Oldu epey, Vonnegut’un… — baktım şimdi, 18 Ocak’taki girişte bahsetmişim (Bebek Jane’e ne oldu? (Haberler, havadisler… atlı süvari) başlıklı giriş):
Bir sürü şeyden bahsedecektim, yine unuttum, aklımda bir tek David Lynch’in ‘İkiz Tepeler’e 2016’da tekrardan (ve baştan) başlayacağı haberi kaldı; bir de Bahar’ın müzik/resim blog girişi üzerinden kendi hakkımda yazacaklarım, bir de Kurt Vonnegut’un beni hakikaten sarsan bir mezuniyet konuşması ("How Music Cures Our Ills (and there are lots of them)", Doğu Washington Üniversitesi, Spokane, Wahsington – 17/04/2004 // Bunun çevirisini de aldım (April Yayınları, çev. Algan Sezgintüredi, 2014) ama hiç beğenemedim, o yüzden bir de ben çevirecektim ilgili konuşmayı); Doris Lessing’in "To Room Nineteen"deki hikayeler ve kendimin şimdiki hali hakkında yazacaktım sonra… listeledikçe hatırlıyorum ama sanki bir tane daha vardı. Neyse, işte vardı bir sürü şey, onları da başka bir girişe yazarım, blog benim değil mi a! |
demişim en son, bugün bir kitap (bir ihtimal "anachronism" terimini bulurum diye Fransız Teğmeninin Kadını’na dikkatimi çeken "Postmodernizm ve Sinema" kitabını arıyordum — bunun muhabbetini de Bahar’ın ilgili girişinin yorumlar kısmında bulabilirsiniz) ararken, gene Vonnegut’un çevirisiyle göz göze gelirken hatırladım.
Ben iyi bir insan değilim, kendimi iyi bir insan zannetsem de bazı bazı, değilim (yok ısrar etmeyin, teşekkür ederim, gelmeden önce arkadaşlarla bir şeyler yemiştim). Vonnegut gibi bir adam bile içindeki iyimserliği kaybetmemiş. "İnsanlık bunca yıldır sadece bir güzel düşünce üretebildi, o da ‘affedin’ oldu.." diyor. Hayır, böyle demiyor, doğal olarak daha güzel, daha etkileyici söylüyor (geçen girişte çeviriye o kadar laf etmişiz, şimdi gecenin bu saati mecbur kaldık, iyi mi, böyle olur işte Sururi Efendi..):
(Spokane konuşmasının metnini daha sakin, dingin, çevirmeye yatkın bir günüme bırakıp, şimdi işin kolayına kaçıyor ve doğrudan Dan Wakefield’in sunuşundan ve başka konuşmalardan ilgili yerleri apartıyorum/biraz da kolaj)
Öyle akıllıyım ki, dünyanın sorunu nedir, biliyorum. Herkes savaşlarımız sırasında ve sonrasında ve dünyanın her yanında sürüp giden terör saldırılarında, "Nedir mesele?" diye soruyor.
Mesele, lise öğrencileri ve devlet başkanları dahil hemen herkesin, neredeyse dört bin yıl önce yaşamış Babil Kralı Hammurabi’nin yasalarına boyun eğmesidir. Aynı yasaların yankısını Eski Ahit’te de görebilirsiniz. Peki, hazır mısınız?: "Göze göz; dişe diş." İzlediğiniz bütün kovboy ve gangster filmlerinin kahramanları da dahil, Hammurabi Yasaları’na boyun eğerek yaşayan herkes için verilmiş kati emir, gerçek yahut hayali her türlü zararın intikamının alınması gereğidir. İntikam intikamı, intikamın intikamı, intikamın intikamının intikamını getirir ve bugünün uluslarını binlerce yıl öncesinin barbar kabilelerine bağlayan, kesintisiz bir ölüm ve yıkım zinciri yaratır. Liderlerimizi ya da başka ulusların liderlerini her hakaret veya zarara intikamcı, şiddetli karşılık vermekten hiç caydıramayabiliriz. Bu Televizyon Çağı’nda şovmenliğin, köprüydü, karakoldu, fabrikaydı vesaire patlatarak filmlerle rekavate dalmanın çekiciliğinden uzak duramayacaklardır. Ama hiç değilse şahsi hayatlarımızda,iç dünyamızda hastalıklı eğlenceden, şu ya da bu kişiyle veya bilmem hangi grupla yahut ırk ve ülkeyle hesaplaşma coşkusundan uzaklaşmayı öğrenebiliriz. İşte o zaman, bize karşı işlenen suçları bağışladığımız için kendi suçlarımızın bağışlanmasını dileyebiliriz. Çocuklarımıza ve torunlarımıza aynını öğretebiliriz, böylece onlar da kimseye tehdir oluşturmazlar. Tamam? Amin. Merhamet göstermek, şimdiye dek aklımıza gelen tek iyi fikir gibi görünüyor bana. Belki günün birinde bir başka iyi fikir daha gelir aklımıza, o zaman iki iyi fikrimiz olur. ——————- Vonnegut dönemin, gençlik kültüründe dişe dokunur hiçbir şey bulamayan yetişkinlerinden değildi. "Sanatçının işlevi, insanların hayattan daha fazla hoşlanmalarını sağlamaktır," yazmıştı ve "peki, bunu yapanı gördünüz mü?" sorusuna, "Evet, the Beatles," yanıtını vermişti. |
Emir sever Vonnegut’u, benim de ondan öğrenmişliğim vardır. Geçen gün de Emir’le yazıştık, oh ne güzel, ilaç gibi geldi. Neyse, ne diyordum, evet, ben pek iyi bir insan sayılmam. Başka ne diyecektim? Doris Lessing ODTÜ’de şimdi, ondan ilgili kısmı alıntılayamam (ama The Temptation of Jack Orkney seçkisine kıyaslayınca, To Room Nineteen çok sönük kaldı hakikaten), ah, Bahar, Resim/Müzik:
(geç oldu ama hiç olmayacak bu gidişle, o yüzden iki kalem yazıp çizivereyim)
Kendimi ne zaman anket vs. okuyor bulsam, hemen ben de kendimce cevaplamak isterim soruları, kendim sorarım, kendim cevaplarım, gül gibi geçinip giderim. Geçenlerde Bahar, müzikle arası iyi olan bir arkadaşından rica etmiş: ona (sanal ortamdan) bir dolu tablo yollayıp, hangi müzikleri hatırlattığını sormuş, o da bir güzel yanıtlamış. Yazının sonunu getiremedim kendime kızgınlığımdan, o derece diyeyim, sebebini de sormayın, kalbinizi kırarım. Zaten geçen gün Turan yüzünden Chinawoman’ın gerçekten de bir bayan olduğunu öğrenip dumurlara uğradım; ben de onun çocuksu naifliğini Tindersticks’in Chocolate’ını dinletip bozguna uğratarak intikamımı aldım (halbuki iyi bir insan olsam "Another Night In"i dinletirdim, misal, değil mi?).
Resim koymak çok mu şart? Dün yılda bir bağlandığım Facebook’a resim bombaladım, içim dışım resim oldu, imgelem imgelem… Kemal de lise mezuniyet partisinden bir dolu resim göndermiş, bir tanesini çok beğendim (very like, thumby up)…
1994, solda Burçin, sağda Kemal, ortada ben(17)
Espanyolca’da (aslında "İspanyolca" derim ama şimdi artistlik yapayım estedim) ‘sueño’ kelimesinin iki anlamı var: biri ‘uyku’; diğeri ise ‘rüya’. Uyumak fiili "dormir" (mesela "Uyuyorum" : "Duermo"). "Uykum var" için "tengo sueño" diyorlar, buradaki "tengo", "tener" fiilinin 1. tekil şahsa çekilmiş hali, anlamı da İngilizce’deki "to have" yani "sahip olmak", yani neredeyse Türkçe’yle birebir anlam çıkıyor: "uykum var". Martin Luther, "Bir hayalim var"ı İspanyolca söylemek isteseydi, "uykum var" zannedilmesin diye, "Tengo un sueño" diyecekti. Gündelik konuşmada "uyku", nesne olarak hemen hiç kullanılmıyor — ya uyuyorsunuz ("dormir"), ya da uykunuz var ("tener sueño"). Hal böyle olunca, ben de İspanyolca’yı aman efendim çok bilince, Goya’nın o lafını ilk gördüğümde "Aklın rüyası canavarlar yaratır" diye algılamıştım, hoşuma da gitmişti. Halbuki aynı şeyi "aklın uykusu canavarlar yaratır" diye okuyunca, anlam ne de çok değişiyor, değil mi! (keşke tek derdimiz bu olsa bu arada!). Ben akıl gibi gerçekçi bir şeyin hayallerinin gerçekdışı şeylere yol açtığını, işte diyalektik, işte taraftar, ying-yang (yok, ying-yang benzetmesi doğru olmadı, geri aldım), gölge/ışık falan filan… Halbuki Bahar ve Bengü ve bütün internet: "aklın uykusu" (yani "lapse of reason", yani "aklın o bir anlık/bir sürelik yokluğu…") olarak algılamışlar, yani kötü bir şey gibi. Bahar’a bunu belirttim, Nerea’ya da bilirkişi olarak danışacağımı da ve kendisine hemen döneceğimi de. Nerea’yla her gün yazışıyoruz, pek de ipucu vermeden sordum, o da benim gibi düşündüğünü gösteren bir yanıt verdi, Bahar’a Nerea’nın da benim gibi düşündüğünü yazmadım, bilmiyorum neden, büyük ihtimalle benim tembelliğimden, bir ihtimal Nerea ile bu konudaki ilerleyen tartışmamızın sonucunda, algı cinsinin (mavi üzerine siyah mı yoksa beyaz üzerine altın mı — şimdi bunu yazdım ya, kesin iki hafta sonra baktığımda ne demek istediğimi unutmuş olup şaşıracağım, o yüzden müsadenizle göndermeyi açık edeyim: http://xkcd.com/1492/ ) – siz hala okuyor musunuz kuzum bunları bu arada? neyse, işte algı cinsinin kişi bazlı su boyası olduğundan falan dem vurduk (yine düşürdüm cümleyi, değil mi?). 8P Ama Goya bizim gibi düşünmemiş zira ileride benim böyle düşüneceğimi bildiğinden, Woody Allen / Marshall MacLuhan misali, açık açık açıklamasını yapmış: "La fantasía abandonada de la razón produce monstruos imposibles: unida con ella es madre de las artes y origen de las maravillas." bu da bana kapak olmuş ("La fantasia abandonada de la razón…" : "Aklın terk ettiği hayal…"). İşte Bahar, böyle böyle… Bir de üç (4?) hafta İstanbul’dayken Bengü’yü cuma günü 14:00 gibi, o toplantıdayken arayacaktım, üç cumadır ıskalıyorum, ona canım sıkılıyor…
(Bu sefer gerçekten benim, fake’lerime aldanmayın) — Aman Sururi Bey, ne kadar entelsiniz, gözlerimiz kamaştı. Woody / MacLuhan’dan da daha önce bahsetmiştiniz şurada.
Kalbimin kırılmasını göze alarak — Bi de utanmadan açık açık “sonuna kadar okumadım (dinlemedim)” demişsin.
Nedir? “Anısı var” şarkısına mı denk geldin? Beğenmedin mi o yazıyı? Yazar da seni okuyorsa kafası karışmaz mı bu dediğini görünce? Ncık cıkcıkcık…
Aklın uyuması — Merhaba Emre,
İspanyolcasının farklı anlam içerdiğini sen söylemeden önce bilmiyordum. Goya’yla ilgili okuduğum tüm kaynaklar İngilizce olduğu için cümleyi hep “The sleep of reason produces monsters” diye bildim. Üstelik benim okuduğum tüm (İngilizce yazan) sanat tarihçileri bu konuda hemfikir. Bu ilginç bir şey çünkü Türkçe’de böyle bir hemfikirliğe eser isimlerinde rastlayamıyoruz maalesef.
Dahası daha önce bu cümleyi Türkçe’ye nasıl çevirmeliyiz ve Türkçe kaynaklar ne diyor üstüne bir tartışmaya katılmıştım ama orada bile İspanyolcasındaki belirttiğin nokta konuşulmamıştı. Düzenin İngilizce dönmesinin etkisini ilk kez bu kadar net hissettim 🙂
Senin çevirinde Goya romantizmine daha çok yakışan bir şey var. Ancak tüm seriyi ve sanatçının taşlamak istediklerini düşündüğümüzde Goya’nın da aklın uykusunu kastettiğini düşünüyorum. Sanırım hiç sorgulamamamın sebebi de seriyi bütün olarak düşünmemdi.
Tabii tüm bunlar Goya İspanyolca’ya ne kadar hakimdi? Ana dilini bilmiyor olabilir mi? gibi gizli sorular oluşturdu kafamda. Ama sesimi çıkarmıyorum çünkü ressama kıyamıyorum, ne de olsa hukukumuz var.
çok utandım, utanıyorum, ondan yazamıyorum — (ama yazacağım elbet — öyle çok da gizemli buruk aman aman bir şey de değil benimki bu arada, bildiğiniz poz, poser sururi, ne olacak!..)