The Damned’in İngiltere’den çıkan ilk punk şarkısı olarak tarihe geçmiş “New Rose”, Is she really going out with him? repliğiyle başlar; Peel Sessions’daki (Eat your heart out, John Peel!) efsane performanslarında ise:
Are we really 65 in the charts!?
şeklinde bir hayretle başlarlar şarkıya. Ben de, nice zamandan sonra birikmiş şeylerimi sizlerle hasbihal edeyim diye blog’u açınca bir de baktım ki 2 ay geçmiş son zamandan bu yana (ey kâri)!
(“Kısa bir ara”dan önce resim koyuyor muyduk?..)
Bu kış gerçekten de, öyle böyle değil, epey uzun sürdü. Daha hala da bitmiş değil, farkındayım ama artık zor kısmı atlattık (“A cold coming we had of it,
Just the worst time of the year…”*). Bende pek bir değişiklik yok – koşularıma ara verdim (size Murakami Bey’den bahsetmiş miydim acaba? Bir bakıp geleyim… bahsetmemişim sanırım): Sanıyorum yazın sonlarıydı, belki de sonbaharın ortalarında bir yerlerde bizim kampüsün stadı etrafında düzenli koşmaya başladım. Murakami’nin (“Murakami Bey”) “Koşmasaydım Yazamazdım” (aka tutmasaydım düşüyordun hihohoha… 8P) şeklinde çok fena bir halde çevrildiği başlığa sahip, İngilizce’deki ismiyle “What I Talk About When I Talk About Running” (ki, Raymond Carver’ın efsane kipatına gönderme yapıyor, Türkçe çevirmen kitapta bunu atlamamış olduğundan editörün şaşkınlığına bağlıyorum o başlığı) kipatını okuyordum. Murakami (Bey), turşucuların Ziya misali mangalda kül bırakmıyor, beni de gaza getirdi “20 yıldır her gün, her koşulda günde 10km koşarım, ultramaraton da koştum, 100km, biliyor musun…” sonra okudukça o gün koşamadığını, şu gün aslında birinci gelecekken işte nasip kısmet, ayakkabı vurdu (filan)… İnsan sevdiği yazarlarla tanışmamalı, bu doğru, sevdiği yazarların gündelik hayata, daha da kötüsü kendi hayatları ile ilgili anlatılarından da uzak durmalı. Sonuçta bazen sağolsun Eda’yla, bazen tek başıma bu sonbahar epey koştum (faydasını da gördüm mü? gördüm hakikaten ama sonra kış girdi araya). Bu aralar, hazır buzlar da çözülüyorken, içimde yeniden bir koşmak, koşmak, koşmak… arzusu peyda oldu. (şu son bir cümle yazılırken yapılan çağrışımlar, -çok afedersiniz- getirilen gevişler: Yine kış, yine kış,
Bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış… / Ahmet Haşim; Peyda Çilingirler (offff! ki ne offf! 8P); Bir günün sonunda peyda (!) (Tamam, tamam, sustum))
Siz normalde bilmezsiniz, bu yours truly boş zamanı olursa blog’una yazacağı şeyleri not alır, misal bkz. yan taraf. Paul Newman & Eşi; Letterman: Tom Waits, Julia Roberts (& Neko Case) bağıntılarından geçen sefer bahsetmiş idim, oradan geriye müzikal işlerle Cyberpunk kalıyor (ki şimdi gördüm, onu da Talking Heads / Tom Tom Club’la ilişkilendirmişim bile). Ne çok müzik var! Ben bence bu girişte genel şeylerden bahsedeyim (belki bir de Marie Kondo’dan), müziği ayrı bir girişte ağırlayalım (o zaman dans! Renk!)…
Bir de unutmadan: diyelim ki işlenmiş sütün tadına (ya da hormonlu çileğin kokusuna mesela) o kadar çok alışmışsınız ki, doğalı size garip geliyor, öncekini istiyorsunuz.
Sonbaharın ortalarında, buz gibi bir haftasonu sabahında Nergis Hanım ile kendimizi ODTÜ’de birkaç saat geçirmek durumunda bulunca koşar adım kütüphaneye girdik. Ben o sıralar üzerinde çalıştığım kitabın bir kopyasını raflardan alıp çalışmaya koyuldum, Nergis Hanım ise rasgele bulduğu bir kitabı okumaya: Hayatı Sadeleştirmek İçin Derle Topla Rahatla / Marie Kondo. Yani Bengü’nün ilgisini çekebilmek için bundan daha etkili bir başlık olamazdı. Nergis Hanım’ı biraz olsun tanıyorsanız yazmaya gerek yok ama, tahmin edeceğiniz üzere, kitap derin bir tını buldu kendisinde. Sonradan öğrendik ki, meğer Marie Kondo epey ünlü imiş (ardından Netflix’de dizi/belgeselini de izledik). Çok komik, traji-‘ye yaklaşıyor çoğu zaman Marie Kondo. Kitaptan aldığımız motivasyonun da etkisiyle, yine bir haftasonu, bir heves benim ofise daldık, eski sınav kağıtları, koliler, ıvır-zıvır… derken, bir baktık ki benim ofisin sağ tarafı epey açıldı! (benim ofisi ve infamous dağınıklığımı bilen bilir, bilmeyenlere de anlatamam, utanırım…).
… Buraya kadar olanları “en son” 7 Şubat’ta yazmışım, bugün hazır vakit bulmuşken bitireyim yayınlayayım derken bugün 1 Mart oldu. Niye bu kadar zorlaştı bir şeyler yazıp toparlayıp göndermek? Sadece ben de değil, blog piyasası çok fena halde durgun çok uzun zamandır (bazen gaza gelip medium.com’a girip yazayım diyorum sonra neyse ki çok şükür vazgeçiyorum, burası güzel, burası doğru).
Ne diyorduk?.. Marie Kondo. Marie Kondo’ya biz öyle tesadüfen rasgeldiğimizden olayın hemen ayırdına varamadık ama yukarıda da yazdığım gibi, dünyayı patlatmış durumda (“I love messsss!” [Marie coos]). Dizilerden webstriplere herkes ondan bahsediyor — en son geçen gün Oscar törenlerinde gördük hatta! Bu konuda koparıcı yorum -tabii ki- Nergis Hanım’dan geldi: annesi Japonya’da kimsenin yüzüne bakamıyordur “benim kızım elalemin evini temizlemekten meşhur oldu…” diye; ben de kendisini Netflix’in fildişi kulesinden inip TLC miydi, neydi, korkunç Amerikalıların pislik içindeki evlerini temizlemeye davet ediyorum, buyurun, lütfen… (“yatağın altındaki bu köpek kakası size neşe veriyor mu?…”).
Günler geçiyor. Aralıktan bu yana 4 kilo almışım. Pazartesi günü havanın güzelliğini fırsat bilip koştum. Eski (bu yazının başındaki) günlerdeki gibi koştum, beklediğimden çok daha az zorlandım, kendimce sevindim. Ertesi gün hareket edemedim, ikinci gün yürüyebiliyordum ama merdivenlerde biraz zorlanıyordum ama olsun.
Müzik var sonra (başka bir girişte mi bahsedecektim yoksa; öyle mi demiştim?..). Dans da güzel. Çok metaforik olacak ama bazı insanlar bizleri kurtarmak için korkunç bir müzik yaptılar, iyi ki var oldular ve iyi ki o müzikleri yaptılar çünkü o korkunç müzik bize kim olduğumuzu, kendimiz gibi olabileceğimizi söylüyor. Bu olaylar 80’lerin sonunda, 90’lara doğru oldu (ama yine de Nirvana’ya gelmeden). Ramones, evet, cesaret vermiştir (70’lerin ortasından sonuna), önemlidir ama bir Pixies, hele de Sonic Youth yahu!.. Bir insan (“bir insanlar”) bu kadar mı kendisi olabilir? Bakınız 1988, Pixies, öte şarkıları “Gigantic”i canlı çalarken:
daha da serti, daha da her şeyden sıyrılmışı var: yıl 1989, Sonic Youth, Iggy Pop’un (Stooges’ın) “I wanna be your dog”unu coverlıyor bir programın kapanış jeneriği geçerken… 90’lar gümbür gümbür geliyor…
adam kavalla kopuyor!.. Kimse “90ların böyle olacağını fark edememiştik” demesin bana lütfen. Oradaki zenci gitarist amca ile Kenny G/Michael Bolton takım elbiseli saksafoncuyu alın, Talking Heads’ten türeyen Tom Tom Club‘ı alın, daha iyisi, doğrudan Metro’nun grubunu dinleyin, izleyin: o 80’ler funk’ı var ya, benim için işte o “cyberpunk retro olmak zorunda mı?” Evet canım; “cyberpunk noir olmak zorunda mı?” 80’lerde 40’lar, günümüzde 80’ler, ister inanın ister inanmayın.
Barış, sağolsun, eskilerinden/fazlalarından güzel bir oyun bilgisayarı toparladı bana, başta hevesle Fallout 4’e, Mech Warrior’a sardım ama şimdi Amiga emülatörü ile SpeedBall II, Cannon Fodder oynuyorum (Oni, Runaway, Syberia, Max Payne II, Warcraft III, hele de can oyunum Airfix Dogfighter ile Magic the Gathering de oynuyorum tabii ki, o kadar da eskiye gitmeye gerek yok (bir yandan da DosBox sayesinde Tie Fighter, hatta inanmayacaksınız ama Lucasfilm Games’in Battle of Britain’i oynuyorum, Yavuz’u anıyorum…).
İyice uyku bastırdı şimdi. Bir ayda bir giriş yazmış oldum, buna da şükür. Yatıyorum, uyuyor, uyanıyor, rinse, repeat…
Özetle: ben bu yazıyı yazarken kışı bitirdim. Dün, evvelsi gün kar yağmış olabilir ama kış bitti. Çok bahar meraklısı da değilimdir ama kışa yeğ. Hem ben kışın (Kuzey-Rüzgârının) en büyük sırrını biliyorum ki! (İlahi kızılcık!)
“When I came to New York, I’d go and see bands downtown playing no-wave music,” she recalls of her arrival, after graduating from art school. “It was expressionistic and it was also nihilistic. Punk rock was tongue-in-cheek, saying, ‘Yeah, we’re destroying rock.’ No-wave music is more like, ‘NO, we’re really destroying rock.’ It was very dissonant. I just felt like, Wow, this is really free. I could do that.”
— Kim Gordon*
Kadıncağız daha ne desin. Arkadaşlar keman yayıyla gitar çalmış, gitara çekiçle çivi çakmış insanlar… no-way, no-wave, shine, shine like a star… 8P
Parantezlerin yasak olduğu bir dünyada neyin eksik olacağını biliyorum: Sururi!
Ally McBeal’ı düzyazıya geçirir gibisin bazen. (bazen?) ;P
Canım canım canım kraliçem! Ally McBeal (“the lawyer with the short garments”) demişsin, Gilmore Girl de olabilirdim (Düşes’e on bin selam olsun!), yine iyi kurtarmışım 8).
Bir arkadaşım (Eda) benim nöronların öyle birli ikili değil, birbirlerine doğrudan üstlerinden geçen bir otoban (Kraftwerk) ile bağlandığını söylemişti. Çağrışım çağrışımı, çağrışım çağrışımı çağrışımı çağrışımı tetikliyor, duramıyorum. Açıklama üstüne açıklama üstüne kuru fasulye anasayfa olmuyor bazen de (misal bıyıklı neşeli şefin pilav üstü püre üstü nohut üstü kavurma koyduğu fidyo diyecektim, bulamadım bir daha, olsun önümüzdeki maçlara bakacağız artık.)
önümüzdeki maçlarda buldum ama sanki bulmasam daha mı iyi olacakmış, ne… 8P
Selamını aldım efem. Demin MK’nun ilk bölümünü izledim, daha doğrusu 19 dakika dayanabildim! Korku filmi resmen ya, o ne?!
[Marie Kondo coos.. :'( ]
(O seni çok sevmişti halbuki düşes.. Marie Kondo’yu sevmedin madem, o zaman evine bunlar gelecek: TLC Temizlik Bağımlıları. (Bu yorumu bir hafta içinde 100 kişiye gönderirsen evin temiz kalacak)
Ooo, bunları seviyorum. Hoarderlar temizlik manyaklarına karşı. İngiliz versiyonu mu bu? Amerikan evlerini görmedim. İstif gazetelerin altında fare ölüleri falan varmış.
Temizlik takıntılı İngilizleri uçağa bindirip pis Amerikalıların yanına götürüyorlar. Gazetelerin altında fare ölüleri, yatak – baza arasında köpüş promosyonları (baldız).
Bağlantıyı kurmam epey zaman aldı ama bu blog girişinden önce bir manyak kadının “Evde en çok sevdiğiniz 30 kitaptan fazlasını tutmayın” gibi bir şey dediğini okumuştum, o manyak kadın buymuş meğer. Benim için bile biraz ağır bu laf.
Hatchards, vs. twitter kaynaklı olması lazım ama şimdilik bulamadım.
30 kitap mı 30 katır mı…
…demiş ama dememiş… Did Marie Kondo Tell People They Could Only Keep Thirty Books at a Time?