ya da gelin hafta başınızı beraber planlayalım
ya da bunları bunları yaptım, bunları bunları gördüm, bunları bunları dinledim..
ya da “fill in the blanks!”
Adım 1: Gidin artık eski kasetlerinizden mi bulur çıkartırsınız (ki o kadar da eski değil, sadece 12 SENELİK!), internetten mi indirirsiniz, bulun bakalım Alanis Morisette – Jagged Little Pill, başlayın bakalım Head over Feet’e… Hatta, durun, eşlik etmek için sözlerini de alıntılayayım buraya, bkz. Fig. A:
Head over Feet / Alanis Morissette (Jagged Little Pill)
I had no choice but to hear you You treat me like I’m a princess (chorus) Your love is thick and it swallowed me whole (repeat chorus) You are the bearer of unconditional things You’re the best listener that I’ve ever met I’ve never felt this healthy before |
Cuma günüydü sanırım, eve erken geldim, Bengü’yle oturup, Ece’yle oynarken Radyo ODTÜ’de çaldılar. Bununla birlikte bir dolu eski şarkıyı daha, güzel oldu. Sonra ertesi gün senelerdir görmediğim (oturup hesapladık minimum 7 sene ama rahat bir 9 çıkar) Taylan’la karşılaştık ailecek Kuğulu Park’ı gezerken. Taylan da büyümüş (biliyorum, yazınca absürd oluyor ama insan bunca sene görmediği için hep en son gördüğü haliyle kalıyor diğerinin dimağında). Ona “birkaç hafta evvel blog’umda senden bahsettim” dedim, şimdi kontrol ettim taa Aralık’ta bahsetmişim. Pilot olacakmış, 14 aydır da Ankara’da eğitim alıyormuş. Emir’in, Bera’nın kulaklarını çınlattık. Taylan, önceden de yazdığım üzere benim müzik dinleyicisi idolumdu, merakla sordum “şimdi ne dinliyorsun?” diye de, “Jazz” dedi, iliklerime kadar irkildim, Allah sonumu hayır eylesin… 8) Cumartesi gününün sonrasında Barış’la Hülya Teyze ziyaretimize geldiler (ziyaretimize diyorsam, nezaketten öyle diyorum, sonuçta “biz”i değil, Ece Hanımefendi’yi görmeye geldiklerini hem cümle alem biliyor, hem kendileri de gizlemiyorlar 8) Biz Barış’la Ece’nin xylophonelarında coştuk. Argh! Ne kadar entel duruyor ‘xylophone’ diye yazınca! . Şimdi, daha doğrusu az evvel, Taylan’la çektirdiğimiz fotoğrafı gsm’den bluetooth vasıtasıyla laptop’a aktarmak üzere Barış’ın odaya indim. Bölümümüzün en geek’leri olarak, bu basit işlemi yerine getirebilmek için 15 dakika kadar uğraştıktan sonra, harbi harbi yaşlandığımızı anladık – teknoloji artık bize -3 penaltı ile geliyor, zarlarımızı ona göre atmak lazım.
Geçen hafta bir de güzel güzel Paris Je T’aime izledik Serkan sayesinde. Yani, anlayacağınız, sonunda Tom Tykwer’in True’suna kavuşabildim -kaldı ki (Kar Wai Wong vasıtasıyla tanışıp sevdiğimiz bir abimiz olan Christopher Doyle’unkini saymazsak) en az anladığım film oldu. Müzikleri güzeldi ama (yine Serkan sağolsun, müzikleri iki haftadır dinlemekteydim filmi seyrettiğimde). Serkan, Ben ve Turan (Turan Ankara’ya gelmiş idi kısa bir süreliğine), geçen salı Tömbeki’de buluştuk bir güzel lafladık (Eylül 2005 tarihli bu Tömbeki resminde Serkan en sağda, Turan onun hemen solunda, Andy Garcia gibi çıkmış olan şahsiyet bizi bu son seferki toplantıda eken Cesim’in ta kendisi, başını eğmiş olan arkadaşsa Murat -ki çoktandır görüşemedik onunla- kaldı ki arka planda yer alan Neverland Çocuk Kitabevi ne yazık ki borçlarından ötürü kapanıyor).
Pazar günü, yani dün, ATO’da Ebru, Tezhip ve Hat sergisi vardı, ondan da komşumuz Müzeyyen Hanım sayesinde haberdar olduk (Müzeyyen Hanım’ın da eserleri sergileniyordu). Gayet güzel eserler vardı, fiyatlar doğal olarak epey yüksekti ama 2.5 YTL’ye alabileceğiniz ebru ve tezhip’ten yapılmış çok güzel kitap ayraçları da mevcuttu.. Oradan çıkıyorduk ki, Barış aradı, onlara yakın olduğumuzu öğrenince de bizi davet ettiler, güzel bir akşam üstü geçirdik: Hülya Teyze çiğ börek yapmıştı, çoktandır yememiştim (İstanbul’dayken Şehremini’de bir yere giderdik çiğ börek yemeye, hamamın orada yer alır, annem de çok güzel yapar ama bir yerden sonra insanın yediklerine dikkat etmesi gerektiğinden, annemden artık yapmamasını rica etmek zorunda kalmıştım), Barış’ın yeni cicisi PS3’le oynadık güzel güzel, kız da Hülya Babaannesi ile daha da bir hasret giderdi (bir ara Ece topacı izlerken, onun hareketlerini taklit etmiş, kaçırdım ne yazık ki). Barışlar’dan çıkmış, eve dönüyorduk ki, Armada’nın oradan geçerken Şibe aradı, bizim evin yakınlarındalarmış Leventlerle, müsaitsek gelmek istiyorlardı, başımızın üzerine dedik, biz eve girdikten biraz sonra da onlar geldi. İşin komiği şu ki, Bengü, Şibe, Levent ve Hamiyet Gazi Mimarlık mezunu. Bengü ve Hamiyet -son iki dönemdir pek ilgilenemeseler de- sırasıyla master ve doktoralarını aynı hocadan yapıyorlar. Şibe de yüksek lisans tezini nihayet geçen sene verdi. Peki onların hocalarını en sıklıkla kim görüyor? Cevap: ODTÜ Fizik bölümünde doktorasını yapmakta olan bir arkadaş! 8) “Nasıl yani?” demeyin, oluyor işte.
Neyse, anlayacağınız dolu dolu bir haftaydı, yazayım da, unutmayayım istedim, evet biliyorum çok kişisel oldu, çoktandır “sosyal içerikli” yazmıyorum, vs.. A, sosyal içerik dedim de aklıma geldi: Barış sağolsun, The Razor’s Edge’in Bill Murray’li versiyonunu edindim sayesinde. Şimdi hani birkaç blog önce yazmıştım, işte Murray çok istedi bunu filme aktarmayı, yok şöyle idealist böyle idealist… Filmi rasgele bir yerden açtım, kontrol için, Larry ile Isabel’in Paris’te nişanı bozuş sahnesi çıktı, meşhur otel sahnesi. Daha fazla spoil etmemek için detaya girmeyeceğim ama anlayamadığım şey şu: neden bir insan sevdiği bir yazarın sevdiği bir romanını sinemaya aktarırken, eseri değiştirir? Bu hakkı nereden alır? Eğer bu kadar iyi biliyorsa neden oturup kendisi başka bir roman yazmaz? O romanı okumuş ve aslına bakarsanız daha da önemli olarak okumamış insanları aptal yerine koymanın ta kendisi böyle bir edim. “Siz öyle anlamazdınız, bakın ben size daha bir böyle böyle yaptım.” ya da “yazar o noktada böyle demiş ama bence böyle böyle demeliydi, daha iyi oluyor.” Arkadaşım, kimsin ya sen? (anti-)Disney filmi mi çekiyorsun? Bırak dağınık kalsın, sen daha hamken de vardı o eser. Tamam, gider yazarıyla görüşürsün, fikrini alır, öyle geliştirirsin, ona bir şey diyemem (bkz. Fight Club ve Fincher & Palahniuk), ama ölmüş adamı mezarında zıplatmanın ne alemi var?
bkz. — http://www.tdk.gov.tr diyor ki:
“ksilofon
isim, müzik (ksilôfon) Fransızca xylophone
Değişik sayıda akortlu tahta veya metal çubukların gam sırasıyla dizilmesinden oluşan, iki değnekle vurularak çalınan bir çalgı.”
Selofon dediğin zaman da bütün oyuncakçılar anlıyor. O kadar entel olmaya gerek yok yani:)
Yani, — O kadar film izlemiş insansınız, çözememişiniz olayı, eshefle kınardım ama eshef beyi tanımam.
Nadide güzellikte, ve hatta bizi bizden alan bir roman vardır piyasada, pek bir severiz, her bir olayda alıntı yapıp etrafımızın bön bön bakmasını sağlamak ayrı bir keyif verir bize.
Bir de bizim gibisinden kitabı seven, ama Holywood emekçisi bir eşleniğimiz vardır, meslek icabı “Hadi şunu bir çektirtivereyim” der.
Tabi birinci olay (kitabın yazılması) ve ikinci düşünce (çektirtiverme eylemseli) arasında hallice bir zaman geçmiştir, dolayısı ile iki problem vardır:
1) Sinama emekçimizin “oturturken düşündürmek” ve “mesaj vermek” kaygılarından dolayı halihazırda varolan bir eserin birebir çekilmesi pek de entelik bir davranış olmayacaktır.
(Ha sanatsal olur o ayrı, bkz:Dune, ve iki cd arası “sanatı da pek bolmuş bunun” beklemesi.
2) Kitabı zaten okumuş olan zibil zibil bir kitle mevcuttur, aynı şeyin görsel tekrarını izlemek çekici gelmeyebilir.
3) Emekçimiz bende varım demek istemektedir…
Eee soruyorum size ne olacak bu durumda? Kitapların filmi çekilmeyecek mi? Sinamaya özel mi olacak her metin?
Tabiki değil, işte nacizane reçete 1) (Her kitap için abartmadan kullanınız)
1) Sinamalaştırmaya uygun bir kitap seçiniz,
2) Bu kitabın içinden insanların hafızasında yer edecek, ama değiştirilmesi durumunda durum kurtarılabilecek bir sahne seçiniz
3) Bu sahneyi sanatçı tarafınız izin verdiği kadar şıftırtınız.
4) Şıftırtılan sahneleri (içinizden) referans göstererek “Filmi kitaptan farklı, tekrar yazılmış, değişik yorumlanmış , ferah bir tekrar bakış” gibisinden söylemler öne sürünüz.
Eh şimdi filminiz kar etmeyecek bile olsa entel (kabiliyetinizin) boyunu kanıtlamış oldunuz, hadi yeni maceralara.
(Bir de bunu yazarla birlikte yaptıkları zaman var ki o da başka zamana)
Akşam akşam gıcıkmışım demek ki , bulaşmayın bugün bana.
Soora, dermişimmmm….. — Yahu Emre bey, şu yorumlara da edit koysanız keşke; “Sinama” ne yahu!? Okuyunca içim gıcıklandı kendi yazdığım yazıyı.