Glow
Glow‘u seyrettik, peşinden Dangal geldi (bu da mı tesadüf? haydi bunu da açıklayın dadaistler!). 80’ler estetize edildiğinde ne kadar katlanabilir oluyor <hipster mode on>önemli olan onu bütün çiğliyle hatırlayıp, kabullenip her şeye rağmen sevgisi 8P </hipster mode off – ya da ben öyle sanayım>. Glow şu şekilde bir şey olarak estetize edilse de, kendini dayandırdığı aslı aslında böyle bir şey. Beğeneceğimizi, ilgileneceğimizi hiç beklemiyorduk, bizi şaşırttı – hele Kate Nash’in varlığı (ve hali) yılın sürprizi idi (o kadar olmasa da).
Allison Brie söylemeye artık gerek yok, her izleyen aynı şeyi söylüyor ama ben tanıyamazken, Nergis Hanım, aynısı işte ya!.. dedi ama ikimiz de oyunculuğunun zirvesinde olduğu konusunda hemfikir falan filan.
Bilbao & La la land
Oyunculuk demişken, hayatta da seyretmeyeceğimiz bir film olan La-La-Land bir punduna getirip bize kendini izletti, olay şöyle gelişti: Bilbao’daki iki haftam boyunca (bu arada geleneği bozmayalım, geleneksel misafirhane resmimizin bu seneki halini de alıntılayalım:
(evvelki sene bu zamanlar, burası için bkz. evvelki sene bu zamanlardaki girişim)
kapa parantez hayli verimli çalışıp, Coca-Cola light, süt, çay, deniz ürünleri ve bol puroyu koda ve fiziğe dönüştürdüm. Sabah 7 buçuktan sonra kalktığım veya gece 2’den önce yattığım pek azdır. Nerea’yla takvimlerimizi çakıştıramadık ama Olatz’ın Prag’dan üç günlüğüne memlekete döndüğü vakte denk getirdik, Noelia, Naiara ve Iñaki ile bir güzel görüştük. Her şey süper çalıştı, beklediğimiz/korktuğumuz hiçbir aksilik başımıza gelmedi, sunucumuzu 21. yy muassır sunucular mertebesine çıkardık, programlarımızı, algoritmalarımızı cilaladık, o gün bin atlı çocuklar gibi şen… neyse, yine aldım başımı uçtum gittim — diyeceğim oydu ki, işte bu yoğun çalışma temposu arasında youtube’den bilimum nadide eserleri icra eyliyorum, işte autoplay açık, bir anda bir filmden olduğu bariz olan neşeli bir take-on me cover’ı çalmaya başladı, baktım, La-la-land’den sekans imiş, meğer günümüzde geçiyormuş, meğerse aslında ne kadar parlak, eğlenceli, danone filanmiş. Ankara’ya dönünce, salonda oturuyoruz, bugün ne pişirsek? sorusunu o gün de bir şekilde cevaplandırmışız, bugün ne izlesek’e geçmişiz, Nergis Hanım’a ilgili sekansı gösterdim, aaa, hakikaten komik bir şeye benziyor, haydi bakalım. Neticede film başladı, adamlar kadınlar utanmadan sıkılmadan şarkı söyleyip dans ediyor, biraz daha şans verelim, film bitti, izlediyseniz sonunu söyleyeyim: sonunda Ryan Gosling’in karakteri Ümit Besen’e dönüşüp “Nikâh Masası”nı besteliyor, şarkı o kadar süper oluyor ki, Ratatouille’in sonunda yemek eleştirmeni Ego’nun, Remy’nin hazırladığı Ratatouille’i yemesi ile bir anda çocukluğunun en derin duygularına ışınlanması gibi, Emma Stone’un karakteri de bu şarkıyı (nikah masası) duyunca bir anda bütün mümkünlerin kıyısında öyle olmasaydı da böyle olsaydının en ince detayına bilincine varıp, Paris’te farelerin işlettiği bir jazz bar açıp, aristokediler tarafından parçalanıncaya kadar varlık gösteriyorlar. 8P
ODTÜ Malzeme & Metalurji
Dün birtakım işler güçler vesilesiyle ODTÜ Malzeme’yi ziyarete gittim, Ayşegül, Kadri Hoca, Güher, Mustafacan ve Hazar’la görüştük, öyle mutlu oldum ki (yaşlılık ilerliyor: Mustafacan ile Hazar’ın isimlerini hatırlayamadım öyle karşılaşınca, geçen seneden beridir isimleri aklımda tutamama derdinden muzdaribim… ama U. Eco’nun da dediği gibi: stat nomine prime rosa status complicated…). Bugün de fizik bölümüne gideceğim, Ece de benimle geliyor, o da Deniz’le buluşacak.
Nilgün Marmara & Defterler
Evvelki haftasonu bir düğün için bir buçuk günlüğüne İstanbul’da idik (düğün çok güzeldi bu arada, bir dolu akrabayla da hasret giderdik). Yarım serbest günümüzde Bengü’nün Levent’te bir işi olunca, biz de Ece ile beklemek için Kanyon’un yolunu tuttuk (sanırım ben liseye giderken açılmıştı Kanyon — gittim baktım: 2006’da açılmış, hiç de alakası yokmuş yani ama hiç gidesim olmadı, işte o gün de ilk defa mecburiyetten gittik). İki tane kitabevi var: Remzi ile D&R; D&R üst katta, orada Ece ile gezerken Nilgün Marmara’nın “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” kitabının yeni baskısını gördüm, niyeyse o anda almak istemedim, sonra döne dolaşa en alt kata inince Remzi’de canım çekti, onlarda da yokmuş, bir de ne zamandır alasımın olduğu “Yoktur Türkiye’de Gölgesi” Sezai Karakoç kitabı var, o da yoktu. Özetle o akşam çıktığımız bir haftalık Ilıca tatilimize kitapsız gittim (merak edenlere: “Breakfast of the Champions”a tekrar okumaya başladım, bir de belki Ece okur diye yanıma aldığım, çocukluğumda ilk okuduğum Baskan Yayınları BK kitabı olan Soğuk Duvarı’nı (Y.M. Loiseau) Ece okumayınca ben okudum 30 yıldan sonra 8) – bir de, şimdi listeden kontrol edince fark ettim, sırf Yoon Ha Lee’nin Ninefox Gambit’i bir yerde benzetildi diye aldığım sıkıcı ötesi The Quantum Thief’i (Hannu Rajaniemi) zorlaya zorlaya okudum).
Ne sayıklıyordum?.. Tamam, Nilgün Marmara’nın kitabını diyordum, tatil bitip de dönünce aldım (Armada D&R’dan – ilgili arkadaş kitabı sorunca “1 tane görünüyor ama sanırım bir saat kadar önce satıldı… yok, o Defterler’i idi, hatırladım şimdi” dedi, Defterler’i ne ki? dedim, benim bildiğim bir tek şiir kitabı var… Lale Müldür’ün “Defterler Kitabı” olmasın? dedim (gördüğünüz üzere Seriler Kitabı ile Kuzey Defterleri‘ni pek güzel birleştiririm (“mash-up”)). Kitabın iç kapağında da Nilgün Marmara bibliyografisinde “Defterler”i görünce, internetten baktım bu defterler ne diye, bir anda karşıma Gülseli İnal, Kağan Önal’lı dedikodu, entrika vs.. örgüsü çıktı. Özet gereksiz ama yazacağım: Nilgün Marmara intiharından evvel arkadaşlarına bir dosya bırakmış — “sadece daktiloya çektiğim bu şiirlerin yayınlanmasına onay veriyorum” mealinde bir notla. Arkadaşı Gülseli İnal, Marmara’nın mektuplarını, günlüklerini de yayınlamak istemiş, eşi Kağan Önal pek uygun bulmamış ama sonra yine de yayınlanması için teslim etmiş (kendisi şaire saygısından günlüklerini okumamış), bu günlüklerden Gülseli İnal, Ece Ayhan’la sanırım, yaptığı seçkileri “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla yayınlamış ama Everest de diyor ki, “bu iş böyle seçkiyle olmaz, ne varsa hepsini yayınlamak lazım”, bu noktada günlükler bazı kaynaklara göre kayboluyor bazılarına göre ise alıkonuluyor, sonuçta ortaya çıkmıyor. Benim bütün bu kargaşadan haberim olduğu tarihte (yani bu ay) ise olay çoktan çözümlenmiş, defterler, mektuplar ve notların hepsi bulunmuş, yayınlanmış. Üstüme vazife olmasa da aymazca bir tanıtım yazısı (“Kağıtlar”ın oradan):
Defterler’in önsözünde söylendiği gibi, Kağıtlar da aslında hiç yayımlanmamış olmalıydı. Okuyucunun, Marmara’nın Defterler’iyle birlikte bu Kağıtlar’ı da gün gelip başkaları tarafından okunacağını hiç düşünmeden yazdığını unutmayacağını umuyoruz.
oldu canım. (sad, angry face)
İTÜ
Orada (Kanyon’da) dolaşıp dolaşıp dolaşmaktan sıkılınca Bengü’den umudumuzu kesip, Ece ile ikimiz İTÜ’ye gittik, Tolgacığımı gördük, Aslı Hanımefendi’yle de hasret giderdik, Neşe Hocam yoktu, sevgili Esra’yla karşılaştık, her şey güzeldi. Tolga bir kopya eylemi ile ilgilenmeye gitmek sureti ile bizden tez ayrıldı (koskoca bir şerif yardımcısı olmuş), biz de zaten az durabildik (tatile çıkış vakti yaklaşıyordu).
Biriken bir dolu şey vardı, yaza yaza yaz geldi, dallara kiraz geldi, daha yazacaktım ama mürekkebim bitti.
Resim koyacaktım ben bir de, tatsız bir şekilde yazıyla ortak bir şeyi olan Deniz Bilgin aklıma geldi. Ece bu aralar LeGuin’in Yerdeniz Üçlemesini okuyor. Şimdi okusun, 5-10 yıl sonra bir daha okur, ne güzel!..
“bana kalbin kadar temiz bu sayfayı… ya da: içler dışlar çarpımı” için bir yorum