Başlığı “gerçek” diye yazınca insanın aklına hemen işte “zor gün dostu”, iyi, süper, goody two-shoes vs. ya da daha da acıklı olarak “hayali-olmayan arkadaşlar” gelse de, bugün burada toplanmamızın nedeni bu değil (arkadaşlar). Kast ettiğim şey hakikaten de kanlı-canlı, fiziksel olarak aynı ortamda bulunabildiğiniz, birbirinizin yüzüne bakarak sohbet edebildiğiniz arkadaşlar (evet, hakikaten o derecedeyim).
Tabii övünmek belki de ayıp bir şey ama yine de geçmişte de çok kereler tekrarladığım üzere, çok şükür birçok iyi arkadaşım var, onlardan da üç tanesi: Barış, Georgina, Nerea. Ama gel gör ki, hemen her gün iletişim halinde olsak bile, biriyle en son aynı ortamı 4 sene önce, diğeri ile 2 sene önce paylaştık (biriyle nispeten daha yakın zamanda görüştük, o yüzden dramatik etkiyi bozmamak için ikide kestim).
Hacettepe’de sağolsunlar, iki tane arkadaşım var: Eda ile Pınar Hanım. Eda ile tâ pedagojik eğitim (“eğiticilerin eğitimi”) sırasında tanıştık, Pınar Hanım’la da sabahları birlikte servisi bekleye bekleye tanıştık, arkadaş olduk ama işte Hanım ile Bey eklentilerinden bir türlü kurtulamadık, bâki kaldı bu kubbede.
Salı – Cheesecake
Eda ile doğum günlerimiz yakın, tâ ne zamandan birlikte kutlayalım, birimiz (Eda) meşhur cheesecake’inden yapsın, diğerimiz (ben) de elmalı turtasından diye kararlaştırmıştık ama işte doğum günleri ramazana denk gelince (hayır, ramazan efendi doğum günlerimize denk gelince), ben de epey bir oruçlu olduğumdan erteledik, erteleye erteleye geçen hafta salı gününe denk getirdik. O gün Ece de, Pınar Hanım’ın kızı sevgili Ada da benimleydi, kalktık gittik Eda’nın bölüme, bir güzel cheesecake’imizi yedik, çok afiyet oldu. Şapkamı Eda’nın bölümde unutmuşum, akşam sağolsun Eda servise getirdi, o vesileyle Pınar Hanım’la da tanışmış oldular.
Çarşamba – Cordon Bleu
Çarşambaları genelde Nadire geliyor sabahtan, öğleye kadar haftalık çalışmamızı yapıyoruz. İki sene kadar önceydi, ODTÜ’deyken Selçuk ellerindeki bir deneysel problemle gelmişti, simülasyonda problemin kaynağını/çözümünü bulabilir miyiz diye Nadire ile o konuda da çalışmaya başlamıştık, hâlâ da çalışıyoruz. İşte çoktandır görüşmüyorduk, durumu bir güncelleyelim, makaleyi birlikte gözden geçirelim diye Selçuk da bize katıldı, oradan da Beyaz Ev var, Hacettepe’nin güzel bir lokantası, oraya geçeriz demiştik; öğleden sonra da Hande uğrayacaktı, biraz VESTA ile bir şeyler yapacaktık, hep birlikte buluşalım dedik, öğlen işte Hande, Selçuk, ben, Ece, Ece’nin arkadaşı Doruk birlikte toplandık, sonrasında kahve kısmına Eda da katıldı, çok güzel vakit geçirdik.
CUMA – Şeytan Çikolata Giyer
Salı günü Eda cheesecake yapınca, ben de cuma elmalı turta yapayım demiştim, ama Pınar Hanım’ın da bana nicedir Cafe Fernando’nun Şeytan Çikolata Giyer / Devil’s Food Cake sözü vardı, bu vesileyle cuma günü onu yapmayı teklif etti, iyi ki de etmiş zira cuma günü, o en çok sevdiğim saat olan “çay vakti” zamanı bölümde toplandık (Pınar Hanım, Eda, ben, Ece, Ada, sonradan Süheyla Hoca da bize katıldı), o nefis pastayı bir güzel paylaştık, güzel güzel hoşbeşimizi de yaptık. 8)
Burada bitti sanıyorsunuz ama değil, zira:
PAZARTESİ – Elmalı Turta
Pazar günü marketten seçe seçe elmaları aldım, akşam / gece turta yapımına başlandı. Müge ile Rûken’e sözüm vardı, güzelce pişirdim, bölüme getirdim. Pınar Hanım erken çıkacaktı, o yüzden 3 gibi Eda, Pınar Hanım, ben toplandık, 4 gibi de Mügelerle bir sefer daha yapacaktık ama kısmet… o üçteki toplantıda turta bitiverdi (güzeldi de hani şimdi kendim yaptım diye övünüyor olmayayım ama öyleydi işte) – 4’e kalmayınca epey bir mahcubiyet yaşadım ama sağolsun Mügeler de epey olgun davrandılar (sözüm söz, o turta elbet yapılacak!). Yine sohbet, yine sohbet…
Yediklerimiz bizim olsun, ama onlar da gerçekten sohbete bir başka tat kattılar. Diğer arkadaşlarımı da özledim: insan hep sanal ortamlarda iletişime geçe geçe, fiziksel olanın da farkını unutuyor (ve daha bir sürü ağlak cümleler…) Ne desem boş, elden bu kadar geliyor, imkânlar, eğitim şart… 8(
Take a walk down memory lane with me
Past a watermelon stand on the way
Thinking I had everything we'd need
on Martha's Foolish Ginger
You were late
How could I forget what you said-
the part about that
"Love taking over your life"
was not your plan
If those harbour lights had just been a half a mile inland
who knows what I would have done
If those harbour lights had just been a half a mile inland
who knows what I would have done
Through the cliffs
out of the Bay I went
From the starboard side
I could black my visions and my passions-
They keep me awake
Birçok şey. Öncelikle, defeatism (tabii ki!):
Lady Violet, Downton Abbey ladies & gents!.. Bugünlerde (son iki gündür), Barış’ın tavsiyesiyle, evvelden pas geçtiğim, Rick & Morty’leri izliyorum — bir sohbet sırasında Barış bana Rick & Morty’nin bir sorunu çözemeyişlerinin ardından, sorunu çözüp, hemen akabinde öldükleri gerçekliğe (“reality”) gidip, oradan devam ettikleri bölümden bahsetmişti (S01E06 – “Rick Potion #9”). O bölümden iki bölüm sonra bir kriz anında Morty Summer’a bunu anlatır:
- Can I show you something?
- Morty, no offense, but a drawing of me you made when you were 8 isn't gonna make make me feel like less of an accident.
- That, out there? That's my grave.
- Wait, what?
- On one of our adventures, Rick and I basically destroyed the whole world. So we bailed on that reality, and we came to this one. Because in this one, the world wasn't destroyed. And in this one, we were dead. So we came here, a-a-and we buried ourselves, and we took their place. And every morning, Summer, I eat breakfast, 20 yards away from my own rotting corpse.
- So, you're not my brother?
- I'm better than your brother. I'm a version of your brother you can trust when he says, "Don't run". Nobody exists on purpose, nobody belongs anywhere... everybody's gonna die. Come watch TV.
R&M, S01E08 - Rixty Minutes (bunu yazdıktan sonra Smiths'in "Reel Around the Fountain"ını dinlemek farz oldu, 3 kere dinledim ben de bu arada)
Ah, ne kadar komik bir çizgi-film şu Rick & Morty! <gözünden yaş gelir…>. Umut verici bir şey, Gaiman’ın Bin Kedinin Rüyası‘nda olduğu gibi, yeterince inananı olursa, paralel evrenler, multiverseler de mümkün. Dr. Strange’in yeni tanıtım filmi çıkmış Comic-Con’da, onda da söylüyorlar hem, tabii ki!
Limitler zorlanıyor, sürekli bir test. Geçen gün bir tanıdığıma “bu dünyaya 10 üzerinden kaç verirdin?” diye sordum da, “günaha sokma beni…” cevabını verdi. Ama sonradan hatırladım ki, ben olayı çözmüştüm ki zaten (spoiler: Bruce Wills filmin başından beri ölü)
İki tane alıntılayacağım şey vardı, haydi Robert Graves’in “I, Claudius”undan Caligula’nın imparator oluşuna dair kısmı da sayalım, üç olsun, üşendim. Üşenmemeliyim halbuki, değil mi, aydınlanma, bilginin mutlak iyiliği erdemi vs… Buyrunuz o halde:
Caligula was twenty-five when he became Emperor. Seldom, if ever, in the history of the world has a prince been more enthusiastically acclaimed on his accession or had an easier task offered him of gratifying the modest wishes of his people, which were only for peace and security. With a bulging treasury, well-trained armies, an excellent administrative system that needed only a little care to get it into perfect order againfor in spite of Tiberius' neglect the Empire was still running along fairly well under the impetus given it by Liviawith all these advantages, added to the legacy of love and confidence he enjoyed as Germanicus' son, and the immense relief felt by Tiberius' removal, what a splendid chance he had of being remembered in history as "Caligula the Good", or "Caligula the Wise", or "Caligula the Saviour"! But it is idle to write in this way. For if he had been the sort of man that the people took him for, he would never have survived his brothers or been chosen by Tiberius as his successor.
Robert Graves, "I, Claudius"
As I write, the President of the United States is a former Hollywood movie actor. One of his principal challengers in 1984 was once a featured player on television's most glamorous show of the 1960s, that is to say, an astronaut. Naturally, a movie has been made about his extraterrestrial adventure. Former nominee George McGovern has hosted the popular television show "Saturday Night Live". So has a candidate of more recent vintage, the Reverend Jessee Jackson.
Meanwhile, former President Richard Nixon, who once claimed he lost an election because he was sabotaged by make-up men, has offered Senator Edward Kennedy advice on how to make a serious run for the presidency: lose twenty pounds. Although the Constitution makes no mention of it, it would appear that fat people are now effectively excluded from running for high political office. Probably bald people as well. Almost certainly those whose looks are not significantly enhanced by the cosmetician's art. Indeed, we may have reached the point where cosmetics has replaced ideology as the field of expertise over which a politician must have competent control. (...) To take an example closer to home: as I suggested earlier, it is implausible to imagine that anyone like our twenty-seventh President, the multi-chinned, three-hundred-pound William Howard Taft, could be put forward as a presidential candidate in today's world. The shape of a man's body is largely irrelevant to the shape of his ideas when he is addressing a public in writing or on the radio or, for that matter, in smoke signals. But it is quite relevant on television. The grossness of a three-hundred-pound image, even a talking one, would easily overwhelm any logical or spiritual subtleties conveyed by speech. For on television, discourse is conducted largely through visual imagery, which is to say that television gives us a conversation in images, not words. The emergence of the image-manager in the political arena and the concomitant decline of the speech writer attest to the fact that television demands a different kind of content from other media. You cannot do political philosophy on television. Its form works against the content.
Neil Postman, "Amusing Ourselves to Death"
Şimdiki alıntının biraz daha rahat anlaşılması için ön bilgi: Kahneman, insan beyninin karar verme aşamasında başlıca olarak iki sistemin rol oynadığını öne sürer: 1. sistem eldeki/göz önündeki imkanları kullanarak hızlı karar veren, düşünme eylemini çok tetiklemeyen ve hayatımızdaki baskın sistem olup, 2. sistemse, analitik olarak tartıp biçtiğimiz, ince eleyip sık dokuduğumuz vs vs.. ama çok tembel olan, bu yüzden de ilkine göre nadiren devreye giren sistem olmakta. Bu benim anlatırken “birincisi kaka, ikinci cici” şeklinde değil — sözgelimi araba sürerken ikincisi devreye girse 10km/saat ile bile gidiyorken paniklememiz an meselesi. Hayatta kalmamızı çok büyük oranda 1. sistemi kullanıyor olmamıza borçluyuz ama o da bazen -hemen her zaman- boyundan büyük işlere kalkıyor, 2.’nin önüne geçiyor, ikinci de gerçi dünden razı tembelliğinden…
For a specific example of a basic assessment, consider the ability to discriminate friend from foe at a glance. This contributes to one’s chances of survival in a dangerous world, and such a specialized capability has indeed evolved. Alex Todorov, my colleague at Princeton, has explored the biological roots of the rapid judgments of how safe it is to interact with a stranger. He showed that we are endowed with an ability to evaluate, in a single glance at a stranger’s face, two potentially crucial facts about that person: how dominant (and therefore potentially threatening) he is, and how trustworthy he is, whether his intentions are more likely to be friendly or hostile. The shape of the face provides the cues for assessing dominance: a “strong” square chin is one such cue. Facial expression (smile or frown) provides the cues for assessing the stranger’s intentions. The combination of a square chin with a turned-down mouth may spell trouble. The accuracy of face reading is far from perfect: round chins are not a reliable indicator of meekness, and smiles can (to some extent) be faked. Still, even an imperfect ability to assess strangers confers a survival advantage.
This ancient mechanism is put to a novel use in the modern world: it has some influence on how people vote. Todorov showed his students pictures of men’s faces, sometimes for as little as one-tenth of a second, and asked them to rate the faces on various attributes, including likability and competence. Observers agreed quite well on those ratings. The faces that Todorov showed were not a random set: they were the campaign portraits of politicians competing for elective office. Todorov then compared the results of the electoral races to the ratings of competence that Princeton students had made, based on brief exposure to photographs and without any political context. In about 70% of the races for senator, congressman, and governor, the election winner was the candidate whose face had earned a higher rating of competence. This striking result was quickly confirmed in national elections in Finland, in zoning board elections in England, and in various electoral contests in Australia, Germany, and Mexico. Surprisingly (at least to me), ratings of competence were far more predictive of voting outcomes in Todorov’s study than ratings of likability.
Todorov has found that people judge competence by combining the two dimensions of strength and trustworthiness. The faces that exude competence combine a strong chin with a slight confident-appearing smile. There is no evidence that these facial features actually predict how well politicians will perform in office. But studies of the brain’s response to winning and losing candidates show that we are biologically predisposed to reject candidates who lack the attributes we value—in this research, losers evoked stronger indications of (negative) emotional response. This is an example of what I will call a judgment heuristic in the following chapters. Voters are attempting to form an impression of how good a candidate will be in office, and they fall back on a simpler assessment that is made quickly and automatically and is available when System 2 must make its decision.
Political scientists followed up on Todorov’s initial research by identifying a category of voters for whom the automatic preferences of System 1 are particularly likely to play a large role. They found what they were looking for among politically uninformed voters who watch a great deal of television. As expected, the effect of facial competence on voting is about three times larger for information-poor and TV-prone voters than for others who are better informed and watch less television. Evidently, the relative importance of System 1 in determining voting choices is not the same for all people. We will encounter other examples of such individual differences.
System 1 understands language, of course, and understanding depends on the basic assessments that are routinely carried out as part of the perception of events and the comprehension of messages. These assessments include computations of similarity and representativeness, attributions of causality, and evaluations of the availability of associations and exemplars. They are performed even in the absence of a specific task set, although the results are used to meet task demands as they arise.
Daniel Kahneman, "Thinking Fast and Slow"
Bana hiç bakmayın — ben, daha önce de bir ihtimal söylemiş/yazmış olacağım üzere, birbirini tanımayan bir dolu insanın metroda birbirlerini öldürmeden, etkileşime geçmeden nasıl olup da bir noktadan bir noktaya gidebildikleri medeniyet seviyesine ulaştıklarına bile şaşakalan bir kanaat seviyesine sahibim bütün insanlık hakkında.
Hazır ahkâm çeşmemi açmışken (ki, dikkatinizi çekerim, henüz alıntılar dışında pek bir şey de yazmış değilim henüz), değinmek istediğim bir konu daha vardı (William Faulkner’ın “Barn Burning” hikayesi üzerinden açılacaktım) ama değinmeyeceğim (özetle: yazının başından bu yana kararımdan döndüm). Faulkner demişken: dün Levent’le, Almodovar yakın zamanda bir şey yapmış mı diye bakınıyorduk ki, Alice Munro’nun hikayelerinden bir film çekmiş olduğunu gördük (Julieta (2016)).
Başka ne yazacaktım? Yazmak yerine bahsedeyim de bitireyim… Hatırlayamadım. Hafıza kolaylıkla değiştirilebilen, güvenemeyeceğiniz bir şey. Öyle fena deneyler öğrendim ki insanın hafızasının, karar verme yeteneğinin (yetenek değil de, başka bir şey deniyordu buna… meziyet miydi ki? — yok mekanizmaydı aklımdaki sanırım) ne kadar da kaypak olduğuna dair. Bir de Strugatsky’lerin Roadside Picnic kitabından bahsedecektim – doğrudan kitaptan değil de, orayla ilgili bir şeylerden, o da gitti aklımdan, aman, neyse. (o sırada alternatif evrende…)
-Kendimce- İç karartıcı yazılar yazınca, görev edineyim, bir dansla bitireyim. Öyleyse bugünkü dansımız seyretmemiş olduğum Hal Hartley’nin Simple Men (1992) filminden tüm frustrated gençliğe (siz nasıl diyoğ?…) gelsin (çalan şarkı: Sonic Youth – “Kool Thing”):
Özellikle yaşlı hocalarda beni hala şaşırtan bir idealizm var. Bir umut, her zaman için bir çözüm olabileceği inancı.
Bende ondan yok. Belki duymuşsunuzdur, Anthropocene diye bir terim çıktı: buzul, cilalı-taş gibi, bir çağı anlatmakta kullanılıyor. İnsanın dünya üzerinde epey derin izler bıraktığı bir çağı. Bir başka terim daha var (Schopi iyi bilir bunu) ama yazmıyorum. Buzullar eriyor, dünya batıyor — George Carlin diyor ki “dünya yine burada olacak, ama biz o dünyada olur muyuz, bilemem — hem belki de bizim burada bulunmamızın tek nedeni dünyanın plastiğe ihtiyacının olmasıydı.”. Bitsin de gidelim.
Sonra diyorum ki, ne insanlar geldi geçti: tamam, sevmem etmem ama Sartre; bilmediğim, bir türlü öğrenemediğim Beckett, benden on bin kere daha zeki, daha duyarlı nice insan (İlhan İrem), ilk defa metroya binmişçesine birbirleriyle yüksek yüksek tepelerden konuşan bakımlı yaşlı teyzeler… Ben bir hissediyorsam, onlar yüzbin hissediyorlar, nasıl dayanıyorlar? Ben nasıl dayanıyorum? Teyzeleri ve İlhan İrem’i pas geçersek, onların da işlerin iyi olacağına dair zerre kadar bile umutları ya da inançları yok. Benim tuttuğum yol, haddim olmayarak Kurt Vonnegut’un yolu. Makroya takmayıp, mikroda elden geldiğince yaşamak. Bu yol zor – insan Hopper’a, Carver’a kayıyor; dudağının kenarındaki tebessüm bir anda siliniveriyor.
Bakın, size daha önce bahsettim mi bilmiyorum ama geçen sene harika bir kitap okudum: John Crowley’nin Little, Big‘ini. Şimdi konusuna bakarsanız “periler falan filan…” bir şeyler göreceksiniz, bir şey diyemem. Azıcık spoil geliyor. Kitap gayet güzel, dertsiz tasasız giderken, bir anda pat diye (tarihten) bir tiran çıkıveriyor, güçleniyor, eziyor… Kitap tatsızlaşıyor gibi oluyor (bu konuda bkz. Atilla Atalay’ın “Bid Bid Zelha” hikayesi) sonra bir anda… bir anda sorun çözülüyor. Deus ex Machina ama zaten HHGTTG’de de kedili yazarı ziyarete gitmiyorlar mıydı, daha ne gerek?
Bir gün oturacağım ve deneyeceğim, doğrusunu isterseniz hayatımdaki en büyük hedeflerden biri bu: hiçbir şeyin kötü gitmediği, okuru kötü gidecek diye endişelendirmediği bir hikaye yazmak. Adı “mutluluk” gibi bir şey olacak (herhalde bu, edebiyatta adı “mutluluk” olup da, gerçekten mutluluğa dair bir şeylerin olduğu ilk eser olur). Yapması çok zor da değil; rahmetli Iain M. Banks “Inversions”da örneğini verip, yolunu göstermişti. Belki o zaman gökten bir deus ex machina da bizim başımıza düşer.
O zamana kadar nasıl mı baş etmeli? O zaman dans! Renk! (enter Igor Moiseyev)
Hazır dersler bitti, yoğunluk azaldı, ben de uzunca bir süredir ertelemekte olduğum blogu wordpress’e taşıma işini tamamlayayım dedim, bu da onun test mesajı.
Birkaç test daha:
Bir zamanlar Etrigan adında bir şey… varmış.
11 yıllık guben blogger’a sql injectorlar musallat olunca, sevgili patronun sözünü dinleyip, wordpress’e geçtim. WordPress garip, her şey için bir eklentisi var, bunu öğrenene kadar epey içim sıkıldı ama neyse.
Yazın Yasemin iki tane kitap önermişti bana: Felix J. Palma – "The Map of Time" (El mapa del tiempo) ile Carlos Ruiz Zafón – "Shadow of the Wind" (La sombra del viento). Hem bilimkurgu, hem İspanyol yazarlar, daha ne olsun!
Çoktandır en favori kitaplarımdan John Crowley’nin "Little, Big"ini tekrardan okumayı istiyordum, şöyle derli toplu, sakince… araya birkaç kitap aldım, Palma’nın kitabı birbirleriyle bağlantılı üç hikayeden oluşuyordu, pek sarmadı, ilk hikayeyi bitirene kadar sabredip bıraktım.
Büyülü gerçekçilik, "Gabo" Marquez’e filan hep mesafeliyimdir. Borges’i severim, Ernesto Sabato’nun Tünel‘i beni yerden yere vurmuş ender kitaplardandır (vardır böyle birkaç tane daha). Zafon’un kitabını sevmemem lazımdı ama kitap sardı beni çünkü İspanya’da geçiyordu (gerçi mutsuz Franko döneminde) ve karakterler çok yakından tanıdığım, kafamda bir tebessümle canlandırabildiğim tiplerdi. Böyle böyle okudum, ortasından sonra maskeler düştü, yazarın aslında kofti olduğu da ayyuka çıktı ama ses etmedim, çaktırmadım, kitabı bitirdim, merak edene tavsiye bile edebilirim.
Geçtim bunları, geçen gün nihayet Little, Big’e başladım, bir içim su (a long drink of water… 😉 Ne güzel kitaplar, dostlar var dünyada!
Konuyu değiştirelim ama yazasım kaçmış, kısa keseceğim. Bioshock 2’nin harika müzik düzenlemesini yapan adam Scott Bradlee diye bir adam (bu müzik düzenleme işinde bir favorim de Trent Reznor’dır bu arada), onun "Postmodern Jukebox" adında, günümüz hitlerini eskinin tarzıyla yorumladığı bir de güzide grubu var ailecek sevdiğimiz, işte geçen gün tesadüf eseri turneye çıkacaklarını ve turnenin son ayağının Ankara olduğunu öğrendik, hemen bir heves bilet almak için tıkladık, daha hala Ankara biletleri satışa sunulmamış (Ahmet San’a az giydirmemiştik İnönü Stadı’nın kapılarında beklerken! 8) — Vişnelik çim amfide olacakmış bu arada), haydi bakalım.
Bu dönem rahatım ders açısından, bu demektir ki bol bol çalışma ilim irfan excelsior! 8) Dün son başvuru tarihi dünün mesai saati olan bir şeye 16:40’da başvurumu tamamladım, haydi hayırlısı; bir de bu dönem (Nisan) doçentliğe başvurmayı düşünüyorum, korkunun ecele faydası yok, giderek daha da akıllı, bilgili hale de gelmiyoruz ("gençleşmiyoruz"un akademik karşılığı). Bir de günün bilimsel olayı: sabah kahvaltı ederken Nergis Hanım bana Yerçekimsel Dalgaları, LIGO’yu sordu, ben de "uzayı gergin bir çarşaf olarak düşünüp üzerine bir bowling topu…" şeklindeki klasik "layman’s terms" ile anlatmaya başlamıştım ki "Ph.D. Comics’teki (gerçi o "Piled Higher and Deeper") açıklamayı okudum, sen bana daha detaylı olarak anlatır mısın?" dedi, ben de dumur oldum (bu arada, ben daha görmemiştim ilgili Ph.D. Comics şeysini… Sen misin Emre Bey binalar falan filan diye ara ara mimarlara ahkam kesen!
Shut Up and Dance’in filmlerden sahnelerle hazırlanmış o muhteşem videosunu Sony kaldırtmış, sağolsun Barış bana Vimeo’dan buldu. Bu aralar Linzey Rae’nin yorumunu daha fazla dinliyoruz bu arada. Bir de bugün arabada giderken Radyo ODTÜ’de de çaldılar — ayrıca şimdi bu satırları yazarken öğrendim ki (o my, o my…) şarkı benim sandığımın aksine 80’lerden değil de, 2014 yılındanmış! Bugün Migros’ta dergi standında bir derginin arkasında Bioshock’un kitabının reklamını gördüm, elime alınca derginin bizim çocukluğumuzun Blue Jean’i olduğunu ve 80’ler özel(?) sayısı yaptıklarını gördüm (bunu da gördüm). Blue Jean 83-84 gibi bir zamanda çıkmıştı (85?) ilk sayısında gitar şeklinde rozet/iğne vermişti, her sayısında bir hediye, çıkartmalar ve posterler verirdi, ben de o çıkartmaları yapıştırmaya kıyamazdım. Sıkıldım, yazmayı kestim.
bu, biraz gizemli bir vandalizm, açıklama yapmak lazım: İlk listede yokken öğrenciler tarafından benimsenip, eklenmişim; ama şimdi liste güncellenince biraz garip oldu. El yazısını tespit çalışmalarım sürmekte.. 8)