, neydi!!! Allahtan konusunu hatırlıyordum da gugıl kardeş geldi beni kurtardı (movie about fashion designer musical 70s): Diana Ross’un Mahogany’si (Do you know where you’re going to…) [HEAD’i iki commit geri alıp, master’a rebase de çekip, oradan devam edelim] — rahmetli Raul Julia’yı da çok severim (Ece de, ben de iflah olmaz birer Addam’s Family (ilk iki film, eski dizisi değil) hastasıyız: geçen gün yeni çıkan çizgi filmini izlemeye başladık, sarmayınca, açtık n. kere filmi izledik / Ayrıca Anjelica Houston!!! 8), Raul Julia’yı da bizim sevgili Hüseyin’e benzetirim oldum olası.

Bir şey daha vardı son bir şey… hatırladım, ama ondan önce bir şey daha: bugün Düşes’le iki saate yakın temelde Gilmore Girls, yan sanayide Marvellous Mrs. Maisel muhabbeti yaptık, ilaç gibi geldi (Alex Borstein – pilot bölümde Sookie’yi, dizide harpçi teyze ile terzi teyzeyi oynamış, gerçek hayatta Jackson’la evli imiş; A year in life’ın ikinci sezonu planlanıyormuş), hanımlar da evde Divine Secrets of the Ya-Ya Sisterhood’u izlediler – Reese Witherspoon’un The Wild’ı da onları bekliyordu; sonra Melissa McCarthy ile Kelly Clarkson’ın geçen gün yaptıkları GG trivia yarışı filan falan..)

Gilmore Boyz: Rory Mağdurları Derneği’ni kurmuşlar, dava açmaya hazırlanıyorlarmış!

Veee gelelim son güzelliğe. Evvelsi akşamdı, yorgun argın odama dönmüştüm, youtube dedi ki “ne yapayım abime? bu nasıl?” Vonnegut Reyiz’in (adam gibi adam!) bir konuşmasını önerdi, nasıl zihin açıyor yine, nasıl güzel nasıl güzeldi:

Hamlet’i anlatırken diyor ki: Hamlet’e gelirler, şu yukarıda bir hayalet var, seninle konuşmak istiyor, Hamlet gidince hayalet “ben babanım, beni amcan öldürdü, intikamımı al” der. Hayaletin babası mı, hatta hayalet olup olmadığını bilemeyiz ama öyle olduğunu söyler.

Hikayeler. Her bir anlatıcıya göre değişen hikayeler, her biri kendince doğru olan anlatımlar (Locke & Key’in ÇR formatındaki anlatımı – dizi formatındaki anlatımı: ikisi de doğru; Moonlighting’in ilgili bölümündeki iki anlatım: ikisi de doğru; Savaşta kazanan tarafın anlattığı da doğru, kaybeden tarafın anlattığı da.). Ne demişti Steve Baba (Bekçilerin kralı Rıza Baba ile karıştırmayın):

The gunslinger is the truth.
Roland is the truth.
The Prisoner is the truth.
The Lady of Shadows is the truth.
The Prisoner and the Lady are married. That is the truth.
The way station is the truth.
The Speaking Demon is the truth.
We went under the mountains and that is the truth.
There were monsters under the mountain. That is the truth.
One of them had an Amoco gas pump between his legs and was pretending it was his penis. That is the truth.
Roland let me die. That is the truth.
I still love him.
That is the truth.
When is a door not a door? When it’s a jar, and that is the truth.
Blaine is the truth.
Blaine is the truth.
What has four wheels and flies? A garbage truck, and that is the truth.
Blaine is the truth.
You have to watch Blaine all the time, Blaine is a pain, and that is the truth.
I’m pretty sure that Blaine is dangerous, and that is the truth.
What is black and white and red all over? A blushing zebra, and that is the truth.
Blaine is the truth.
I want to go back and that is the truth.
I have to go back and that is the truth.
I’ll go crazy if I don’t go back and that is the truth.
I can’t go home again unless I find a stone a rose a door and that is the truth.
Choo-choo, and that is the truth.
Choo-choo. Choo-choo.
Choo-choo. Choo-choo. Choo-choo.
Choo-choo. Choo-choo. Choo-choo. Choo-choo.
I am afraid. That is the truth.
Choo-choo.

(Gürer ve Çetin, görüşemesek de, ayrı düşmüş olsak da seviyorum hala sizi çok. That is the truth.)

Elvis ölmemiş olabilir, John Kennedy de, ikisi de bir huzur evinde mumyalara karşı savaşıyor da olabilir (birazdan Bruce Campbell’li Bubba Ho-tep‘i seyre koyulacağım – Ash vs. Evil Dead’de de yakıyordu Bruce Ağabey. Elvis demişken, birkaç hafta önce Zombieland: Double Tap’i seyrettim, iyiydi ama bir 1 değildi, olsun. 8)

Hail to the King! (bu aralar yoğun şekilde Suspicious Minds dinlememin ve uykusuzluğun da etkisi olabilir, alıcılarınızın ayarı ile oynamayın porfa)

“Do you know where you’re going to…” için 6 yorum

  1. Aaa, Mavi Ay’da bir Taming of the Shrew bölümü de vardır. Kaçıncı sezon filan hatırlamıyorum ama kesin vardı çünkü çok severdim o diziyi.

    1. Şu tam mavi ay başlarken çocuğu tarih (İngiliz edebiyatı?) ödevini yapması için odasına gönderiyorlardı, ben de hayal meyal hatırlıyorum öyle bir bölüm ama sonlara doğru (hatta sondan bir önceki bölüm diye destekli sallayacağım) olması lazım. Bir de o dönem dizilerin orijinal seslendirmesini radyodan eşzamanlı verirlerdi, birkaç kere Mavi Ay’ı ve Linda Hamilton & Ron Perlman’lı Güzel ve Çirkin’i öyle seyrettiğimi hatırlıyorum. 8)

      Ve Bruce Willis’in Türkçe sesi — Alev Sezer olması lazım, ne kadar güzel oturmuştu! (Filmlerde de Bruce Willis’i aynı kişi seslendirirdi; Maddie Hayes’in dublajı da çok başarılı idi, Bayan DiPesto’nun da!)

  2. Yazdıklarından çağrışımla Zoeys Extraordinary Playlist önermeye geldim.
    Bi de ““Lovecraft” kasabasında ki” cümlesinin tek parantezi açık kalmış, koren yapıyor. 😉

    1. Çoook tişkir idirim kraliçim… Ben de kod niye derlenmiyor diye merak edip duruyordum. Ayrıca “koren yapmak” ne demek? “Cereyan yapmak” gibi bir şey mi? Genç lingoya o kadar hakim değilim.

      Zoey’s Extraordinary Playlist’in, dizi çıkmadan trailer’ının tadına baktık, bir deneyelim dedik ama sonrasında sanırım unuttuk. Bir de The Unicorn’u deneyecektik bak sahi, başrol oyuncusuna rağmen … Danke schön, übermensch!

  3. “cereyan” yazacaktım, son anda yeni nesil bilmez dur babaannemi anayım diyerek “koren” yazdım. Nur içinde yatsın, hep öyle derdi, biz de öyle alıştıydık. Yıllar sonra fark ettim çoğunluğun “cereyan” dediğini. 🙂
    The Unicorn’u denedim 2 bölüm, sarmadı beni. (başrol adamı çok severim)
    Bu arada Zoey komedi değil. Hatta komedi drama bile diyemem. Ally McBeal bundan daha suluydu. (Bazen o tadı alıyorum.)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir