Depeche Mode’un çaylaklık zamanları hoştur. Yıllarca, zorlukla elde edilmiş onca karizma bir anda gidiverir. Zaten benim diyeceğim de o değil, bu:
Geçen gün nihayet Cixin Liu’nun üçlemenin son kitabı olan Death’s End‘ini okudum, bu aralar Barış sağolsun Kentucky Route Zero‘yu oynuyorum (keşke Bahar da bir bakabilse… diyorum ama sırf bunu söylemek için de rahatsız etmek istemedim). Bir yandan da aralarda dışarıya bakıyorum.
Lafı daha fazla dolandırmadan: bir mimarlık bölümünde hoca öğrencilere bitirme projesi olarak bir bina tasarlamalarını istemiş. Epey tembel bir hoca olduğundan öğrencilerinin projelerini gerçekleyip, öğrencilerinin hafızalarından konuyla ilgili yerleri silip, her bir öğrenciyi kendilerinin tasarladığı işbu evlerde yaşatmaya başlatmış. Bir süre geçtikten sonra, öğrencilerinden kendilerinin yaşadığı evlerinin tasarımlarını değerlendirmelerini istemiş.
Bir ara bu yönde düşünüyordum ama hayır, yine default, ceza kolonisi modelime döndüm. Hem Kant ne de güzel demiş:
Aus so krummem Holze, als woraus der Mensch gemacht ist, kann nichts ganz Gerades gezimmert werden.
Ne zamandır (aşağı yukarı Şopi’den beri) Kant’a başlayasım vardı, erteliyordum, geçen gün neredeyse başlayacaktım, sonra aklıma vaktiyle bir arkadaşımın yıllar yıllar evvel bahsettiği Peçorin geldi (Lermontov – Zamanımızın bir kahramanı), ben de onu okumaya başladım yerine. Nihayetinde Kant 200 yıldır bekliyor, bir-iki yıl daha beklemekten sıkılmaz herhalde.
İyi şeyler de oluyor aslına bakarsanız. Mesela dün Rogue One evde seyredilebilecek formatta çıktı, sonra favori radyo kanalım BBC 3, Red Nose Day vesilesiyle süper bir yapıtla tanıştırdı beni, inanmazsınız, sevgili hemşirem ‘Ande (ki bana opera & klasik müzik zevkini aşılayan kişidir — hemşire/aşı kelime oyunu oldu ama kasıtlı değildi bu arada) bile beğendi (ikimizin de aynı şeyi beğenmesi çok çok nadir gerçekleşen bir olaydır). Ne mi? Şöyle bir şey o da: P.D.Q. Bach‘ın Iphigenia in Brooklyn‘i. Red Nose Day demişken, Richard Curtis’ten de Love, Actually özel geliyor, aylardır bekliyorduk. Sonra Uncle’ın ve Catastrophe’nin (& Just Add Magic’in) yeni bölümlerine de nihayet ulaşabildim. Daha ne olsun? (Vonnegut demişken: Breakfast of the Champions’a yeniden başlamıştım, tadına vara vara okuyorum şimdi — bir giriş & bağlayış bu kadar mı güzel, yumuşak yapılabilir! Ayrıca, Vonnegut demişken, dün Iphigenia in Brooklyn‘deki düdüklerden esinle ben de bir şeyler düttürüyordum ki, onları kaydedip, Whatsapp’dan Emir’e gönderesim geldi. İnsanın düttürü seslerini gönderip, gayet normal karşılanacağını bildiği arkadaşları olması ne güzel!) <– parantez açmış mıydım, emin olamadım.
Bu giriş burada bitiyor (bitsin) artık. Madem ki Depeche Mode’la açtık, onlarla kapayalım. Bir başka eşek sıpalarının (geçen gün Joshua Tree’yi açtım dinledim, ahh ahh!) şarkısını hakikaten hakkıyla yorumladıkları haliyle bir sonraki girişimizde buluşmak üzere…
Depeche Mode – So Cruel (klip montaj)
Klasik müzik ve operada ne zaman zevklerimiz tutmadı la? Benden habersiz Wagner mi dinliyorsun yoksa?
Onda %100 tutuyor ama kaynağı sen olduğundan zaten gayet normal, şaşılacak bir şey yok.. 8)
Şimdi yukarıda yazdıklarımı okudum, evet, tam aksi anlam çıkıyor, sen haklısın.
İiificınaya iiificınaya naya naya naya.
noseknows running / only the runningnoseknows…Ben de ilk dinlediğimde öyle anladım. :))
bahar ben miyim? neye bakacağımı anlayamadım, bakayım.
Ta kendisisiniz efendim, zaten ne de güzel demiş Miranda July: “No one belongs here more than you” (tabii bu bizim şimdiki durumumuzda biraz/epey/ultra/maksi/giga- abartı olmuş olabilir ama ne gam!
Neyse, diyeceğim odur ki, şöyle bir oyuna bulaştım ben: Kentucky Route Zero — oyun oynatabilecek bir ortamınız ve hevesiniz varsa epey indie bu oyuna bir bakın derim. Hatta vaktiniz varsa, önce videosuna, sonra tanıtımına (The Guardian, Rock Paper Shotgun) bakın, öyle karar verin derim.