Pazartesi geldiğim Bilbao’dan yarın sabah ayrılıyorum. Gene yoğun bir çalışma programı içerisinde, kola-süt-puro diyetinde geceli gündüzlü kod yazdım. Bu sefer, geçen seferki gelişimin aksine net bir hedef olmasa da, epey yol kat ettik.
Bu sene akademik bütçe açısından şansımız yaver gidince, üç kere kısa aralıklarla gelebildim. Sonuçta deneyci değil, programcıyım: teoride elimin altında bir terminal olduğu sürece bana her yer Bilbao ama pratikte pek öyle olamıyor. Kendimi bir odaya kapatamadığımdan dolayı tam odaklanamıyorum, illaki Bilbao’da olmam gerekiyor kesintisiz çalışabilmek için. Belki de elimde olsa Little, Big’in Ariel Hawksquill’inin; ya da Sherlock dizisinin Charles Augustus Magnussen’inin uyguladığı loci metodunu uygular, “hayali” Bilbao ofisime çekilip, kodlarla haşır neşir olabilirdim ama öyle olamıyor işte malesef. Böyle yazdığıma da bakmayın, keyfim yerinde bu arada (eskiden evden en fazla iki hafta uzak kalabiliyordum, ne zamandır bir haftayı geçemiyorum).
Bilbao yağmurlu idi. Tamam, Bilbao hep yağmurlu bunu ben de biliyorum ama Mois’le görüştüğümüzde “sen gelinceye kadar ortalık günlük güneşlikti” diye serzenişte bulunması malumun ilamı değil de neydi ki! 8) Ya arkadaş, bu kadar mı dolu dolu yağar, bardağı bırak, kovadan; kovayı geç, küvetten boşalan bir yağmur oldu. Bir evvelsi gün güneşliydi, ondan başka hep shower, hep shower!
Bu gelişim hayırlı birkaç yeniliğe de vesile oldu. 2007 yılında, Hollanda’ya gittiğimde, sağolsun Marcel, proje bütçesi kapsamında kendime bilgisayar ve yan ürünlerini seçip almamı söylemişti. Ben de bir HP laptop, alışık olduğum Logitech klavye+mouse takımı, monitör, external hdd’ye ilaveten, bir de güzel Samsonite marka bir sırt çantası seçip siparişini vermiştim. Hepsi istediğim gibi gelmişti – bir tek çanta hariç. Sağlayıcı birimin elinde Samsonite çantalardan kalmamış, onun yerine o sıralar benim bilmediğim, “Wenger” marka (“İsviçre ordusunun çakılarını da biz yapıyoruz, o dereceyiz hani” sloganlı) mavi bir çanta getirdiler. Burun kıvırdım. “İsterseniz bekleyin, stoğa girince Samsonite getirelim” dediler ama ben ağzımı büküp, neyse neyse, olsun bakalımla kabul ettim. İşte o çanta (Wenger Ibex), tam 11 yıldır en zor günlerimde hep yanımda oldu. Hermoine’nin saptanamaz genişleme büyülü çantası misali, Ece’den dev salata kasemiz Paşa’ya kadar, ağırlığının on bin misli yükü içine alıp, defalarca beni taşıdı (yok, bir saniye, ben onu taşıdım ama o da beni işte).
Ama Cemal Süreya’nın deyişiyle “…ama işte şölenin kaçınılmaz acısı / bizim payımıza düştü sonunda“; Afşar Timuçin’in deyişiyle “belli ki bir şeyler var nicedir / ya da nicedir hiçbir şey yok“; ya da daha da çok uzatmadan İlhan Berk gibi dersek: “eskitiyorum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğun”, cânım çantam yılların yorgunu oldu. Birkaç kere Kızılay’daki efsana Elif Çanta’ya operasyona gönderdim, ama yıllar etkisini göstermeye başlamıştı bir kere.
Hâl böyle olunca, yenisini almaya karar verdim. Türkiye’de yokmuş, hazır Espanya’ya gider iken, amazon.es’te buldum – bütün bu gelişmelerden habersiz sevgili Eda da ertesi günü hediye olarak benim şimdiki çantamın yenisini almak istediğini söyleyince pişti olduk, uzun süren pazarlıkların ardından biraz hediye, biraz ben-alım, ortada anlaştık.
Ama gel gör ki, amazon’la anlaşamadık bir türlü: Nuh diyor, peygamber demiyor, tutturdu “ben o adrese (üniversite) bu çantayı göndermem!” arkadaş gel yapma etme, daha iki gün önce başka birtakım cicileri aynı adrese benim adıma Mois’e ve Marian’a gönderen sen değil miydin? Bendim. Peki çantanın bu modelini değil de, bir alt modelini, bir üst modelini gönderiyor musun? Gönderiyorum. E o zaman benim seçtiğimi niye göndermiyorsun? İşte. (amazon’la aramızdaki bu sohbetler müşteri temsilcisi ile canlı sohbette bu minvalde gerçekleşti ama işin doğrusu şu ki, o da çıkamadı işin içinden).
Geçen gelişimde bahsettiğim üzere favori konaklama mekanım Blas de Otero’da bana en süper, teraslı nefis odayı vermişlerdi. Sonrasında ödemede sorun çıkınca (benden doğrudan parayı kabul edemediler çünkü faturayı yanlışlıkla bölüme göndermişler), oranın idarecisi sevgili Paco’yla birkaç kere yazışıp sorunu çözmüş, o vesileyle tanış olmuştuk, işte ben de o samimiyetimize dayanarak, bu sefer için yine aynı odayı rica ettim, sağolsun Paco da (“Paco” da Fransisco isminin kısaltılmış haliymiş!!!) beni kırmayıp, ayarladı kral süitini.
amazon.es kardeş öyle inata bindirip üniversiteye göndermeyeceğini söyleyince, ben de yine Paco’ya yazıp, otele göndertmek için izin istedim, o da “aaa, tabii ki de!” deyince, lojistik sorunsalım bir anda çözüldü.
Pazartesi havaalanından otele geldim, Paco sağolsun hem çantanın olduğu koliyi odama koydurmuş, hem de güzel bir meyve tabağı kondurmuştu masamın üzerine, pek hoşuma gitti doğrusu, arkadaşlar iyidir! 8) Puroları genelde kendime özel terasımda tüttürüyorum ama arada halkın arasına karıştığım da olmuyor değil, bu vesileyle, bu seferki resmimizi de sunalım:
Daha bir şeyler yazacaktım ama mürekkebim bitti. Ama yazınca hatırladım. Salinger öleli, dile kolay, 10 yıl olmuş… O 10 yıldır hâlâ eşiyle oğlunun eldekileri gözden geçirip yayınlamasını bekliyoruz (iki roman garanti — bunu sağlığında Salinger da söylemişti) ama belki de Salinger artık bu yaşta ilk okuyunca öyle eskisi gibi olmayacak, kim bilir, kim bilebilir… Belki o değil de, biz değişmişizdir (ve kirlenmiştir dünya?.. 8P) Geçen okuduğum kötü bir yazının kötü yazan yazarı da öyle bir şeyler geveliyordu, efendim neymiş, Mad dergisi 13’te, Vonnegut 15’te, Salinger 17’de, Kerouac da 20’de okunmalıymış (haydi oradan! — yazı hakikaten kötü bu arada ama etiksel şmetiksel sebeplerden bağlantı vermek durumundayım).
Neyse, işte dün gece uyku tutmayınca, merak edip baktım, 10 yılda durumda ne gibi gelişmeler olmuş: arkadaş 2020’li yıllarda basılacağından ama daha önemlisi “acelemiz yok, ne zaman hazır olursa o zaman basarız”dan dem vuruyor. Vursun bakalım. Paralar suyunu çekince (gerçi çeker mi? çekmez. Gönülçelen hâlâ her yıl kaç yüzbin yeni satış yapıyormuş) göreceğim ben seni. 8P (bekleriz; ne çıkar? ilahi kızılcık! … sopamı alıp da geleyim bakayım nasıl da hazır oluyormuş o zaman. Bu arada, hani biz dayağa “sopa yemek” deriz ya, Espanyollar da “sopa şurubu” (Jarabe de palo) içiriyorlar aynı edim için (alakasız ama Espanyolca’da “sopa” da çorba demek, hatta vaktiyle kesin yazmışımdır ama tekrar edeyim, kısa bir şey: Biscocho : kek; galleta: kurabiye/bisküvit; tarta : pasta (turta); pasta : makarna (bu da zaten biz hariç her yerde böyle))