Günler, günler…

Geçen haftadan beri tatil yapmak için geldiğimiz Artur’dayız. Küresel ısınmanın iyi yanları da var: deniz korkmadan girilebilecek kadar sıcak (Artur’un buzul denizini bilenler bilir). Buradayken üniversite yerleştirme sonuçları açıklandı, bugün de kayıt işlemlerini hallettik: Ece artık resmen Bilkent’li oldu 8)

Geçen gün Faye Dunaway demiştim ya, hâlâ hayattaymış (Allah uzun ömür versin), belgeselini çekmişler, internetten, Guardian’ın dün çıkan incelemesinden öğrendim. İnternet çok güzel bir şey. Dün Ece ile marketten dönerken kediler gördük, şimdi hatırlamıyorum ne yapıyorlardı ama benim aklıma vaktiyle okumuş olduğum güzel bir kedi hikayesini getirdi “Gaiman mıydı, yoksa Crowley’nin Little, Big’i miydi, bilemiyorum ama şöyle bir şeydi aklımda kaldığı kadarıyla…” diyerek anlattım Ece’ye; akşam olunca da internetten arattım, meşhur “King of Cats” hikayesi imiş, hatta ondan daha önce burada da bahsetmişim. Akşam işte onu ararken, vaktiyle -ve tabii ki Kant’ın o cânım lafını ararkendir büyük ihtimalle- karşılaşıp çok sevdiğim ama sonrasında unutageldiğim pek bir entelektüel The Crooked Timber sitesinde rastladım. İlgili yazıda -ki gerçekten çok güzel bir yazı-, bu hikayeye (Crowley’ninmiş ama Little, Big’de değil de, kasıp bayıp bıraktığım Aegypt üçlemesinin ilk kipatı olan The Solitudes’daymış) Susanna Clarke’nin ailecek hastası olduğumuz “Jonathan Strange & Mr. Norrell” romanını incelerken değinmişler. Güzellikler burada da bitmedi, aynı yazıda Gaiman’ın kipat için yazdığı methiyede Hope Mirrlees’in “Lud-in-the-mist”i de geçiyor, artık okumak lazım oldu o kipatı da.

Ben çocukken babam çok çizgi roman okurdu (dayılarım da okurdu — yani çizgi romanlara erişimim gani ganiydi). Onların arasında Martin Mystere: Atlantis’in iki hikayesi (diğer hikayelerinin pek çoğunu da hâlâ hatırlıyor olsam da, bu ikisi ön plana çıkıyor) beni çok etkilemişti: bir tanesinde şeffaf bir kedi ve üç gözlü bir adam vardı, bir teyze Martin ve Java’ya dert yanıyordu ve anlatısının sonunda şöyle deyip yok oluyordu: “Acele etmelisiniz çünkü o beni de öldürdü.” Diğerinde ise Alice Harikalar diyarında gibi bir setting’de Martin Mystere pelikan kafalarıyla kriket oynuyordu. Gelmeden önce bunlar aklıma geldi, internet sağolsun biraz aramanın ardından bana bu iki hikayeyi de sundu: birincisi serinin 26 numaralı kipatı olan “Cam Küre”, diğeri de 32 numaralı “Cinler Ülkesi” imiş. Cinler Ülkesi macerası Little, Big ile Lud-in-the-mist’le dirsek temasında.

Martin Mystere: Cam Küre (#26)
Martin Mystere: Cinler Ülkesi (#32)

Akşam, arka bahçedeki masamızın üzerini kendisine yatak ilan etmiş arsız kediyi korkutmak amacıyla yakınına hortumla su sıkıp, sonra suyu kapatıp geri sardım. Suyu kapatamamışım ve doğruca ayakkabım ile ona bir şey olursa diye her ihtimale karşı yedek olarak getirdiğim diğer ayakkabılarım bu münsabetle sırılsıklam olmuşlar. Yemeğe, Kaymakam Çam’ına terlikle gittim, yazlık yerde derdim bu olsun ama yarın da sabah erkenden Altınoluk & Çanakkale yapacağız, neyse, derdim bu olsun çok şükür!.. (ertesi gün (20 Ağustos Salı) notu: sabahına ayakkabılar kurumamıştı, Çanakkale sokaklarını terliklerimle arşınladım… grrrr!..)

Geçtiğimiz bayramı fırsat bilip geldiğimizde Ekin ile karşılaşmıştık, bu gelişimizde de Emrenler’le karşılaştık, süper oldu!

Geçtiğimiz dönem ne zamandır yapmış olup da bekleyen işleri “kaleme almak” için bölümden az ders yükü rica etmiş, onlar da beni kırmamışlardı sağolsunlar. Buradayken iki makaleye kabul geldi, üçüncüsü de yolda (ah bir de şu 3mE labını kurmak için almış olduğum projeyi kapatabilsem her şey daha da güzel olacak, ha gayret, bir gayret!). Ayrıca evvelsi gün kaybettiğimiz Espanya uyruklu havlumuzu bugün gazinonun kayıp kutusunda bulduk, ona da çok sevindik.

Doom Patrol’ün 4. (ve son) sezonunu koklaya koklaya izliyorum. 3. bölümün sonunda yine güzel bir şarkı çaldılar, bilmediğim, Shazam’ladım ve ta-taa! Meğerse çok sevdiğimiz The Gossip’in tatlılar tatlısı Beth Ditto’sunun “We Could Run”ı imiş. Buradayken Doom Patrol omnibus’unu yine baştan sona okudum, yine çizgi romanını da, dizisini de çok takdir ettim (S04E02’de de Gilmore Girls’ün Keiko Agenda’sı, nam-ı diğer Lane’i çıktı, ne güzel bir sürpriz oldu!).

Doom Patrol (Omnibus: #19-#63)

Ben bir de Borges’i yazacaktım ama ne yazacaktım? Borges’in “tüm eserleri” kapsamında yayınlanmış hikayeleri (Ficciones) ile makaleleri (Non-Fictions) kitapları elimin altında, onları okuyorum bu aralar (daha çok makalelerini) — peki ama neyi yazacaktım kim bilir?

Yollarda Hande Yener-Serdar Ortaç-Kenan Doğulu dinliyoruz, repertuvarım iyice gelişti (iki nota bir besteyim).

Sevgilerler, sizi öpen Sururiler. 8*

“Günler, günler…” için 2 yorum

  1. okurken keyif aldığım bir kaleminiz var..

    sizi kendime yakın hissediyorum adeta kardeşim gibi sevgi doluyorum Sayın Sururi..

    keşke biraderim Emre ile tanıştirmak gibi bir ihtimal oluverse.

    1. Nasip kısmet Erdem Beyefendi’ciğim.. 8) Ankara’ya yolunuz düşerse beklerim, biraderiniz olsam ancak bu kadar yakınlık hissederdim inanın!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir