Anders Thomas Jensen, Yasujiro Ozu (+ Kaurismaki), Cemal Süreya (+ Flaubert)

Anders Thomas Jensen’i 2008 yılnda sevgili Brian’ın önerisiyle “Adam’s Aebler” filmiyle tanıyıp, sonrasında külliyatıyla iyice sevmiştik. En son(dan bir önce), haberini alıp, heyecanla beklediğimiz “Men & Chicken” çok fena fos çıkınca büyük hayalkırıklığına uğramıştık. O nedenle geçen sene “Riders of Justice“ın haberini alınca çok da heyecanlanmayıp, temkinli yaklaşalım dedik. Film iyi çıktı neyse ki. Öyle müthiş yeni bir film değil, bir silkinip kendine gelme filmiydi çokça. Biraz Adam’s Aebler, bolca Flickering Lights, üzerine In China They Eat Dogs serpilmiş (akla Jar Jar Abrams’ın “The Force Awakens”ında yaptığı “sakata gelmeyeyim, garanti olsun, eski filmlerden apartıp film diye süreyim” mantığıyla yaptığı fan service gelmesin — onun aksine, Riders of Justice eli yüzü düzgün, tutarlı bir film olmuştu). Filmin hemen başında “Riders of Justice”ın bizim egzantrik karakterlerden kurulu motley crew değil de, bizatihi hedefleri olması güzel bir detaydı, aklıma vaktiyle Cemal Süreya’dan okuduğumu hatırladığım Madam Bovary saptaması geldi: Madam Bovary kitabı bir Madam Bovary’den bahsedilerek başlasa da, aslında orada bahsi geçen Madam Bovary “bizim” Emma Bovary değildir, böyle bir küçük twist vardır — keza Er Ryan’ı Kurtarmak filminin (epey küçük spoiler incoming)

Okumaya devam et “Anders Thomas Jensen, Yasujiro Ozu (+ Kaurismaki), Cemal Süreya (+ Flaubert)”

…of man

25 years and my life is still
Tryin’ to get up that great big hill of hope
For a destination
I realized quickly when I knew I should
That the world was made up of this brotherhood of man
For whatever that means

4 Non Blondes – What’s Up?’dan detay…

Band of Brothers - BakNeO

(4 Non Blondes’un altına da ne gitti Band of Brothers, sormayın! 8P)

Okumaya devam et “…of man”

Brotherhood…

Erkekler arasındaki dostluklarda
Av anlaşması da var.

..demiş Cemal Süreya (“Dostluklar İçin Düzyazı” şiirinden detay), bizde de durum genel olarak şöyle diyelim:

The Nice Guys Shane Black Interview : Red Carpet News TV

değil tabii, sizi kandırıyorum (onun muhabbetini de buralarda vaktiyle yapmıştık bu arada, ilgilenirseniz 😉

Biz bugün oradan Russel Bey’i ödünç alıp, 170 erkeğin tepesine konduracağız… Ladies & gentlemen! I give you:

Master and Commander : The Far Side of the World (2003) !!!

Okumaya devam et “Brotherhood…”

Güzel Şeyler (Elf kızları)

Geçen gün izlediğimiz filmlerden dizilerden bahsederken Escape Room fülmü için demiştim ki:

Geçen aydı herhalde, Iggy’nin oynadığı, “Cube” tadında, ama öyle pek de bir numarası olmayan “Escape Room” adında bir fülm seyretmiş idim (en güzel yanı Deborah Ann Woll idi ama onu da nereden tanıyorum bir türlü çıkaramadım. Bugün devamının trailer’ı düşmüş
– diziler filmler müzikler

Okumaya devam et “Güzel Şeyler (Elf kızları)”

diziler filmler müzikler

1 aydan fazla zamandır bir sürü şey yazacaktım (hepsi de önemsiz) elde kalanlar:

  • New Amsterdam’ı Netflix’deki iki sezondan bitirdik, 3. sezonu güncelden takip edelim dedik, çok fena olmuş çok. Her bölümde politik korrekt Max “bugün neyi kurtarsam?” diye başlıyor bölüme/güne (kızılderililer, çevre, siyahiler, eşcinseller,… hangi azınlık olursanız olun, New Amsterdam hastanemizde size uygun bir ward bulunur!). Müdürü fena halde Debbie Harry’ye benzetiyordum, yaşı da tutuyordu ama o değilmiş, yine de bir onu, bir de Iggy’yi çok seviyorum, spoil olmasın istiyorum ama yokuş aşağı uçurumdan gidiyor dizi.
  • Uçurumdan gidiyor ama onu değil de the Unicorn’u gidip iptal ettiler pisler. Bu dünya için fazla iyilikti, güzellikti zaten Unicorn, sevgi neydi?
  • Geçen aydı herhalde, Iggy’nin oynadığı, “Cube” tadında, ama öyle pek de bir numarası olmayan “Escape Room” adında bir fülm seyretmiş idim (en güzel yanı Deborah Ann Woll idi ama onu da nereden tanıyorum bir türlü çıkaramadım. Bugün devamının trailer’ı düşmüş (Last Night in Soho (Jojo Rabbit’in kızı ile Anya Taylor Joyyyyyy…. ^_^) & Gunpowder Milkshake (Karen Gillan – yazınca hatırladım, Last Night in Soho’nun trailer’ında bir de doktoru gördüm sanki, evet, gördüm, gerçekten de gördüm!)  ile birlikte), güzel, güzel… Patronla kraliçe severler kaçış odalarını (Unicorn’un sondan birkaç önceki bölümünde de vardı).
  • Patron demişken, patron bir de Trekkie’dir, derindir, öyle uzay şovalyesi kadim Jedileri filan pek sallamaz. Geçen gün the Wertzone’da böyle gönül telimizi titreten, insanın canını çektiren bir “Star Trek 2: The Wrath of Khan” review’u çıktı da, okuyunca önce “patrona bir link atayım, onun da canını çektireyim” diye düşündüm, sonra bloga yazayım, görür elbet günün birinde didim, ve işte buradayız. 8)
  • Müzik demiştim, yine unutacağım, unutmadan yazacağım: Süper bir DJ keşfettim: DJ Jake Rudh! Kendisi haftada iki gece (Türkiye zamanı ile perşembe ve pazar sabah 4’ten 9’a) twitch kanalı üzerinden program yapıyor – bir ara Ece okula giderken perşembeleri sonuna yetişiyordum, sonra Ramazan’da seyretmek haliyle daha kolay oldu, ondan sonra OBS Studio ile capture etmeye başladım, sonra Task Scheduler (Windows makinedeki) ile OBS Studio’yu tanıştırdım, her şey daha da güzel oldu. Genelde post-punk, alternatif ve Goth çalsa da, kafası her şeye gidiyor Jake Rudh’ın. Turan’ın Minneapolis’ten hemşerisi. Pandemiden önce epey büyük partiler verirken, pandemi sürecinde sıkılıp twitch’i keşfetmiş harika programlar yapıyor. Çarşamba günleri serbest takılıyor, cumartesileri bir tema etrafında çalıyor (bu arada setleri Spotify’da playlist olarak yayınlanıyor). Onun yüzünden slash sayesinde epey bir synth meraklısı kesildim (iyi bir şey mi? pek sanmıyorum). Bu synth muhabbeti olarak da yakın zamanda (2016?????), geçmişte efsane too many cooks‘u yapmış olan zalim Adult Swim tayfası bu sefer de Vangelis, Giorgio Moroder ve Wendy Carlos ile synth-off ile coşmuşlar. O kadar kötü ki, üç kere dönüp çok iyi bir şey oluveriyor (camp canım, evet, evet… hı-hı, inşcnmya). Synth demişken Giorgio Moroder’a şarkı yapmış olan Daft Punk’ın dağıldığını da gördük, Edgar Wright’ın The Sparks’a belgesel çektiğini de (gördü bu gözler….).

Başka ne yazacaktım ki kim bilir? Hâlâ pek kitap okuyamıyorum (ennnn fav kipatlarımdan Little Big’e başladım n. defa, onu okuyabiliyorum severek, hem bölümler de kısa kısa birkaç sayfa), ah, bu aralar ailecek Friends’e başladık (ki hiç sevmem oldum olası ama şimdi Chandler’dan biraz hoşlanıyorum 8) onların da bu ay içinde (yarın?) reunionları olacakmış. Bir de tabii Great British Baking Off gidiyoruz gırla. Deliler gibi seviyorum bak, sana söz bir ömür boyu sürecek.

Bütün bunları yazdım da bir de bir şey daha vardı o da geldi aklıma (aklına gelmek / başına gelmek <—> booty call / butt dial ;): ya ben geçen gün nereden estiyse (Alex Garland’dan ötürü?) Dredd’i seyrettim (Karl Urban’ın oynadığı — Stallone filan boşverin yok öyle bir film). Aklıma da direkt Malezya yapımı “Raid: The Redemption” geldi (doğal olarak). Dedim aşkolsun Alex’e, arak yapmış oradan. Sonra interneti araştırınca öğrendim Raid: Redemption 2011, bu 2012 yapımıymış ama bunun post-production’ı çok uzun sürmüş, yoksa Raid daha  epeye pepe derken Dredd’in çekimleri tamamlanmış bile, yaa… Judge Anderson’ı o kadar çok sevdim ki bu aralar Psi Corps’un ciltlerini indirdim, onları okuyorum (bir de Babylon 5’da vardı Psi’lar — Star Trek’in Chekov’u başlarını oynardı, bakayım adını hatırlayabilecek miyim, yine bir yazarın ismiydi… Tiger Tiger / Demolition Man’in yazarı mıydı ki acaba? Onun adı neydi ki? Internetten bakmadan hatırlayabilecek miyim bakalım (bu sabah ne zorum varsa 5 küsürde kalktım, aslında son 7 saattir filan ayakta uyuyorum) yok, hatırlayamadım, bakayım bakalım: Alfred Bester’di, tabii ya! Bester de işte Chekov’un Babylon 5’teki rolünün adıydı (yamulmuyorsam)).

Gideyim ben artık, yatayım da uyuyayım bir güzel, büyüyeyim.

 

BASKIYI DURDURUN!!!!

Asıl 3 tane daha film var, hem de bizatihi Nergis Hanım’ın bulup buyur ettiği:

  1. film süperdi: Kaurismaki’ye speed filan verildiğini ve öyle film çektirildiğini düşünün: bir Macar filmi ki öyle böyle değil: Liza the Fox-Fairy (Liza, a rókatündér) (ilginç bir şekilde ilkin İspanyolca dublajlı halini bulduk, fazla dayanamadık, sonrasında hd film cehennemi’nde gayet güzel kalitede, orijinal dilinde, Türkçe altyazılı halini bulduk*, oradan seyrettik, bayıldık da bayıldık. Çok tavsiye ederim.
  2. Ondan sonraki gün N.H. bu sefer de East Side Sushi diye bir filmle çıkageldi (kendisinin takip ettiği organik, hipster, hipi, entel dantel kanallar var, oralardan öğrendiğini düşünüyorum — mesela geçen sene de Belle Epoque‘la çıkagelmişti… 8), o da ne diyeyim, ilginç, özgün bir filmdi (sonunda biraz şey ediyor, yoksa gayet izleneybıl bir filmdi, konusu itibarıyla da -özelde- unique).
  3. Safety Not Guaranteed – bundan biraz haberim vardı ama niyeyse pek ilgimi çekmemişti ama iyi ki seyretmişiz, güzel çıktı sonuçta (New Girl’ün NickNickNick’i ile Parks & Rec’in April’ı ile The One I Love’ın suratsızı, ah tabii bir de Miracle Workers’ın şeysi (Seyfi?))

Yerlilerden Mitchells vs. Machines’ı seyrettik, çok güldük (4 vermişim yaw) — Ece bizi aşağıladı zevklerimiz ve espri seviyemizle ilgili olarak; sonra Oxygen’i seyrettik (Fransız olanı) o neydi ya… pfffft!

Evet, artık uyayım ben. Bibi lala!