Neredeyse 1 yıl olacak, bir türlü blog’a yazamadım, ne de çok severim halbuki. Geçenlerde Purson diye bir grup keşfettim, dinlerken dedim ki: “ah acaba patron bunlara give it a try vermiş midir?”, sonra dedim ki: “blog’a da çoktandır yazmadım, bir sürü şey geldi geçti gitti, bunu vesile yapsam ne iyi olur…” işte o günden 14 gün sonra buradayım. Patron dinlemiş midir acaba Purson’u? Böyle ona-şuna-buna benziyor gibi değil de, onu-şunu-bunu dinlemiş, etkilenmiş kategorisinde, o açıdan iyi.
Yine geçen gün, sabah serviste aklıma geldi, hangisi hangisiydi, ne yapmıştı diye: Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı… Wikipedia sağolsun, bölüme gidene dek hepsinin özetini okudum (Mecnun bir noktada özünden geçmiş, Leyla’yı görünce tanımıyor bile; Ferhat’a kandırmaca olarak Şirin’in öldüğü haberini verince dağları deldiği gürzünü havaya atıp kafasını iniş noktasına koyuyor; Şirin’in babası Alevi Dedesi değil, Ermeni Keşişi imiş, hırka olayı aynen…) Heveslendim, güzel kütüphanemizden (İlknur Hanım’ı da göremiyorum nicedir… bir ara soracağımdır) Hasan Ali Yücel serisinden İsa Öztürk’ün hazırladığı özenli baskısını alıp okudum. Baskıda iki sürüm yer alıyor: Anadolu ve Azeri halleri. Sözel anlatıdan geldiği için iki sürümde ufak tefek farklılıklar var ama Azeri versiyonu biraz daha “akla yatkın”, biraz daha “aslıymış” gibi (bu sene sadece bir tek Kerem ile Aslı okuyacaksanız, make it the Azeri version! 8P) Ben genelde halk edebiyatına -çok utanarak ama durum bu- elitist burnumu biraz kıvırırım, divan edebiyatı -anladığım zamanlarda- beni kendisine daha bağlar, o nedenle epey âşıkane bir şekilde giden Kerem ile Aslı’yı gerçekten çok beğenmem ekstra katkılı bir hoşuma gitti. Kerem, 12-13 yaşından itibaren 7 sene kadar boyunca Aslı’nın peşinden arkadaşı/lalası Sofu’yla gidiyor, başına çok bir şey gelmiyor ama bütün güçlükleri çok orijinal bir biçimde, silahla değil, sazıyla çözüyor (Bard’s Tale). Ayrıca o da Mecnun gibi ermiş, birkaç kere bunu ispatlaması gerekiyor, o da başarıyla ispatlıyor çok da kasmadan. Bir de başlarda sanırım brutal vokalle* söylüyor türkülerini zira babası başlarda, Aslı sonlarda olmak üzere, Kerem’in söylediği türküde apaçık belirttiği halde (biz sonuçta türkülerin sözlerini okuyoruz) dinleyicileri maalesef pek bir şey anlamıyorlar. Aslı’yı da ya pek iyi tanımıyor (bu çok mantıklı değil zira kızın yüzündeki her bir bene bir mısra yazacak kadar biliyor) ya da -bu daha mantıklı olan açıklama- ileri derecede miyop zira her gördüğü kızı Aslı zannediyor (ya da klasik pick-up olan “bir tanıdığıma çok benziyorsunuz, birlikte bir selfie çektirebilir miyiz? Telefon numaranızı verirseniz size de göndereyim resmimizi…” çekiyor vayyy çapkın!). Güzeldi nihayetinde, iyi ki okumuşum. 8) Ece’nin Shadow & Bone’u tadı vardı (Shadow & Bone’un setting’i Balkan/Bohemya idi; Ece’nin bu aralar okumakta olduğu “We Hunt the Flame” ise Arabian setting).
Başka neler yaptım? Mesela çilek reçeli yaptım ama sanırım artık “köpürmemesi için ufak bir miktar tereyağ” koymayacağım yaparken, tadı biraz “şey” oluyor başlarda… Az yaptım zaten, bir kavanoz ancak çıktı, tadı da -başlarda- öyle olunca arkadaşlara da veremedim. Mürdüm eriği gelince, ondan yapacağım asıl kavanoz kavanoz, geçen sene iyi olmuştu.
Bu sene de uzuuuuun geçti ama neyse ki dün itibarıyla bütün kağıtları okuyup notları verdim; 3mE’de (hesap labımız olur kendileri) işler güzel, bu aralar bir programı derleyip çalıştırmakla uğraşıyorum, bakalım bakalım, yapacağız elbet. Süper şeyler çıkacak inşallah, hayat kısa, bilim uzun, hayat zevkli (çok şükür 8). Bu sene -madem ki dönemin muhasebesi olma yolunda bu blog- Jupyter sağolsun, ders notlarımı epey düzenledim, güzelledim, insanın yazdıkça yazası geliyor (darısı makalelere).
Bu şöyle kasları açış girişi olsun, çok geçmeden yeni girişler de gelir inşallah…
* “Brutal vokal” demişken: Bir de “Nusquama” adında Hollandalı, öyle bir albüm çıkarıp yok olmuş bir grup buldum, onları da epey beğendim, buraya yazayım ki, yıllar sonra görüp yine dinleyeyim, yine beğeneyim!..
Hamiş: Purson deneyecekseniz bence “The Circle and the Blue Door“dan tadım yapın ama siz bilirsiniz yine de tabii ki önemli olan sizin ağız tadınız.
Hatırlamıyordum, baktım, evet ilk albümlerini dinlemişim. İkincinin çıktığını ise fark etmemişim. Onu da dinleyeyim.
Yuppiiiii!!! ^_^
Bir zamanlar İstanbul’un en güzel reçellerini Hüseyin Rahmi yaparmış.
Evet, evet! Hatta örgüsü de meşhurmuş (insan bütün bir ömrünü annesiyle bir başına geçirince, böyle artı değerler de iyice gelişiyor! 8) Ben de vaktiyle Varlık dergilerinden birinden öğrenmiştim 8)
Örgü konusunu bilmiyordum. 🙂 Adamla oturup iyi dedikodu yapılırmış gibi geldi. Bilmiyorum, iftira ediyor da olabilirim tabii. 🙂