Marienbad’da, Geçen Sene.

Bu hafta güzel bir hafta oldu (hangi yaz haftası kötü olabilir ki?). Arkadaşlarla görüştük, güzel şeyler yedik, içtik, müzikler iyiydi, filmler güzeldi — 15 dakika kadar önce Birdman’i seyrettim: ne zamandır izlemek aklımdaydı, gidip gidip geliyordu, geçen gün hatta başlayıp, 20th Century Fox’un projektörleri ve fanfare’ye kadar gelip başka bir şeye geçmiştim, bugün de Levent’le takılırken, söyledim (sanırım Ece’yle Vanilla Sky’ı seyretmeyi planladığımı söyleyip, orijinalini mi yoksa Hollywood versiyonunu mu, Tom Cruise’lu olanını zira orijinali (Abre los ojos) çok sağlam olsa da, Vanilla Sky’ın da iyi kotarıldığını, hatta biraz daha şık olduğunu düşündüğümü (Vanilla Sky’a da geçen gün seyrettiğimiz Competencia Oficial‘ı tavsiye ettiğimden geçmiştim), o filmin yönetmeninin de (Alejandro Amenábar’mış ama adı aklıma gelmemişti sohbet sırasında) Tez’inin de iyi olduğunu ama nice zamandır yeni filmlerini bilmediğimi) neyse, eve gelince Birdman’i seyrettim, kurgu, müzikler, her şey!..

Birdman (Birdperson’la karışmasın) — Kostümlü hali de Michael Keaton oynuyormuş bu arada, çok şaşırdım öğrenince!

Müzik? Geçen gün, tesadüf eseri KEXP’in organize ettiği Delvon Lamarr Organ Trio konserini (/konserinin ısınma turunu) izledim, davulcusu olsun, gitaristi olsun, haydi Delvon Lamarr olsun, bayıldım da bayıldım, buyurun, birlikte bayılalım:

Gitarist ve davulcu arkadaşları sonradan başka bir “oluşumda” da buldum, ilgilenirseniz (onu beğenen bunu da beğendi): The True Loves imiş o grup da. Ki normalde bu aralar (son on yıldır) pek dinlemiyordum jam session, enstrümental soul/blues/funk filan — bir anda 20+ (30?) yıl öncesine, Artur “Göl Gazinosu” günlerine ışınlandım (Cem miydi barmenin/barın sahibinin adı?), heyecana gelip Eki’ye link attım. 8)

Buralara zaten artık ya film/müzik/kipat, ya felsefi blah blah yazar oldum nicedir (vitrine saat koymayıp da ne koysaydık ya demiş adam da! 8P). Ya, tabii çok alakasız olacak ama bir de bu seneki Glastonbury sayesinde yine yeni keşfettiğim (zaten dünkü çocuklar) The Big Moon var — sahne enerjileri mükemmel, şarkıları da güzel (Erdoğan Sevgin mode off), onları da gençseniz tavsiye ederim, çok artistik patinaj hava atar gibi olacak ama (aklınıza 50 yaşında Metallica tişörtlü ve kepli “ağabeyleri” getirin), Mitski’nin daha neşelileri gibi geldi bana (getir kirli çamaşırlarını, çamaşır makinesi kalbimde yıkayayım dermişim Nazan Öncel). (Glastonbury’de bu sene Rick Astley Smiths söyledi; Johnny Marr, hem de Dave Grohl ile birlikte Pretenders’la sahne aldı — ama bizzat gitmem ben, mahşeri kalabalık var, kusura bakmasın organizatörler). Zaten geçen gün de Talking Heads’in hakikaten de gelmiş geçmiş en süpper konser fidyosu olan Stop Making Sense’inin 40. yılı (? ezberden yazdım) vesilesiyle 4K hede hödö versiyonu şerefine eylülde mi, ekimde mi ne, bir soru-cevap seansı için tekrar bir araya gelecekleri (bir araya gelmek: aynı 4 duvar arasında bulunmak, yoksa Rock’n Roll Hall of Fame’de gördük birbirlerine (birbirleri: Tina Weymouth + Chris Frantz vs. David Byrne — Jerry Harrison, McCartney ile Lennon arasındaki Ringo gibi neticede) nasıl da zor tahammül ettiklerini / bir de dün mü ne, David Byrne “aslında geçmişte biraz tiranlık yaptım” buyurmuş da, clickbait’ten geçilmez oldu, neymiş efendim “çok pişmanlığını dile getirmişmiş…” Byrne ya! Severiz o ayrı ama yaşanmaz, yaşanamaz birlikte.

Bitti mi? Bütün referansları verdim mi? Spiderman: Across the Spider-verse muhteşem ötesi idi, onda da bak davullar Birdman’deki gibi çalışıyor, süper etkileşimli, başka? TMNT: The Last Ronin’in oyunu çıkacakmış, ben bu aralar deli gibi Star Wars: Squadrons oynuyorum, Ahsoka’yı bekliyorum. Sandman’leri tekrardan baştan sona okudum, Ece’yle paralel Anansi Boys’u okuduk (en sevdiğim Gaiman romanıdır kendisi, Ece de sevdi 8) Yolculuk yaptık, Kastamonu, Sinop, İnkumu, Çanakkale, Altınoluk, Artur, 2800 km kat etmişiz! Sonra geldik güzel Ankaramız’a! Çalışmalar iyi gidiyor, okul sakin, hayırlısı artık (ah, Haziran’ın son haftası Manu geldi ziyarete, 10 gün sabahtan akşama çalıştık, o da değişik oldu; Mois bu ay emekli olup Bulgaristan’a dönüyor, o da sık sık gelir artık inşallah, kısmet, Danel gelemedi ama bu sene, gözlerimiz yolda kaldı). Bakın, şahsi şeyler, gelişmeler bile paylaştım blogumda, daha ne olsun? Zaten şunun şurası blog tutan kaç kişi kaldık hem? Beni dinlediğiniz için teşekkür eder, Mesut Bahtiyar. (Tagler nerede WordPress? Nereye kaldırdın tagleri? Sebastiannnnn!)

Sonradan not: Yeni sayfa değil de, yeni yazı olmalı imiş. Birinden diğerine nasıl geçeceğimi bulamadığımdan kopyalayıp, yeni “yazı” açıp, yapıştırdım. Bravo WordPress, Yurttaş Kane seni alkışlıyor… 8P

“Marienbad’da, Geçen Sene.” için 2 yorum

  1. birdman, spiderman, yaz, 2222’ye gönder, sururi bloguyla gelsin
    özletmiştin, iyi oldu bu.
    bördmen’i biz de yakında izledik ve şimdi ilk fotoya bakınca filmle ilgili hiçbir şey gelmedi aklıma. o kadar etkilenememiş miyim ne?
    gerçi şimdi düşününce anasi boys’ta noluyodu onu da hatırlayamadım. bebek (balık) kafası gibi beyin ile bugün nereme baksam beyaz sayfa. ninni bile söyledim mi acaba? b12’lerimi de içiyorum halbuki. (eli çenesinde, tek kaşı kalkık, düşünen emoji)
    Spiderman: Across the Spider-verse’e biz de hasta olduk ailece.

    1. Merhaba Kraliçem!!! Yorum yazmak bile ne kadar vakit alıyor (yalan tabii aslında ama sevdiceğim kraliçemden yorum gelince, istiyorum ki, şöyle rahat geniş bir zamanımda güzel güzel yazayım, haftalar geçiyor sonra…), blog yazmak nicedir (türümün son örneği! — gökte uça(ma)n dodo kuşu ne bilir dalın kıymetin / Zururi’yi gondurman dala. Bu arada Dodo demişken, şöyle de güzel gelişmeler olmuş bir yandan Yeni Zellanda’da: Prehistoric Bird Believed to Be Extinct Returns to the Wild – bu haberi ilgiyle okuduğumun ertesi günü YouTube bana küt diye Tom Scott’un ilgili fidyosunu çıkardı, bu da mı dikizleme değil!(fidyodaki ablaya da bayıldım bu arada, ne kadar tatlı idi! Zaten Avusturalya, Yeni Zellanda (Colin from Accounts) can can…))

      Girizgâhı -ehem- yaptığımıza göre, gelelim Birdman mevzuuna — sanırım aynı Birdman’den söz etmiyoruz, yoksa bence kesinkes hatırlardınız. Bunu anlamanın kolay bir yolu şu şekilde olabilir, aşağıdaki karakterlerden sizin birdman’i işaretleyiniz:

      (Hileli soru aslında zira 4. arkadaş “DobermanMan” — aaa süper oldu bu, dobermanman / New New York gibi oldu (ve hayır, Futurama yine olmamış yine olmamış ne yazık ki), bir de biz bu yaz Bandırma’ya giderken yolda Yeni Yenice gördük (gördük! gerçekten bir kuş gördük!)) DobermanPerson belki de.

      Anansi Boys böyle hafif, good omens tadında (ya ne tadında olacaktı), çerezlik güzel bir şey, bir oğlan var, babasının tanrı olduğunu öğreniyor, kardeşinin de süper (tanrısal) güçleri olduğunu öğreniyor, kendisinin de ucundan demigod ve olaylar gelişiyor, misal:

      Kuşum Aydın demişken, geçen gün Kenan Doğulu konserine gittik, 2. saatte verdiği bir 10 dakikalık çiş molası dışında 3 saat ful gitti, takdir ettik. 30. sanat yılıymış, eski şarkılarını biz yaşlılar söyledik, yeni şarkılarını gençler, coşturdu (ben pek coşmasam da), aferin dedik. Bu sene / geçen sene epey konsere gittik (Nilüfer, Fatma Turgut, Candan Erçetin… başka?). Geçen hafta bir de ismi lazım değil bir arkadaşı Adamlar diye bir grubun konserinden aldık, çıkmasını beklerken biraz ben de maruz kaldım, beni aşıyor diyeyim (konser dağılırken çıkan kızların birinin elinde, üzerinde “Ciğerimi deliveren aşkı görün” yazılı pankart vardı, merak edip Spotify’a sordum, Zombi adındaki şarkılarından imiş, hatta şöyle imiş: Ciğerimi deliveren aşkı görün / Tutun kolumdan beni Fas’a götürün / Dört mevsim yolumu bulup yasa bürünürüm / Yarasa süper ama yaramasa karabasan. Bu saykodelik ötesi sözler bir anda beni Gaye Su Akyol Hanımefendi’ye götürdü, baktım 2022’de bir albümü çıkmış, bir dinleyeyim dedim de, Spotify’dan uyarı geldi “Ağabey, sen bu arkadaşı bloklamıştın, dinleyebilmek için bloğu kaldırman lazım” diye de, kendimi bir kez daha takdir ettim, Ali Şen’in oynadığı hain tüccarlar gibi keh keh güldüm! 8))

      Guardians of the Galaxy 3’ü izledik bir de (Disney+ abonmanımız var, paramızla rezil olduk şeker, hâlâ oraya gelmediğinden anambabam usülü indiragandik), o da çok güzeldi, en güzeli de sonundaki Florence + the Machine idi (zaten hep derim, bir filmi dans ilen bitirmeyeceksen, hiç yapma diye!). Örümcek Adam muhteşem ötesi hakikatennnn! Yani insan inanamıyor filmci kodamanların nasıl bu kadar farklı bir yapıma yeşil ışık yaktıklarına! (Benzer duyguları Everything Everywhere All At Once’ı seyrederken ismi lazım olmayan kraliçe hanım dile getirmişti, bizim beğenmemize de şaşırmıştı). Biz bir de evvelsi gün Amsterdam’ı izledik (Margot Robbie, Batman’in Christian Bale’i ve Denzel’in oğlunun oynadığı), onu da çok beğendik, benim aklıma Nice Guys’ı getirdi, onu da üç vakte izleriz tekrardan kızılcık).

      Bizim buralardan havadisler böyle böyle, dersler hâlâ başlamadı, Emrullah Beybi’nin vaktiyle belirtmiş olduğu üzere: Şu mektepler olmasaydı, ben bu maarifi ne güzel idare ederdim (ya da bir başka deyişle, şu öğrenciler/dersler olmasa ben ne güzel araştırmalar yapmaya devam ederdim) ama onun da tadı bir başka tabii ki!..

      Zaruri over and out (cue: Wowie zowie you’re so fine / Wowie zowie please be mine…)

      (Benim bu yorum da kendi başına giriş gibi oldu — Şimdi Kenan Doğulu 21:30’da başladı, 23:30’da selam verdi bitirdi (kendince bis’e giriş yapıyor yani), biz de işte alkışladık “Ke-Nan! Ke-Nan!” deyu deyu, 23:40 olmamıştı ki tekrar sahne aldı, sevindik alkış alkış, sonra maşallah, sağolsun, 00:30’a kadar non-stop, hiç nazlanmadan söyledi bir 10-15 şarkısını daha, 00:30’da teşekkür etti, ışıklar kapandı, var ya, o kadar kişinin içinden bir allahın kulu bile, nezaketen de olsa “bi’daha” filan deme cesaretini gösteremedi (ya çıkarsa?). Nergis Hanım da elimden sıkı sıkıya tuttu, “Bey, bey, aman çıt çıkarmadan gidelim” dedi.. 8)) Şarkıları söylerken de öyle oldu sık sık: Şimdi şarkıyı güzelce söylüyor, yükseliyor, yükseliyor, kreşendo, BAM! davul patlatıyor, ışıklar sönüyor, alkış, tam o sırada haydi bir daha! Daha önce hiç 45 dakika (abartı) süren “Güzeller içinden bir seni seçtim” dinlemiş miydiniz mesela? Ben nein Davut.

      Kipatlardan da, Anansi Boys’dan sonra, Sandman’in de gazıyla The Man Who Was Thursday’i okudum, çok çok ilginçti (hele ki yazanı düşününce (G.K. Chesterton — bu konuda üç vakte bir giriş yazacağımdır inşallah), onun sonrasında teee üniversite yıllarında okuduğum Timothy Zahn’ın Heir to the Empire’ını tekrardan okudum Ahsoka’nın şerefine, son üç filme de beş basar bu arada ama haydi neyse… Thrawn Üçlemesi’nin kalan iki kitabını gözüm yemedi, öyle olunca ben de üçlemenin çizgi roman edizyonunu hüpledim (atlanan/hızlı geçilen yerleri Wookipedia’dan kapatmaya gayret göstererek), sonra kitapsız kalınca aklıma Susannah Clarke’nin (Sarah Chalke’yle karışmasın, ben hep karıştırıyorum) Piranesi’si geldi, internette bulamayınca Düşes sağolsun yardıma koştu. Kipattan da tam bayıyordum ki, anormal şeyler olmaya başladı bu sabah 1/3’ünün biraz ilerisinde, bakalım bakalım…

      Linux’ta Steam’de Proton kullanarak Windos oyunlarını çalıştırmayı becerdim, Syberia oynuyorum (Kate “I can’t do that” Walker, Momo, ah aptal Momo!)

      Öpücükler cümleten,
      Sizin,
      Mecazi Sururi Bey (Tuti-i Mucize Guy / Ma che bello pappagallo — Schaunard’ın papağanı 😉

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir