Hollandaca’da “gezellig” (hezellihk gibi okunuyor) diye, oldukça tipik, Hollanda spesifik bir kelime (çokça sıfat) var, birbirine benzeyen pek çok anlama geliyor haliyle, öyle tipik olunca; kolay kolay da başka dile çevrilmiyor ama keyifli, konforlu, rahat, sakin bir şey düşünün, işte gezellig o.
Çağımız, bildiğiniz üzere, en süper çağlardan biri değil (hem sonra, hangi çağ adil ki zaten Abidin?) Arendt’in çok ama çok ama çok haklı ve acı bir biçimde adlandırdığı üzere “Kötülüğün Sıradanlığı” (Banality of Evil) çağı. Benden önce Ayfer Tunç söylüyordu, günümüzde kötülüğün nasıl da sıradanlaştığını, artık kitlelerin normal seviyedeki kötülüğe karşı tepkisiz kaldığından, TV dizilerinde (True Detective‘i örnek gösteriyordu) kötülüğü temsilen en uç noktalara gidildiğini (örnek vermiyorum, yeterince uzaklaştım zaten söyleyeceklerimden, tam aksi yönde kaldılar, hatta bu muhabbeti burada keseyim) –nokta.
Eskiden beri mutlu sonla biten filmleri izlerim, bir kitapta karakterler sürünmeye başlarlarsa keser bırakırım. Hobbes’ın Calvin’e dediği gibi, “sanki yaşam yeterince kısa değilmiş gibi!” düsturu uyarınca, gerçek hayat da bir yandan tâbii, ne diye üzerine sıkayım canımı, değil mi ya! O yüzden keyifli şeyleri tercih ederim, tercih ettiğim şeylerin bana keyif vermesini beklerim. Dizilerde de böyle, kipatlarda da böyle. Kimse ölmesin, haydi ölürse de ikincil karakterler olsun, çok canımız sıkılmasın, sonunda da her şey tatlıya bağlansın. Hong Kong’da sanırım böyle bir kanun varmış: filmin sonunda suçlular her zaman yakalanmalı imiş, Internal Affairs’in orijinalinin yurtiçi gösteriminde böyle bir son vardı da, biz filmin ekstralarında görmüştük. Biber de ağlatır (soğan mıydı yoksa o), bize güldüreni lazım.
Neyse, ne diyorduk, işte son zamanlarda yükselen bir karşı-dalga var: iyilik/dostluk/kardeşlik (love, peace and harmony? oh, very nice, very nice, very nice…) Parks and Rec’te biz farkına varmadan maruz kaldık önce, sonra Ted Lasso geldi, kipatlarda da ortaya çıktı — şimdi bunu yazınca, aslında ilk olarak kipatlarda karşılaştığımı ayrımsadım: En favori kipatım Little, Big’de birtakım can sıkıcı gelişmeler olur, ama karakterler bir şekilde/bir yere kadar, “uzuuuuuun bir hikayenin parçası olduklarının” bilincindedirler, çok sıkmazlar canlarını, zaten kötülüğün klimaksında da (Türkçe’ye bak bea!) deus ex machina hallediverir her şeyi. Yani demek istediğim odur ki, rahat, çok da kaygılanmadan okursunuz, kollandığınızı bilir, hissedersiniz her an.
Geçen & bu sene düşük riskli macera kipatları girdi hayatıma, örneğin: Travis Baldree’nin “Legends & Latte”si, duymuş muydunuz? Savaşmaktan sıkılmış bir ork, kendisine bir kafe açıyor fantastik bir setting’de (ya nasıl bir setting olacaktı?). Hence, adı konmuş bir janr: cosy fantasy. Keyifli bir kitap, yormuyor, kasmıyor. Seri çok tutulunca öncülünü (Bookshops & Bonedust) de yazdı, o da, ilki kadar olmasa da, çok fena değil. Sonra Erin Morgenstern’in Night Circus’ı! Mmmmm… Tadı hâlâ damağımda (bunu beğenirseniz, yazarın ikinci kipatı The Starless Sea’ye bayılacaksınız, benden söylemesi). Kötüler çok kötü değil, biraz konuşunca ikna oluyorlar bir şeylere — bu minvalde örneğin A.S. Byatt’ın Possession’ı, hatta, bakın buradan buyurun:
A.S. Byatt’ın yıllardır ihmal ettiğim (bunda üniversitenin ilk senelerinde “Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cin” kipatını okuyup da orada Cevat Çapan’a (aka “The Kirpi”) düzdüğü methiyeler yüzünden bendeki karizmasını hayli çizdirmesi de etkin rol oynar) “Possession”ı (Düşes sağolsun) taptaze bir soluk gibi geldi. Tabii ki aralarda kadın yazarların kipatlarını da okuyorum ama hiçbiri bu kitaptaki kadar kadınsı bir sese sahip değildi: kitabın her harfine sinmiş bir kadın bakış açısı var: nasıl ki çoğu kitaptaki kadınlar “erkek gibi” düşünegeliyor, davranıyorlarsa, bunda da tam tersi (ben mesela sürekli Ash’in LaMotte’ye “yanlış yapacağı” anı -ne mutlu ki!- beyhude bekledim durdum) — aşk meşk bir yana, gerek akademik hayata, gerekse anı/gerçek eksenine hayli güzel saptamalar koyuyor, kötü adamlar kötü değil, herkesin kendince haklı olduğu bir bakış açısı var, sonra bir anda yumruklar konuşmuyor; asıl oğlan kızları peşinden koşturmuyor — gerçi sonunda her şey iyi bitiyor (bu kadar mı olur! dedirtiyor) ama olsun, olacak o kadar kadı kızı. Sevdim yani özetle bu kipatı. Filminden haberim vardı, aklımda Meg Ryan oynuyor diye kalmış ama kipatı okuduktan sonra trailer’ını izledim, meğerse Gwyneth Paltrow’a oynatmışlar Maud rolünü, hakikaten cuk oturmuş (filmi izlemedim, filmlerle aram iyi değil bu aralar).
“kitaplar, kalın kitaplar, patlak kitaplar…” 4 Haziran 2014
Aslına bakarsan ey kâri, Possession süper bir örnek (“spesimen”) olsa da sohbete dair, hayatta da aklıma gelmezdi, Guardian’ın geçen günkü benzer temalı yazısı olmasa idi* (ayrıca bkz. Top 10 cosy crime novels).
Gelelim dizilere, diziler zaten gırla, ama cosy crime dizileri iyice ayyuka çıktı: Only Murders in the Building olsun, bu senenin Bad Monkey‘si (Bad Monkey! Om nom nom! 8) olsun (Mr. and Mrs. Smith de sayılır mı? Bence ¡siiii! (laf aramızda, Slow Horses‘ı dahi ekleyecektim listeye ama durdurdum kendimi)). Bir de, bu sene, nihayet dank etti kafama: Türk halkının (kadınlarının) %90’ı True Crime hastasıymış! Yani True Crime deyince çok artistik oluyor, sanki ille de bir İskandinav ülkesinde geçmesi lazımmış gibi geliyor ama değil işte size Esra Erol, işte size Müge Anlı! Esra Erol polisimizi bir göreve çağırıyor, zaman duruyor. Gerekirse gelip stüdyoda kelepçeliyorlar, adalet yerini buluyor sevgili ekran sleuthlarımız sayesinde (kelimeyi (sleuth) nispeten yeni öğrendim de, çok kullanma fırsatı bulamadığımdan, hazır yerini getirince deyiverdim 8).
Cosy şeylerin (fantasy/crime/hede) tanımını Guardian’ın bahsettiğim makalesi çok güzel yapmış: “her şeye rağmen, her şeyin iyi sonuçlanacağının bilincinde olunması” (gibi bir şey). Evet, birileri ölebiliyor, hatta macera denizden çıkan kopuk bir kolla da başlayabiliyor ama rahat olun, her şey yoluna girecek, bu kadar ciddiye almanın hiç gereği yok – hiçbir şey (incl. yaşam) o kadar ciddiye alınmaya değer değil! kıps kıps 😉
Amerikalılar ‘z’ ile, ben ve İngrişler ‘s’ ile yazmaktaymışız: cozy / cosy deyu (incecikten bir kar yağar Ankara’ya / yağar cosy cosy deyu). Tarçınlı çayımı yudumlayıp bunları yazarken monitörün karşısında, pencereden yağmakta olan karı izliyorum, keyfim yerinde 8)
Alakasız ama şey: Key & Peele‘i severek izliyorum zati (eskidi ama olsun), onlara geçen gün keşfettiğim Chris & Jack katıldı, güzel, tavsiye. Şimdi hani Jordan Peele başarılı korku filmi yönetmeni oldu ya, sonra Fry & Laurie de malum (geçen gün bir Michael Jackson skeçlerine denk geldim ki, leziz, çok güldüm, zaten bu tür absürt komediyi bir bu kırmızı urbalar becerebiliyor!), That Mitchell and Webb Look’un Mitchell’i de çiddi dizilerde semi-çiddi şahsiyet kervanına bu sene katıldı Ludwig ile ya, bakarsınız Chris ve Jack beyefendileri de kaptırırız ama o ama bu şekilde… (zaten bir skeçlerinde doğrudan Jack de Sena’nın Alfred Molina’ya benzerliğini malzeme yapıyorlardı 8) (this just came in: Jack Avatar’ın Sokka’sı imiş ya! Ben şok şok şok!)
Bir sürü şeyden bahsettim, keşke resimler koysaymışım aralara… belki sonra…
* Düşes Austen’ın Persuasion’ının içerilmesine şerh koyacak bence ya, haydi neyse bakalım! 8))
Sonradan ekleme: Yorumlarda yazdım ama önemli, o nedenle buraya da not düşeyim: Parks and Rec & The Good Place’in Michael Schur’un yeni dizisi “A Man on the Inside” leziz bir seyirlik, tavsiye ederim çok. Amca zaten işin cosy tarafında tam bir usta, bu diziyle de zirve yapmış gibi bu konuda, onu yazacaktım asıl bu girişte, nasıl olduysa aklımdan uçup gitmiş. Sonrasında aklıma bir de tabii ki “Ocean’s Twelve” geldi, en sevdiğim keyifli filmlerden, “cosy” tanımı cuk oturuyor ona da! 8)
sevgili sunuhi bey; true crime ameriga’da (ekseriyetle güneylerinde), (iyi anlamda) “halis” crime romanları ise eskandinavyalarda vuku bulur, kgram kargaşasına fırsat vermeyelim.
Pek Sevgili Emre Paşa Bey (maybe baby);
Madem o kadar biliyorsunuz, niye beni asıl konuyu atlayınca uyarmadınız? O yazının varolma nedeninin temelinde Michael Schur’un dizileri (Parks & Rec; Good Place; A Man on the Inside) yatıyordu, Parks’tan başlayıp o yönde ilerlemem gerekirken Ted Lasso’ya sapışımı neden durdurmadınız? Hiç konuşmayın efendim. (Zeki bunu beğenmedi, bir sonraki Paşalar Konseyi’nde dile getirecek).
Özetle (acaba “sonradan edit” olarak mı yazsaydım, belki de hem oraya hem buraya): Bu (o) yazı, Michael Schur’un yeni dizisi “A Man on the Inside”ın ilk bölümünü izlememizin akabinde yazıldı, diziyi de hararetle tavsiye ederim(z). Michael Schur can candır, nihandır dideden, o nedenle bulunuz, izleyiniz. 8)
Bak, bir de tabii ki Ocean’s Twelve vardı, efso! Offf offf, ne çok şey atlamışım. After edit, after edit!..
Sevgili Sunuhi Bey,
Niye şerh koyayım ayol? “Persuasion”a hiç o gözle bakmamıştım ama Guardian’daki ve senin yazdığın tanıma birebir oturuyor. Öyleyse neden olmasın? 😄
Bu arada, düşündüm de, en sevdiğim ikinci Austen romanı olsa da “Persuasion”ı rahatlamak için okumayı düşünmem çünkü kısacık romanda, hakikaten “long suffering” Anne’e öyle şeyler oluyor ki çok daralıyorsun. Yani öyle çok ciddi şeyler değil, çoğu ufak tefek, ama “Ay bu aralar çok sıkıldım, bi Persuasion patlatayım” demem, daha beter eder insanı. Ha, sonunda güzel rahatlıyorsun ama yay fazla geriliyor arada.
Ya şimdi (gidip bakıyorum hemen, 1 sn.) 2011 senesinde bir filmden haberim olmuştu (Die Fälscher (Counterfeiters)) – ben bunu tanıtımına kanıp La Vida es Bella gibi “Toplama kampında geçen komedi”, haydi komedi olmasın da normal bir film diye düşünmüştüm. Toplama kampında geçen normal bir film olabilir mi? Olamaz. Ben de -okumamış olsam da- Persuasion’ı benzer bir şeyden (nereden gelmiş Mrs. Smith’in paracıkları? KÖLELERDEEEEEEENNNN!) ötürü itham etmiştim, ama ucundan değiyormuş anlaşılan. 8)
Senin yazdıklarını okuyunca, benim de aklıma “French Lieutenant’s Woman” geldi: darr darrr darrrr ama güzel kitap, sonunda artık öyle bir seviyeye geliyor ki, her şey önemsizleşiyor! 8)
Ya, “Persuasion”daki bikmemkaçıncıl karakter Mrs. Smith’te pek bir numara yok. Kadın fakirleşmiş, müteveffa kocasının West Indies’de var olup olmadığı belli bile olmayan property’sine bel bağlamış, kuzen Elliot’ı darlamış durmuş. Birkaç cümle. Birkaç cümle de romanın sonunda. (Property gerçekten varmış.) Bence devede kulak, hatta devede pire. Asıl bomba “Mansfield Park”ta. Orada, amcanın tüm serveti kölelerden. Aile de bir tuhaf. O romanda yok yok. 😀
İşte deyyolar ki (internet) Mansfield Park’ın Mansfield’i William Murray‘den geloormuş, yani İngiltere’yi kölecilikten uzak tutan beybiden, Austen ona göz kırpıp, kendi rengini bu şekilde belli ediyormuş (filan). Ben de Persuasion değil miydi o yaw diye ön araştırma (forepray) yaparken rastladım bu küçük fektoide.
Hee, hatta tanışıklıkları da varmış galiba. O dönem, edebiyatta pek bahsedilmiyor böyle şeylerden, Fanny Price’ın eniştesine köleliği sorduğunda ortamda derin bir sessizlik olması bile önemli aslında. Bir de, yeni öğrendim, abolitionist (sanki yanlış yazdım ama…) amcalar bu konuyu kadınların tartışmasını uygun bulmuyormuş. Köleler ikinci sınıf insan değildüür! Ama kadınlar öyledüüür! 😀