Levent, en sağlam bir arkadaşımdır, güzel müzik dinler, iyi filmler izler, Murakami okur, arabadan bilgisayara her konuda sohbet ederiz. Efkar adamıdır, Morphine severiz, ortak zevklerimiz çoktur, ek olarak o caz sever, ben sevmem ama son yıllarda bu konudaki üzerimdeki kötü etkisini de inkâr edemem. Özetle tam bir keyif adamıdır. Levent bu senenin başında puroya başladı.
Açılışı bana epey sert gelen Montecristo’larla yaptı, temelde o minvalde ilerlemekte olup, aralarda deneysel de takılıyor. Geçen haftaların birinde Berlin’e gitmeden sağolsun bana oralardan puro ister miyim diye sordu… Bilenler bilir, bu yours truly puro içmeyi çok sever, Vegafina marka Dominik purolarının hastasıdır (onların da perla klasmanının), İspanya’da iken çok içmişliğim vardı, hala da gittikçe içerim. İspanya dışında pek (hiç) bulamadığımdan Levent’e “Vegafina bulabilirsen süper olur ama yoktur kesin, o yüzden birkaç tane Romeo y Julieta (no.3 , yoksa no.2) güzel olur” dedim.
Levent Berlin seferinden zaferle döndü! 5 Vegafina, bir tane de R&J, etti altı cüce! Bir pazar günü sağolsun teslim aldım arkadaşımdan, pazartesi, salı, çarşamba, perşembe, cuma, 5 günde hasret giderdik Vegafinalarla, pazartesi sabahı da R&J ile hasbıhal ettik, cennet cennet 8).
Sonrasında bu sevincimi bir blogda yazayım, tarihe not düşeyim (bim bam bom / çatlasın düşmanlar…) dedim, başlığı da “Levent ve Altı Cüceler” koyacaktım, geçen yine Leventler’de oturuyorken Levent’e bahsettim, elinde bir Vegafina daha varmış (o ağırına alışık olduğundan Vegafina onu pek açmamış, bir de tadının baş-orta-son aynı olduğunu söyledi, düşününce hak verdim), onu da verdi, toplam cüce sayısını 7’ye tamamladık böylelikle… 8)
Bu tadın baş-orta-son’da değişimi/evrilmesi olayı viskide de var; bizim de Levent’le bir viski maceramız vardır ki, evlere şenlik! 15-16 senelik genel olarak (yani aradaki birkaç istisna göz ardı edilirse) içki içmeme prensibimi geçen yılın sonunda bozmuştum (aferin bana), işte yine bir gün Levent’le oradan buradan konuşuyoruz, konu viskiden açıldı, iyi viski nedir, ne olabilir diye konuşurken, Lagavulin’i önerdim (çok bilirim ya!) yalnız Lagavulin’in Türkiye’deki fiyatıyla Florya’da yalı alınabildiğinden, Almanya dönüşü duty-free’den bir şişe edindik, kapağı heyecanla açtığımızda…. offf offff! O nasıl bir koku, o nasıl bir tat! Meşe odunlarından bir ateş yakın, sonra içinden en kalın odunu alıp, yanmakta iken alkole batırın, öyle bir şey, duman duman duman, is is is… O lagavulin (ya da arkadaş arasındaki tabirle laga lugi, içmediğimiz zamanlarda bile gülmekten gözümüzden yaş getirdi). Uzmanına sorarsanız Lagavulin’in üzerine içki yokmuş, koskoca Ron Swanson da yalan söyleyecek değil ya! Girişte hurma tadı, damakta bilmemne tadı (kayısı?), boğazda bal tadı diyenler (bu noktada, tadım konusunda April Ludgate’i saygıyla anarım) mi ararsın, şişesiyle selfie çekenler mi, bize yaramadı arkadaşım, sana afiyet olsun (ama hakikaten kaç ay boyunca iyi güldük)..
Neyse, işte böyle de güzel bir anım vardı, ne zamandır yazacaktım da, yazdım işte… Güzel bir ‘şey’le bitirelim, kulağımız tatlansın, Falvetti’nin Nabucco’suna modern ve nefis bir yorum..
“O nasıl bir koku, o nasıl bir tat!” deyince ben de sevdiniz sanarak okudum ta ki “bize yaramadı arkadaşım, sana afiyet olsun” kısmına erişene kadar. :))