(Cihanda, Muhibbi’den ödünç aldım ya habibi beybi beybs! 😉
Rahat günler (çok şükür). Ece sınava gireli bir ay olacak (20 gün olmak üzere), rahat bir nefes aldık, rahatladık, kazasız belasız geçti (çok şükür). Finaller bitti, bütünlemeler bitti bitecek, okundu onlarca kağıt (Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri / Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler. / Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar. / Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular / Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler, / iğnelerine iplik geçirip beklediler – Turgut Uyar, “Terziler Geldiler“den detay…) Ne zamandır yazılmayı bekleyen çalışmaların makaleleri yazıldı, bas çaldım, çalıyorum, bas güzel.
Kitaplar okudum, filmler seyrettim, oyunlar oynadım, müzikler dinledim. Güzel bir hayat. Keşif grubu: Seyyah – buradan keşfettim (Bulut Gelir / Ethno Catalonia), buradan bayıldım (Elindedir Bağlama / Seyyah), hatta burada oynatayım:
Ceren Kaçar keşke hep böyle oynak havalar söylese, mesela buradakileri (bizim Türkü playlist’i, Spotify). Kolektif İstanbul’u demiş miydim bir de? O zaman buyurun piste:
Nergis Hanım bu arkadaşları entel dantel bir(ş)eyler sanıyormuş, sonra bir gün o mutfaktayken, ben salonda dinlerken Ciguli gibi bir bireye benzetmiş, “nesi entel bunların, bildiğin Ciguli gibi bir şey!” diyerek salona geldi ve bir baktı ki, ekranda Kolektif İstanbul + Ciguli – o noktada emekli binbaşı Ali Kocaer misali olduğu yere mıhlanıp kaldı, o gün bugündür birlikte dinliyoruz.
Demiş miydim, birkaç ay önce Capon konserinde Kraliçem Dee ile karşılaştık, nefis oldu, geçen hafta da Eki’yle karşılaştık Artur’da, son iki gün kala, ona da şükür ettik. Geçen ay, Kafka & Lovecraft okuyan bir tanıdığa dayanamayıp Vandermeer’in Annihilation’ını tavsiyeledim, severek okuduğunu söyledi. İngilizcesi’ni okur muydu bilemediğimden Türkçesi’ni tavsiyeledim, çeviri nasıldır bilemedim. Annihilation vesilesiyle, ben de gaza geldim, tatilde kumda okurum diye Solaris’in kitaplıktaki Türkçesi’ni yanıma aldım (e-book reader, kum, çekindim biraz) ama çevirisi çok kötüydü be yav! Mehmet Aközer çevirisi — 30 yıl önce okuduğum da (şimdi baktım Maya Yayınları’nınmış o, kitaplıkta bulduğum İletişim’di) aynı çeviriymiş, ben nasıl okuyabilmişim o zamanlar, gençlik işte. Dayanamayıp, e-book reader’ı kumsala indirdim, İngilizcesi’nden devam ettim, o zaman iş anlaşıldı, İngilizcesi’nden cümle cümle bile değil, kelime kelime çevrilmiş. Peki kitabı bitirdikten sonra ne öğrendim? Meğerse benim okuduğum İngilizce çeviri (Cox & Kilmartin) de Fransızca’dan imiş. Demek ki neymiş? Lehçe -> Fransızca -> İngilizce -> Türkçe… Hoca da durur mu, yapıştırmış cevabı: e bu da tavşanın suyunun suyunun suyu!..
Soft Analog‘u keşfettim ben sonra. Hem de sanırım Ankaralılar. Bana Kentucky Route Zero’nun Junebug & Johnny’sini anımsatıyorlar tatlı tatlı. Sonra Hades’le (oyun olan) ilgili bir video izliyordum (Hades II çıkmadan önce beta tester’lığa hak kazanmıştım ayrıca — Hades’i çok çok oynayıp yıldızlı 5 pekiyi kazandığımdan! 8) a bir baktım duvarda bağlama var! Ben o girişte çalan aleti hep buzuki filan sanıyordum, bağlama imiş meğer! (Bağlama konusunda da neredeyse hiçbir bilgim olmasa da Sevilay Gök Hoca’ya aşırı saygım var). Tatilde bol bol WilderMyth oynadım, haftasonu da oynamayı planlıyorum. Oyun bitti zannettim, meğerse ilk chapter’ı imiş (“Age of Ulstryx”), tekrar oynamak için açıp da bir 6-7 tane daha görünce bir sevindim bir sevindim! 8)
Solaris diyordum halbuki, değil mi? Solaris, Moon, Annihilation, ilginç kalıplar. İnsanın clone olduğunu keşfetmesi, insanın kendi olmadığını keşfetmesi, insanın insan bile olmadığını fark etmesi, insanın olmadığını (misal bkz. Abre tus ojos / Vanilla Sky) fark etmesi… Peşinden gelen kayıtsızlık. Bu sene çok güzel, edebi olmayan bir yazar keşfettim, Jules Vernes tadında geldi bana, çoktandır böyle klişe de olsa “başka dünyalara taşıdı” dememiştim, güzel geldi. Alice Morgenstern’in önce ikinci kipatını (“The Starless Sea”) okudum, pek beğendim, peşinden biraz ara verip ilk kipatını (“The Night Circus”) okudum, o daha bile güzeldi. Filmi çekilir mi acaba / ne kadar güzel kelimeler – tamlamalar – kalıplar bildiğimi göstereyim vs. kaygısına girmeden güzel güzel yazmış. Edebi yetkinlik yok ama dünya kuruculuğu, hikaye anlatıcılığı 10 numara 5 yıldız, mutlu oldum okurken, şu yaz aylarında okuyacak bir kipat arıyorsanız şayet, “The Night Circus”u çok tavsiye ederim! (Yazmış mıydım bunları ben?). Starless Sea’nin gazıyla, birkaç hafta önce Alix E. Harrow’un “The Ten Thousand Doors of January”sine başlamıştım, çok yetersiz geldi, bu aralar (%45’i civarında) Beyaz Dizi’ye bağladı (Düşes’e sordum bugün, Harlequin Serisi’ne bizde “Pembe Seri” gibi bir şey deniyordu, neydi?” diye de, sağolsun o aydınlattı beni terminolojide). Başka okuyacak bir şey bulursam bırakırım (eski Murathan Mungan şiirleri okumak istiyorum bu yaz).
Filmler, fülmler… Champions güzeldi (It’s always sunny in Philadelphia’nın Sweet Dee’si vardı Woody Harrelson’ın yanında), Holdovers çok iyiydi, Poor Things – ki Lanthimos’un abukluklarını severiz halbuki – çok fenaydı.
Bir sürü şey vardı aklımda yazacak, böyle liste giriş olmasını da planlamıyordum ama devam etmeye çalışalım bakalım bakalım. Bugün Akbaba’nın Üç Günü’nü seyrettim (Condor başka, Vulture başka imiş bu arada, ama bizde o ayrım yok tabii haliyle), güzel sayılırdı, Faye Dunaway hep çok güzeldi zaten (o kadıncağızın karakterlerinin kaderi de böyleymiş sanki, bir gülmüyor yüzü ne bunda, ne Chinatown’da, hele de Bonnie & Clyde’da…)
Not alırdım defterlere ben eskiden, “blog’a yazayım” dediğim şeyler aklıma geldikçe. Zaten şunun şurasında blog tutan kaç kişi kaldı ki? (sürüyerek götürdüğümüz dargın beraberlikleri saymazsak / ne kalıyor elimizde? / ölenler, / terkedenler, / bir de telefonları, adresleri, kendileri değişenler / / vahşi siyah atlardık; yılkıya bırakıldık / içimizden kimse gidemedi Amerika’ya / kendi Amerika’sı da olmadı hiçbirimizin / yağmur aldı / rüzgar aldı / zaman aldı
o vahşi siyah atları / her şey o eski rüyada kaldı – Murathan Mungan, “Avara“dan detay (gidiyorlar efendim, bal gibi de gidiyorlar.))
Başka? Alakasız bitirelim: Galois ile Abel, Hansel ile Gratel, 26 ile 20, tüberküloz ile kurşun. Yaşlanıyorum ben, çok yaşlandım bile…
Geçen gün oyuncaklara cerrahi operasyon uyguluyordum, kopan yerlerini yapıştırıyordum caponla, bir anda aklıma Miranda July’ın John Hawkes’la ilgili muhteşem sahnesi geldi… (izleyelim)
(Araba köpeğimiz Halime’nin kulağı kolay yapıştı ama Sünger Bob’un Plankton’unun anteni çok uğraştırdı gerçekten de.) Böyle bir şey hayat çoğu zaman bazen (Every day I worry all day…)