Önceden çok film seyrederdim. Ben. Sonra Bengü’yle -eskisi kadar çok olmasa da- yine de hayli film seyretmelerde bulunduk. Biz. Ondan sonra Ece doğdu, zaman doldu, bir filmin giriş-gelişme-sonuç kısmı uzun zamana yayılınca tadı kalmadı, her seferinde bu kim, bu ne yapıyor derdine girmemek için, kendimizi dizilere vurduk, öylece de kaldık. Biz, üçümüz.
Bildiğiniz -ya da ne mutlu ki bilmediğinizse eğer- üzere, Amerika’da emekçi dizi yazarları sınıfı ekmek kavgasında haklarını aramak üzere kahpe oligarşiye karşı grev ilan ettiler, o sırada dünya tabii ki sekteye uğradı, ne yapacağımızı bilemez olduk, birlik beraberlik yerine kaos ve anarşiye bıraktı.
Biz de (taze) dizisiz kalınca, bir müddet alternatiflerle idare ettik, işte bildiğiniz üzere, Psych’a geçiş yaptık, beğendik ama yedik onu bitirdik, aralarda Northern Exposure ilaç gibi geldi, benim Numb3rs’la bir takım çapkınlıklarım oldu, vesaire… Nihayetinde, diyeceğim odur ki, olan dizileri de tüketip, mecburen yüzümüzü sinemaya çevirdik.
MirrorMask – Darjeeling Limited ve No Country For Old Men’i yazmıştım zati, şimdi listeyi kronolojik olarak güncelleyelim: Juno; Interstate 60; Once; A Praire Home Company. Madde madde yazınca pratik oluyor, o halde buyurun bakalım:
- Juno : Filmi ilk olarak birkaç ay önce, buradaki bir hocadan duydum. O sıralar Rotterdam Film Festivali vardı (ama sonradan anlaşıldı ki filmle Rotterdam Film Festivali arasında bir ilgi yoktu) ve bu sebepten dolayı ben bu filmi a) “sanat” filmi ve konusu itibarı ile de b) İngiliz filmi olarak algılamış idim. Hocanın söyledikleri arasında filme en ilgimi çeken şey, sömürüye hayli açık bir konunun hiç de öyle ağlak muhabbeti yapmadan, handiyse eğlenceli, güle oynaya bir şekilde çekilmiş olması oldu. Daha önce de kırk defa söyledim, bir filmdeki karakterler kendilerine acımıyorlarsa, başımın üzerinde yerleri var (bkz: Kaurismäki, ve “Slav”lar üzerine bu konuda yazdığım ibretlik yazım). Juno da hayli tatlı, normal şeyleri normal gelmeyecek kadar normal anlatan bir filmdi. Ayrıca Allison Janney adındaki bayanla da hayranlıkla tanışmış olduk bu sayede.
- Interstate 60 : Gürer sayesinde haberim oldu. Bob Gale, Back to the future co-writer, bunda yazan yönetmen. Biraz geçkin bir WoZ(ardoz), hiç olmamış yol hikayesi, “fuck”lı naiflik. Ama Gary Oldman sürprizi var, film eğer Gaiman’ı bilmiyorsanız ve daha önemlisi Tim Burton’ın Big Fish’ini izlemediyseniz daha güzel olur. Güzel bir pazar sabahı seyirliği. JAmes Marsden Cyclops olmadan evvel ama yüzü çok güzel, daha eblek olasıymış (mesela Ted Mosby).
- Once : Once… Ah Once. Kekliğime veriniz, bu filmden bir şekilde haberim olmuştu epey önce ama zamandan beridir küçük bağımsız bir yapım zannedegeliyordum (ki öyle tabii biraz da). Neyse, işte bu dizi kıtlığında aklıma geldi tekrardan, gittik edindik, çok beğendik. Sonu itibarı ile – neyse spoiler olur ama işte amaaaan, olursa olsun Lost in Translation ile ilginç bir şekilde Duvara Karşı’yı getirdi benim aklıma. Film olarak da, kalbimizde apayrı bir yeri olan Before Sunrise’ın gölgesinde bir yere koyduk kendilerini. Bu film de, o film de karakterleri itibarıyla içinizin ısındığı, kanınızın kaynadığı filmler… Sanki oyuncuları arkadaşlık mertebesinde tanıyormuşsunuz da, şöyle bir film çekelim deyip, doğaçlama / belgesel tadında takılmışlar. Bize de keyiflice izlemek düşmüş. Ayrıca, şu Oscar törenindeki yarım kalıp sonrasında tamamlanan konuşma olayı da tuz biber. Maşallah diyelim. Zaten Hansard ile Irglová birliktelermiş filmden sonra gerçek hayatta, Allah tadlarını bozmasın.
- A Praire Home Companion : Ummadık taş baş yardı. Robert Altman’a öyle büyük bir düşkünlüğümüz yoktur (M.A.S.H. onun muydu – bakayım… evet, onunmuş), Raymond Carver’ı ki, o kadar severiz ailecek, Short Cuts filmine iki-üç kere başladık, hiçbirinde tamamlayamadık (halbuki film kötü de değil ama bir de Voksne Mennesker’de başımıza geldi bu başlayıp başlayıp tamamlayamama durumu). A Home Praire, radyo kültürüne bunca uzak oluşumuza rağmen, bizi “ekran başına kilitledi”. Çok candan ve sıcak olmuş, işte yine Robert Altman’dan dengeli karakter dağılımı dersleri var, sonrasında araştırdım işte gerçek versiyonunu filan, filmden aldığım zevk bir kat daha arttı. Ve bir de not, Bengü’ye de söyledim, klasik müzikte nasıl ki, en “popüler” olanlar en usta, en iyi olanlarsa, arada sırada sinemada da böyle örneklere rastlıyorsunuz. Meryl Streep ya! Sırf bunca ünlü olduğu için kötü olacağını düşünüyorsunuz ama müthiş sayın seyirciler. Bir de Brad Pitt’te böyle bir yanılgıya kapılmıştım da, ilkin 12 Monkeys’de, ardından Fight Club’da ağzımın payını vermişti.
Yani diyeceğim odur ki sevgili okur, çok uzun bir aradan sonra epey bir film seyrettik, iyi de ettik.
Ah, bir de şunu keşfettim: Independent Spirit Award; ilgili bağlantıdaki listelere bir göz atın derim.
altman demişken — yahu geçen gün hazır giyim vardı, içim kıyıldı içim… bir sektöre küfretmek için o kadar pelikül harcanır mı, rahmetli de yaşlılığında hafiften zıbıtmış diye düşündüm… neyse…