Not: Akademik hayat, diğer mesleki hayatlar gibi, kendine özgü bir hayat. Bu (geçtiğimiz) sene “Up in the air” beni yerden yere vururken belki de farkında olmadan orada sunulan hayatla akademik hayatın ne kadar da örtüşüyor olduğunu bilinç altımda kavrıyor ve bu nedenle empati overdose’una uğruyordum (ben uydurdum büyük ihtimalle).
Aşağıda, sıcağı sıcağına yazıp, ikinci bir kere okumadan, düzenlemeye girişmeden, en “çiğ” haliyle gönderdiğim taslağı görmektesiniz. Çok vaktiniz varsa, ya da yarın işe giderken otobüste/trende okuyacak bir şey arıyorsanız vs.. o zaman tamam ama aksi takdirde, babanızın oğlu olmadığımdan kelli, beklemenizi salık veririm, iyice düzenleyip ilgili yere koyarım. Bir aydır çok fena bir şekilde yazılması gerekiyordu, bugün ilgili zamanı buldum, hikaye de sağolsun aktı gitti, sonunda bitti, o heyecanla göndereyim dedim (zaten baştan sona Guben Blogger’ın editöründe yazdım, öyle copy/paste durumları olmadı ve bir de ne kadar çok konuşuyorum ben, niçin niçin..)
Buruk bir aşk şeysi
İtalya’daki misafir araştırmacı olarak çalışmamın 3. senesinde, bölüm başkanı beni artık bir misafir olarak değil de, daimi olarak ağırlamayı istediklerini söylediğinde, bana sunulan pozisyonu sevinçle kabul ettim. Yalnız İtalya bürokrasisi ve akademik sıkıntılar bir arada düşünüldüğünde, onların teklifi ve benim akabindeki kabulumden sonra, işe resmi olarak başlamam için 2 sene geçmesi gerekecekti. İstersem bu iki seneyi misafir araştırmacı olarak çalışmaya devam ederek geçirebilirdim ama ben Türkiye’ye dönüp, orada işlerimi toparlama taraftarıydım.
Böylelikle eski üniversiteme döndüm, durumumdan ötürü sözleşmeli olarak işe alındım, ben gittikten sonra benim konumla ilgilenmesi beklenen eski asistanım, yeni yardımcı doçentim Erkan’a püf noktaları göstermeye başladım. Bu arada, İtalya’ya gitmemden önce verdiğim ileri fizik derslerinden tanıdığım öğrencim Hasan lisansı bitirmiş, yüksek lisansa başlamış, kendine danışman arıyordu, benden rica etti, ben de iki sene burada kalacağımı bildiğimden, memnuniyetle kabul ettim, durumumu da ona açık açık belirttim.
Hasan, zeki bir çocuktu ama zekası fazla geldiğinden olsa gerek, gözü hep dışarıdaydı, “köşeyi dönmek” istiyordu hep. Bir şey öğrendiğinde bunu nasıl pazarlayabileceğini düşünürdü; ona göre teorik fizik “tatsız” bir şeydi, “uygulanabilir olmayan şeyler, anlama zahmetine değmez”di. İyi çocuktu ama hep daha fazlasını istiyordu.
İlk senenin sonuna gelmiştik ki, tezi üzerinde çalışırken bir gün “Hocam,” dedi, “ben doktoramı yurt dışında yapmak istiyorum, acaba sizin İtalya’daki üniversiteden bana bir doktora projesi ayarlayabilir misiniz?”. Şimdi ne yalan söyleyeyim, şaşırdım diyemem, doğrusu böyle bir öneriyi beklemiyor değildim. Hasan’a İtalya’daki bölümle bu konuyu konuşacağımı söyledim, birkaç hafta sonra da oradaki pozisyonunun hazır olduğunu.
Böylelikle, aylar geçti, Hasan tezini, ben de hazırlıkları bitirdim, mobilyayı eşyayı dostlara, evi de kiraya verdim, veda ziyaretlerini gerçekleştirdim, İtalya’ya gitmeme bir ay kalmıştı, o bir ayda da şöyle güneye geçip, güzel bir tatil hediyesi vermek istiyordum kendime. Hasan benden 3 hafta evvel İtalya’ya gidecekti, ders programı onu gerektiriyordu, gitmesinden evvelki görüşmemizde bana bir sürpriz, daha doğrusu bir emrivaki yaptı: ofisime yanında bir kızla çıkageldi, kız arkadaşıymış, adı Ayşegül. Niyetleri ciddiymiş, Ayşegül de bu hafta tezini savunup, bitiriyormuş yüksek lisansı, aman ne olur ona da İtalya’da bir doktora programında yer bulabilir miymişim?
Bu noktada, bir parantez açıp, konuyu analiz etmek, sizleri de sandığınız kadar safdil biri olmadığıma inandırmak istiyorum: Tamam, Hasan emrivaki yapmasına yapmıştı, ama kötü bir şey miydi istediği? Belki normal şartlar altında Ayşegül için İtalya’daki üniversite ile bağlantı kurmazdım, ne de olsa hem bizim alanda pek kullanılmayan bir deney metodu üzerine ihtisas yapmıştı, hem de doğrusu not ortalaması öyle pek yüksek değildi. Ama bütün bunlar çok mu önemliydi iki gencin taptaze, saf aşkı karşısında? Sonuçta, Ayşegül’e çaktırmadan, Hasan’a o pek iyi bildiği bakışlarımdan birini atıp onun sonradan söylediği üzere “kanını dondurduktan” sonra, “bir bakalım, bakalım” dedim.
İtalya’dakiler bu sefer benden gelen bu emrivakiyi doğal olarak pek de neşeyle karşılamasalar da, sağolsunlar ellerinden geleni yapıp, bir burs daha temin ettiler. Pek söylemekten hoşnut olmasam da, konsolosluktan arkadaşım Marcello’nun da yardımlarıyla, Ayşegül’ün işlemleri hızla tamamlandı. Güneyde tatil planımı iptal edip, kalan sürede Ayşegül’e bizim konuda yoğunlaştırılmış bir kurs verdim.
Ters kutupların birbirini çektiğine hep inanırım: Hasan ne kadar girişkense, Ayşegül de o kadar çekingendi. Sakin bir kızdı, her şeyi içine atar, ağzından kerpetenle laf alırdınız. Hasan tembeldi ama zekiydi, şöyle bir kulak kabartması konuyu kavramasına yetiyordu. Ayşegül onun kadar keskin bir zekaya sahip olmasa da, sebatla çalışmasının karşılığını alıyordu.
Bir ay sonra, Ayşegül’le, İtalya’ya giden uçağımızda oturmaktaydık. Bizi havaalanında Hasan karşıladı. Orada geçirdiği süre zarfında bölümdekilerle kaynaşmış, İtalyanca’sını ilerletmiş, epey iyi koşullarda bir ev bile tutmuştu. Bizi almaya bölümden bir arkadaşından ödünç aldığı arabayla geldi, beni üniversitenin misafirhanesine bıraktıktan sonra, yeni evlerine yollandılar.
Ertesi gün iki yıldır görmediğim “yeni” bölümüme yerleştim. Eski dostlarla merhabalaştıktan sonra, bölüm başkanı olan Rudolfo’dan can sıkıcı haber geldi: dahil olduğum grup üç yeni kişi için oldukça kalabalıktı, bu yüzden öğrencilerden birini yan gruba kaydıracaktım.
Bu noktada işte ikinci parantezi de açıyorum – şimdi, her ne kadar beni yeni üniversitede tanıyor olsalar da, yine de pozisyonumdaki değişiklikten ötürü soru işaretleri barındırıyor olabilirlerdi, bu yüzden çok dikkatli olmalı, bu konuda doğru kararı vermeliydim. Ayşegül’ün yetenekleri hakkında tam bir öngörüye sahip değildim. Ayrıca, Hasan’ın yeni konulara kolay adapte olabileceğini biliyordum ama doğrusu Ayşegül şu bir aylık çalışmamızın başlarında biraz bocalamıştı, şimdi ondan hem de tamamıyla yabancı bir ortamda bütün bunlara benzer yeni bir süreçten geçmesini istemek pek de sağlıklı olmayacaktı. Hal böyle olunca, asıl öğrencimin Hasan olmasına karşın, Ayşegül’ü bizim grupta tutmaya karar verdim, ertesi gün de gençlere bu konuyu açtım, onlar da durumu bir müddet aralarında görüştükten sonra bana hak verdiler. Böylelikle Hasan simülasyoncuların yanına gitti, Ayşegül de benimle kalıp, teorik uygulama ve metod geliştirme konusunda çalıştı.
Her ne kadar dağınık bir insan olsam da, iş tez öğrencilerime gelince işi sıkı tutarım. Şimdiye kadar bir tek öğrencimin bile, bırakın tezi tamamlamamayı, bitirmek için tanınan normal süreyi bir ay olsun geçirdiği olmadı. Bu açıdan sık sık önce eğitmen, sonra bilim adamı olduğumu düşünürüm. Herkes böyle olmak zorunda mıdır peki, tabii ki değildir. Hasan’ın yeni grubundaki danışmanı mesela, bu kafada değildi. Disiplinli olmadığından ötürü, Hasan da kendisini sıkıştıran birinin yokluğunda tezini serdikçe serdi, en sonunda aklı yine “köşeyi dönmeye” kaydı, o sırada onun grubundaki hocalardan biri de bir yazılım şirketi açmaya karar verince iyice akademik hayattan koptu. Her zamanki işbitiriciliğiyle başlarda ne zaman onu uyarmaya kalkışsam bana merak etmememi, biraz süresi uzasa da tezini eninde sonunda bitireceğini söylüyordu, ama tabii ki akıbeti ikimiz de biliyorduk, o kabule yanaşmıyordu pek. Sonuçta üniversiteye gelişi giderek seyrekleşti, o sırada patlayan internet uygulamaları sayesinde iyi de bir dalga yakalayıp şirketlerini epey geliştirdiler.
Bu arada Ayşegül bizim konuyu epey iyi kavradı, epey özgün ve başarılı metodlar geliştirip kendini kanıtladı. Doktora eğitimi sırasında yarı-zamanlı olarak Hasanların şirketinde çalışıyordu, tezini verip mezun olmasıyla birlikte de tam zamanlı olarak çalışmaya başladı (bu noktada Hasan’dan gelen “Hocam, bana tezi bitirmedim diye kızıyorsunuz ama Ayşegül bitirdi, yine aynı işi yapıyoruz işte” salvolarına değinmeyeceğim). İşte Ayşegül tam zamanlı çalışmaya başladı ya, zaten ne olduysa ondan sonra oldu.
Hasanların şirket, işler yoğun olduğu zamanlarda, kendi grupları başta olmak üzere bölümdeki doktora öğrencilerini dışarıdan çalıştırarak yardım alıyordu. İşte bir gün, bu doktora öğrencileri arasından bir kız, Lucia, işi yapmasına ek olarak, Hasan’ın da gönlünü çaldı. Detayları doğal olarak bilmiyorum. Ama bir gün ben Ayşegül’e Hasan’a iletmesi için birtakım notlar verdiğimde, bütün mahcubiyetiyle artık birlikte oturmadıklarını, işte de fazla görüşmediklerini söyledi. Pek bir şey anlamadım ama bir şeylerin ters gittiği barizdi tabii. Ertesi gün Hasan’ı arayıp yanıma çağırdığımda ondan da Lucia ile yeni hayatı üzerine bilgileri edindim.
Bir üçüncü parantez de burada gerekiyor: Aşk, ne kadar evcilleştirdiğinizi düşünürseniz düşünün, aslında her zaman için vahşi bir şeydir. Öyle çılgın bir aşk mazim olmadıysa da, bunu bilecek kadar acı çektiğimi itiraf etmeliyim. Hasan korkunç bir insan mıydı, büyük bir kötülük mü yapmıştı? Hayır. Bir insan diğerine duyduğu tutkuyu bir gün yitirebilir, bunu bildiği halde öyle değilmiş gibi yapması kötülük olurdu ki, o da bunu Ayşegül’e duyduğu saygıdan ötürü yapamamıştı. Lucia “yuva yıkan kötü kadın” mıydı? Tabii ki hayır. Onlar gençtiler ve insan gençken kalbinin sesini dinlemeyecekse ya ne zaman dinler? Ayşegül’e haksızlık yapılmış mıydı? Ayşegül’ün haksızlığa uğradığı söylenebilirdi belki ama bu haksızlık, yapılmış bir şey değildi, ortaya çıkan bir sonuçtu.
Hasan’dan, en kısa süre zarfında Ayşegül’le arasındaki iletişimsizliği gidermesini rica ettim. Öylesi bir birliktelikten sonra belki dost kalmak zordu ama denemeliydiler ve ilk adımı ve ikinci adımı ve başlangıçtaki pek çok adımı atmak, köprüleri onarmak Hasan’a düşüyordu, söz vermeliydi.
Şaşırtıcı olsa da, Hasan bunu yapmayı başardı. Bunda tabii ki Ayşegül’ün anlayışlı ve sakin (ve biraz da kaderci) mizacının büyük katkısı olsa da, Hasan da kendinden beklenmeyecek (en azından benim beklemediğim) bir olgunluk gösterdi.
Bu anlattıklarım 5 sene evvel yaşandı, bu sene, üçümüzün de kalıcı olarak İtalya’ya gelişimizin dokuzuncu yılı. Ayşegül, bir kitapçıda tanıştığı, Stefano adında mimar bir oğlanla evlendi, 2 yaşında Damla Maria adında bir kızları var. Hasan hala Lucia ile birlikte, evlendiler mi bilmiyorum ama herhalde öyle bir şey olsa nikahlarına davet ederlerdi.
Bu aralar, bölümde kullandığımız programları parallelleştirmekle uğraşıyoruz, programcılar olarak da “dışarıdan” Hasanların şirketine verdik bu işi. Az evvel onlarla toplantıdaydık da, oradan geldi bütün bunlar aklıma. Ayşegül hala Hasanların şirkette çalışıyor, bana soracak olursanız da hala Hasan’a aşık. Sonuçta aşk vahşi bir şeydir. Eksik oldu, düzeltiyorum: Aşk vahşi ya da buruk bir şeydir.
Emre Sururi,
3 Ocak 2011,
Bilbao.
Resim ve MSE — MSE harfleriyle elektronik firmasını kastetmiyorsunuz heralde; tahmin yürütelim mi? 🙂 Alttaki resme de bakarak?..
MSE — Materials Science & Engineering tabii ki de, ne olacakti ya?
M, Turan’in M’si,
S, Serkan,
E de Cesim..
“Neyse, saka bir yana,” Eki de sormustu, bu yorumdan sonra ona da mektupta bildirecegim uzere, hikaye epey buruk ve bir o kadar da gercek (ne yazik ki?). Kahramanlari Turk degiller, Ispanya’da yasiyorlar. (“…o gunden beri pek cok kez ele gecirilmeye calisildiysa da, her seferinde kurtulmayi basardi. Dunyanin 76 ulkesinde halen Interpol tarafindan aranmakta.
Turan B. kendini derse verip inek oldu, kendisinden bir daha haber alinamadi.
Ece T. yazmayi ogrendi, annesi ve babasi okumayi ogrenecegi gunu de iple cekiyorlar.
Emre T. ile Bengu Y.T. gecen aksam Inglorious Basterds ile The American’i izlediler, ilkini cok begendiler, ikincisini hic begenmediler. Bol miktarda abur-cubur tukettiler, yetmedi, Efelerin onlara getirdigi fondu setinde cikolata eritip, cilek ve marshmallowlari sise takip luplettiler…
Bu yorum gercek olaylara dayanmaktadir.