Ece geçen gün olası doğum günü hediyeleri konusunda bize yardımcı olabilmek için (iyi kalpli kızım benim, her şeyi düşünür!.. 8) bir liste teslim etti – birçok maddenin arasında sanal kısımda “Snapchat izni” dikkat çekiyordu.
Biz, üzerinize afiyet, biraz yaşlı olduğumuzdan snapchat’i duymuşluğumuz var, görmüşlüğümüz yok. O yüzden temkinli olarak “eğer twitter/instagram gibi özel modu varsa olur…” dedik (Nergis Hanım’a kalsa, dünyada olmazdı — onun bu gibi şeylere kronik Amiş tepkisi oluyor genelde, ben biraz daha (Mormonvari diyelim) esnek yaklaşabiliyorum. Anlamak için de benim telefona kurduk, çok komik filtreleri (orada “lens” deniyor) var, baktım, privacy modu da var, oluru verdik, Ece de sevinçle kurmaya başladı… zaten olanlar da o zaman oldu.
Standart soru: “Lütfen doğum tarihinizi girin…” / Akabinde gelen düşkırıklığı: “Üzgünüz, yaşınız küçük.” / Babaya soru: “Baba, yaş sınırı varmış, yaşımı büyük girebilir miyim?” / Babadan köhne cevap: “Biz bu ailede yalan söylemiyoruz” (böyle Amerikan çevirisi şeklinde söylemedim adamım, kahrolası Federaller beni böyle yazmaya zorluyor, anlıyor musun ha!)
Odasına gitti, kızgın kızgın, içli içli ağladı. Çocuk olmak böyle bir şey, sürekli bir çaresizlik (mevzu artık snapchat değil bu arada, birazdan içeriği de açacağım engin denizlere). Arkadaşlarının çoğu kullanıyor, çünkü arkadaşlarının çoğunun anne-babası için bu sadece aptal/gereksiz bir yasal takıntı, haberleri bile yoktur belki de, çocuk bas/geç deyip geçivermiştir. Sanki siz hiç merkezi bir sınava daha iyi çalışmak için / tatile gitmek için tanıdık bir doktordan rapor almadınız…
Biz hiç almadık. Hasta olmadığımız sürece, gerçekten gerekmediği sürece rapor almadık, çok garip gelebilir ama şimdiye kadar -hatırladığım kadarıyla- hiçbir işimizde araya bir tanıdık sokmadık. Bunları leblebi yer gibi rahatlıkla yapan sevdiğimiz, iyi kalpli dostlarımız var. Marifet diye söylüyor olmamız lazım ama hakikaten enayi gibi hissediyoruz nicedir. Ece’ye bir gün bile olsun “çok televizyon seyredersen gözlerin kare olur / kaba davranırsan taş olursun / yaramazlık yaparsan öcüler alır seni götürür” demedik, uzun yoldan, çok zahmetlice anlatmaya çalıştık neden bir şeyin öyle olmaması gerektiğini. Dün de Ece odasına çekilip ağlarken, Nergis Hanım’la birbirimizi kutladık ne kadar da erdem timsali olduğumuz için (sarkazm yapıyorum).
Siz on bin takla atıyorsunuz bir şeyi anlatmak, mantığını kavratmak için (çünkü ezber en kötü şeydir, araştıran, sorgulayan, irdeleyen dimağlar lazım bize blah blah), adam/kadın çocuğuna “yapma!” diyor, çocuk yapınca bağırıyor, dövüyor ve çocuk bir daha yapmıyor. Ama o çocuk da büyüyünce öyle oluyor işte… kime öyle oluyor tahmin edebiliyor musunuz? İpucu: kendi gibi birine değil.
Geçen dönem sonunda, öğrenciler projelerini sunuyorlardı, birçok grup vardı, haliyle kalabalık, kendi aralarında konuşmalarından çıkan bir uğultu. Sonra iki hoca arasında bir tartışma yaşandı, ortam gerildi, sonrasında iki buçuk saat boyunca çıt çıkmadı salonda – herkes bir dikkat kesildi, bir dikkat kesildi. Üniversite son sınıf.
Her zaman doğruyu söylemesem de, asla yalan söylemiyorum (söyleyemiyorum). Diyelim ki dünyadaki bütün problemleri çözebileceğim, eğer ki inanmadığım bir şeye inandığımı söylersem — başka hiçbir koşul yok. Ben söyleyeceğim, uzaylılar her şeyi halledecek ve sonra bir daha gelmemek üzere gidecekler / yahut daha da fenası, bir tane kapı var, arkasında “dünyadaki bütün sorunları çöz!” düğmesi, yalnız kapıda diyor ki: “bu kapıdan sadece -diyelim- dünyanın düz olduğuna inanan ve kabul edenler girmelidir”. Üzgünüm Dünya. Biz dost değiliz.
Daraldım yine. Sağolsun Eda bir çözüm önerisi getirdi şu snapchat olayına (kaç haftadır görüşemiyorduk arkadaşımla, nihayet bugün ortak bir müsait zaman yakalayabildik). Akşam Ece’nin de kafasına yattı bu çözüm, dur bakalım (çözümün ne olduğunu söylemeyeceğim).
Vaktiyle Steinbeck’in Winter of Our Discontent’i kapsamında değindiğim şu şey vardı:
“Yasadışı olmadığı ya da ilgili kanuna katılmadığınız sürece yaptığınız şeylerde sorun yoktur. Eğer kimseyi incitmiyorsa sorun yoktur. Ve eğer kanıksanmış ticari metotlardansa, yine bir sorun yoktur.” (1959’da Look dergisinin Amerikalılarla gerçekleştirdiği bir anketin sonucu)
Ne diyelim, nasıl geliştirelim? Eğer hemen herkes yapıyorsa sorun yoktur. Hemen herkes “de” bağlacını yanlış yazıyor, ya ne olacak, tek derdimiz bu mu kaldı bırak allasen!..
Geçen gün okuyacak bir şeyler ararken aklıma yıllar (20 yıl – 1997) öncesinden bir arkadaşımın (“Ç.”) beni yermek için özleştirdiği bir roman karakteri geldi (Lermontov’un “Çağımızın Bir Kahramanı” romanının kahramanı Peçorin). O zamanlar okumamıştım, bu zamanlar okuyayım artık dedim, okudukça Ç.’ye hak verdim. Aklıma bir de bol bol vaktiyle canıma defalarca kast etmiş Claude Sautet’nin Ayazda Bir Yürek filmi geldi paralellikleri ile.
Evvelsi gün kitap bitti, kitap listeme yazarken Lermontov’un nasıl yazıldığına baktım wiki’de, o sırada gördüm romanın (zaten tek romanı var Lermontov’un; romanını yayınladıktan bir sene sonra mı ne, düelloda öldürülüyor) Ayazda Bir Yürek’e ilham olduğunu.
Eski arşivleri açtım, Ç.’nin ilgili mesajını okudum, yine etkilendim. Sonrasında o yazıyı Mizan’da yayınlamayı önermişim (olay temmuzda geçiyor, Ç. ile mayısta, olaylı ve yıpratıcı şekilde ayrılmıştık); Mustafa/Mehmet reddetmiş, “Ahmet Altan olmaz yaw..” gibi bir gerekçe göstererek… Ahmet Altan? 20 yıl önce de ilkinde anlamamıştım, bugün de anlayamadım. Yazı Ahmet Altan’ın, “Geceyarısı Şarkıları” kitabından “Ten ve Hüzün” başlıklı bölüm imiş meğer. Ç. de belirtiyor zaten ama işte anlayamıyorum bir türlü. (epigraf bir süredir göçük olduğundan oradan paylaşamıyorum ama şuradan okuyabilirsiniz). Ç.’nin yazdığını düşündüğümde epey etkileyici & kişisel olan yazı, Ahmet Altan’ın imzasıyla yetersiz sayıklamalar olsa da, işte hikayem buydu.
Ayazda Bir Yürek üzerine Uğur Kökden’in Adam Sanat’ta yayınlanan bir yazısını alıntılamıştım, onu da okudum yıllardan sonra, o da Peçorin bağlantısını ıskalamıyor, hatta Debussy -> Ravel geçişiyle filan üstüne epey de uçuyor (yazısını tâ o zaman ilk okuduğumda da beğenmemiştim, şimdi de biraz, eh işte / iyi şeyleri yakalamış ama çoğu zaman uçuyor).
Sonrasında günlüğümü açtım (1991’de tutmaya başlamıştım, 1996’da dijital ortamda tutmaya geçmiştim — az evvel meraktan baktım, son girişi 24 Aralık 2005 tarihinde yapmışım ama işin doğrusu, 2005’te bu blogu açtıktan sonra epey nadirdir günlük girişlerim. Neler geçmiş başımdan, okudum, hatırladım, bir sürü şey (bir sürü şey!). Çok şükür iyi oldu sonunda (bugün ben bile inanamadım – Vanilla Sky mı desem, Abre Tus Ojos mu, bilemedim). Ç. ne yapıyordur acaba düşündüm, Hande’ye yazdım, Mustafa’ya yazdım. Yarın yüklüce bir yazı paketini Mustafa’ya göndereceğim, biraz da o efkârlansın. Sonra Ankara’ya gelecek, beraber demleniriz artık.
“Calvin, Prensipler, ve 20 yıl öncesi.” için bir yorum