Bir süredir ailecek ve deliler gibi, Gilmore Girls izliyoruz (3. sezonun ortalarında bir yerdeyiz). Vaktiyle, tâ CNBC-e zamanında yayınlarlardı da, denk gelirsem, sonrasında Düşes’e takılmak için izlerdim (laf aramızda Düşes deruni bir tutkuyla bağlıdır). Ece ile Bengü’ye de belirttiğim üzere, bir Bera’yla Cure dinlediği için çok dalga geçip de sonrasında avid bir Cure hayranı olmuşluğum vardır; bir de işte Düşes ve GG hakkında…
Bilirsiniz, bilmezsiniz, Gilmore Girls, 2000 – 2007 arasında 7 sezon yayınlanıp, son sezonunda yaratıcısı, yapımcısı, her şeyi Amy Sherman Palladino adındaki arkadaşın para konusunda kanalla anlaşamayışının akabinde diziden ayrıldığı ve duyduğum kadarıyla o sezon her şeyin koptuğu bir güzide “aile dizisi” (Netflix’de açınca “18+ : Sex” diyor ama daha öyle bir şey görmedik. Dizi Northern Exposure tadında, bizden birinin ruh hastası manic pixielerin olduğu bir kasabada geçirdiği günleri anlatıyor (katılmayacaklar olabilir, ama bence NX Joey Fleischman’ın, GG ise Luke’un “Good Place”i).
Anlatım tekniği olarak “güvenilmez anlatıcı” diye bir tarz var: siz (/biz), 1. tekil şahsın ağzından bir kitap okuduğumuz zaman, doğal olarak, onun haklı ve dürüst olduğu varsayımıyla ilerliyoruz ama işte bu tekniğin icra edildiği eserlerde, kitabın başından beri yan yana ilerlediğiniz arkadaşın aslında pek de kendisinin söylediği gibi biri olmadığını anlamaya başlıyorsunuz (ki bu çok keyifli bir şey çünkü sistemin (anlatıcının kendi anlattıklarının) dışında düşünmeniz gerekiyor. Bunun otobiyografilerde istem dışı olarak tüm çıplaklığıyla vuku buluşunu ben Johnny Cash’in iki otobiyografi kipatından çekilen “Walk the Line” filminde görmüştüm. Ya bir nokta geliyor, diyorsunuz ki, arkadaş, pardon my French ama sen hakikaten de en kallavisinden ….mışsın ya! (Çok inanmadıysanız, bkz. Good Place, Brent — Lorelai da süper yakışırdı Good Place’in 4. sezonuna). GG’de de ev hanımlarının itirazlarına rağmen benzer bir tadı Lorelai’da yakalamış durumdayım. Bu kadar gamsızlık, egoistlik bir noktada öeehhhh! dedirtiyor (aaa, bakın böyle yazınca House da geldi aklıma, ama o bile hiç olduğundan başka bir tatta sunmuyordu kendini). Bilemem tabii, Sherman-Palladino bilinçli olarak mı yaptı, yoksa o da “banim başıma hepppp kötü şeyleğ geliyoğvvv” tarzında takılan bir insan mıdır, neyse.
Ama zevkle izliyoruz, bize normali gitmiyor zaten. 2016’da süper bir şey oldu (hakikaten süper). Closure‘a uğramadan iptal edilip giden birçok dizinin aksine, Netflix elini uzattı, orijinal kadro 10 yılın ardından bir araya gelerek, gayet keyifli bir şekilde, uzun zamanda diziyi sonuca bağladılar (ben bile o zaman yarım yamalak bilgimle seyredip mest olmuştum).
Geçen seyrettiğimiz bölümlerin birinde, Lorelai ile Sookie bir eğitim seminerinin çıkışında Sookie’nin eski ama o zamanlardan candan bir arkadaşı + onun bir arkadaşı ile karşılaşıyorlar: Sookie ile arkadaşı hemen coşkulu bir şekilde eski günlerden bahsetmeye koyulunca, Lorelai ve diğer oğlan da bir kenarda itilmiş kalıyorlar. Bunun üzerine Lorelai da, sanki o ikisi de eski arkadaşlarmış gibi hayali hatıralar üzerinden sohbet açıyor – gerçekten çok güzel bir sekanstı. Sonra gerçek durumu düşündüm: birbirleriyle ilk defa bir oyunda yer alacak 4 oyuncuya rolleri veriliyor — ikisi çok eski iki arkadaşı oynayıp eski günlerden bahsedecekler, diğeri ikisi de yeni tanışmış iki kişiyi oynayıp, diğer gruba nazire olarak anı uyduracaklar… İnsanlar (insanlık) tuhaf bir yaratık azizim…
Ah Luke ah… Sana hiçbir şey diyemiyorum. Düşmüşsün bir zalımın eline, gel diyor geliyorsun, git diyor gidiyorsun, zıpla diyor, ne kadar yükseğe? diye soruyorsun…
Emily’yi oynayan Kelly Bishop ile Richard’ı oynayan Edward Hermann, 1976’da -doğal olarak aynı gece- birbirlerini tanımazlarken daha, birer Tony almışlar, dünya garip, hayat tesadüfi. (Kelly Bishop, aynı zamanda Babe’i köşede bırakan kişi — kadıncağızın kızlarından yana yüzü gülmemiş anlaşılan!)