Pazardan beri Bilbao’dayım, kaç… 6 gün olmuş. Programlar üzerinde çalışıyorum, eski arkadaşları görüyorum, bir sürü iyi insan. Yoon Ha Lee’nin İmparatorluğun Aletleri (The Machineries of Empire) serisinin 3. kitabı Revenant Gun geçenlerde çıkmıştı, onu okuyorum, o gelince kaplumbağa hızıyla ilerlediğim başka “bir makine” kitabına (John Crowley – Engine Summer) ara verdim, iyi oldu.
Geçen Danel ve Txema ile buluştuk yıllardan sonra; daha geçen gün dünya iyisi Julen’le rastgetirip görüştük. Purolarımı depoladım, husniya’ya kavuştum, krallığım! Krallığım!
Dün Danel’le birlikte, Txema’yla buluşmaya giderken önünden geçtiğimiz pastanede bir keki görüp beğendim (İspanyollar keke “Biscocho”, bisküvite “galleta” diyorlar — galeteye ne diyorlardı ki, hatırlayamadım), kek ananaslı çıktı (bu aralar leziz ananas ve mango ve avokado tüketiyorum gönlümce). İspanyolcam hala beni kurtarır düzeyde: derdimi güzelce anlatabiliyorum, bana söylenenlerin %60’ından durumu kurtarabiliyorum (konuşabiliyorum, dinleyemiyorum) – en güzeli Noelia ile yaptığımız benim bozuk İspanyolcama onun bozuk İngilizcesiyle cevap verdiği sohbetler. Olatz ve Nerea bu dönemde burada değiller ama bir aksilik olmaz ise Gemma ile pazartesi görüşeceğiz.
Sunucuda çalışıyorum – geçen yaz geldiğimde daha çok sunucunun yükseltilmesiyle uğraşmıştım, bu sefer çok daha bilimsel takılıyorum: bugün Mois’le bir problem üzerine konuşurken çok ince bir çözüm aklına geldi, öyle mutlu oldum ki – çok ince bir espriyi anlayabilmenin verdiği keyfe eşdeğer bir duyguydu.
Çokluk deniz ürünleri (surumi, bonito (torik/palamut?), karides) kattığım şeyler hazırlayıp yiyorum, özlediğim peynir çeşitleri ile hasret gideriyorum. İspanya’ya ilk geldiğimizde -hem de Hollanda’dan geliyor olmamıza karşın- sütüne hayran kalmıştık, o hayranlık devam ediyor. 8)
Genelde kaldığım San Fransisco sokaktaki Blas de Otero yerine 2014’te Bengü ve Ece’yle geldiğimizde kaldığımız bbk talent’te kalıyorum (detaylı bilgiyi vaktiyle vermişim zaten).
Pazar günü öğleden sonra vardım Bilbao’ya, burada yaşadığımız yılların öğrettiği üzere “Bilbao’da haftasonları mutlaka yağmur yağar” yasası uyarınca hava yağmurlu idi ama ben taşıyıcı sistemin başında bavulumu beklerken iyice bozdu, bildiğiniz sağanağa çevirdi. Taksinin şöförü bile “sanırsın kış!..” diye tepki verdi ve sonrasında da iyi bir Basklı olarak o kaçınılmaz cümleyi sarf etti: “ama zaten bu kadar yağmasa bu kadar yeşil olamazdı…” (bir saniye – evet, canımdan çok sevdiğim Nergis Hanım vaktiyle onikiden vurmuş bu paragrafı:
Kuzey Avrupa’nın Havası Suyu
3 Eylül 2011 Cumartesi, 01:28Daha şimdi mail yazarken ben “Bugün hava güzeldi, plaja gittik Ece’yle.” diye, balkona astığım plaj havluları yağmur suyunu çekmiş, külçe gibi olmuş. Hava durumu haftasonunu yağmurlu gösteriyor (Yağmur: Bir Pazar Klasiği!). Avrupa havası şekerim, böyle buralar. Facebook’ta bir sayfa açtılar, bütün yaz onunla eğlendik: ‘Bask Ülkesi’nde yaz, yılın en sevdiğim günü’ diye. (Me encanta el verano en Euskadi. Es mi día favorito del año) “Bu sene yaz perşembeye düşüyor.” “Endülüslü komşum gökyüzünde sarı, yuvarlak bir şey olması gerektiğinden bahsetti, sıcakmış, bilmiyorum hiç görmedim.” “Hatırlıyorum da, bir keresinde üstüste iki gün plaja gitmiştim.” gibi şeyler yazıyorlar. Bugün biri demiş ki: “Yine yüzmek için harika bir haftasonu! İster havuza gidin ister sokağa çıkın.”
Sayfayı görünce şaşırdık biraz, genelde toz kondurmazlar memleketlerine. “Yine yağmur…” diyecek olsak, çok ciddi bir ifadeyle “Ama onun için böyle yemyeşil.” diyorlar. Bizim Karadeniz de yemyeşil ama basbayağı yaz da geliyor.
İki sene Hollanda havası görmüş bizler için ‘yaz’ diye ayrı bir mevsim olması bile sevinç kaynağı. Yine de İspanya deyince insanın aklına zil, şal ve gül, güneş, yelpaze filan da geliyor. Ama onlar için güneye inmek gerek. Zaten burası İspanya değil, Bask Ülkesi!
Nisanda bir konferans için İzmir’e gitmiştim, uzunca bir süredir emektar laptop’um delafe ile cebelleşiyorduk: marşı basmayan araba gibi, açılana kadar bin dereden su getiriyordu fakat bir kez açıldıktan sonra da sorunsuz çalışıyordu. Beni en fena koyduğu durum konuşmamın başlamasına bir dakika kalaya kadar açılmaması oldu diye düşünmüştüm, dönüşte havaalanında polisin çalıştırmamı istediğinde hiçbir şekilde çalışmamasıyla onu da aştı. Ben de Ankara’ya döner dönmez tamire götürdüm, ilk götürdüğüm her zamanki servis yapamadı, ikinci götürdüğüm servis içinde sıkışmış meblağı(!) çıkartmak suretiyle beni bu dertten kurtardı fakat dertlerim daha bitmemiş zira İspanya’ya gelmeme iki gün kala yine aynı alışkanlıklar tecelli edince, Mois ve Gotzon’a haber yolladım, “bilgisayarım su koyuverdi, lütfen bana oradan bir tane ayarlayın da akşamları da takılabileyim…” diye, onlar da sağolsunlar, bir tane MacBook ayarlamışlar – kaderin cilvesi işte, buraya (İspanya’ya) ilk geldiğimde de bir MacBook vermişlerdi de günlerce onunla cebelleşmiştim (bu sefer sadece bir günümü aldı alışmam, ya ben yaşlanıyorum/yumuşuyorum, ya Apple… 8), şimdi ondan yazıyorum (neyse ki klavyemle mouse’umu getirmeyi akıl etmiştim). Nergis Hanım sağolsun bilgisayarı yine aynı yere götürünce bu sefer geçen seferkinin 3 katı paranın sıkıştığını belirtmişler, mecbur verdik, ama bir daha aynı sorundan bozulmayacağından umutluyum (bendeki meali: “ilk seferde lehimlemiştik, anlaşılan tutmamış, bu sefer gerçekten parçayı değiştireceğiz, izci sözü”). delafe’yi alalı 6+ yıl oldu, dumanlar çıkarıp yansa yeridir, bir şey diyemem ama işte bu şekilde araz çıkarınca insan atmaya kıyamıyor: yukarıda marşı basmayan arabaya benzetmiştim, bu sefer de kapılarının kilidi açılmadığından hurdaya çıkan bir araba gibi – motor, şanzıman ve daha adını bilmediğim bir sürü sistem sapasağlam duruyor, gel de şimdi sırf içine binilmiyor diye vazgeç… yapamadım.
İyice çenem düştü, bir de son zamanlarda bir sürü yeni şey dinliyorum, yazayım istiyordum ama bu girişi burada bitirelim, gökten 3 tane elma düşsün…
Bengü’yle burada bir yerde yemek yemiştik, belki de aynı yer. Bize çikas demişti sahibi. :))
Chicas, guapas, … hakkınızdır. Cafe Bilbao, Bilbao bizim bildiğimiz kadarıyla Lekeitio’daki ilk yediğimiz yer haricinde (tamamıyla tesadüfi olarak keşfetmiştik, sonraki gidişlerimizde de yoktu), Txipirones’i (küçük kalamarlar) bütün olarak kızartan, her bir tek lokmayla bütün bir kalamarcığı yenebilecek şekilde servis eden tek yer. 8)
Diğer yerlerde satılan, “rabas” denilen kesilmiş kalamarlardan bulunuyor, onlar da canımız ciğerimiz tabii ki ama txipironesin midemizdeki yeri başka… 8) (kalamara ailecek düşkünlüğümüz olduğundan, yazları gittiğimiz bölgelerde kalamar popülasyonunun ciddi şekilde azaldığına inanıyorum 8)
“…guapas” demişken, İspanyolların “w” ile gayet ciddi bir imtihanları oluyor halkça. “ğuva” gibi bir okuyuşla telaffuz edebiliyorlar (hatta çok ilgiliyseniz bkz. 2011’de bu yaraya değindiğim yorumum ve janti bir fotoğrafım).
Geçen otobüsle misafirhaneye dönerken bir başka otobüsün üzerinde gördüm de hoşuma gitti: GUAI-FI! Guai “cool” gibi bir anlam barındırıyor; aynı zamanda işte bahsettiğim “W” özründen ötürü “wi-fi”‘ı pek çok Espanyolun seslendirmekte olduğu şekil.
(Baskçaya merhaba deyin! 8)
Guapo/guapa da, tıpkı “chico/chica” gibi ama daha çok yakın arkadaşlar için kullanılan bir hitap şekli. Buradaki ilk haftamda Danel kızlara “¡Hola guapas!” diye hitap etmemi salık vermişti de, işin içinde bir bit yeniği olduğunu sezip dememiştim (ille de Türkçe’de karşılık bulmak gerekirse “fıstık” olarak karşılayabilirim ama çok daha fazla kullanılan hali — küçük yeğene dendiğindeki gibi, kötü / rahatsız edici bir anlam içermiyor)
Arabalar ve bilgisayarlar benzetmesi üzerine xkcd, 15 Ağustos 2018!