Geçen gün Bengü ile Eki’yi konuşuyorduk, “küsüştük… o yüzden beni aramıyor” dedim, “seninle küsse küs, beni niye aramıyor ki?” dedi. Böyle yazınca merak uyandırıyor, farkındayım, kurguda olsa açıklama filan olur, bilirsiniz ama gerçek hayatta olmuyor öyle şeyler… özetle, evvelki yaz Ekilere ayıp ettim, hem de çok ayıp ettim (kendi payıma “çarşıdaki hesap eve uymadı”), düzeltemedim de. Belki Eki’nin haberi bile olmadı, belki öyle denk geldi falan filan… neyse, geçelim, kapatalım artık bu konuyu.
Bir keresinde bir arkadaşımla bir tartışma sonrası aramızda soğuk rüzgârlar esmeye başlamıştı (daha önce yine bu minvalde bahsetmiştim diye hatırlıyordum, baktım, bulamadım), ben de o zamanlar epey unutkanım, evdeyim, telefon çaldı, açtım, bu arkadaş, güzel güzel konuşmaya başladık – sonunda dayanamadı, hem teşekkür etti, hem de şaşırdığını söyledi benim bu yüce gönüllülüğüme… yüce gönüllülük ne gezer, basbayağı unutmuşum dargın olduğumuzu! Belki Eki’ye de böyle olmuştur, her neyse, işte geçen gün telefonuma bilmediğim bir numaradan mesaj geldi, pas geçtim, sonra “ben Eki” dedi, nasıl nasıl nasıl sevindim!
Eki ile 93 müydü, 94 müydü tanıştığımızda… o bana sahilde çarpıp “gif!” demiş, ben ona “jpeg!” diye karşılık vermiş, işte öyle, geek’lik üzerinden arkadaşlığımız başlamış. Ertesi sene (ertesi sene yazdıysam, bir önceki tarihin ’94 olması lazım geliyor), yazın sonu, Artur’un boş bir zamanıydı, iki-üç kişi kalmıştık, beni Bengü adında bir arkadaşıyla tanıştırdı, sonra acil bir işi çıktı, Ayvalık’a gitti, biz Bengü ile bir başımıza kaldık, konuştuk, konuştuk, konuştuk (yalan, ben konuştum, o dinledi; sonradan “dinledim zira benim konuşmama hiç fırsat vermedin…” de diyecekti!).
Aslen mimar olup da, geek’liğin çağrısına teslim olan, süper kafa insan… ya ben Eki’yi daha önceden yazmamış mıydım? Bir saniye… yazmışım ya işte beyav..
Bir sürü anımız vardır Eki’yle; bunların yarısında ben yerlerde sürünüyorumdur (hem literally, hem figüratif skeyting).
Merhabalar… Başlamadan önce, bu dünyanın ne kadar kötü bir yer olduğunun yadsınamaz kanıtına buyurun, bakın:
isterseniz dönüp bir kez daha bakın, ben beklerim… Filmi seyretmek isterseniz de, benim tavsiyem öncesinde Sevmek Zamanı‘nı izlemeniz, neticede daha iyimser (spoiler olmasın diye ne kadar süre ile iyimser olduğundan bahsetmeyeceğim ama filmin afişi bile höh yani!).
… kime, neye yazıyorum ki ben? niye keyifsiz yazıyorum ki ben? (geç oldu, yatmam lazım artık, yoksa yazacaktım, bahane bu tripler… yazarım yine yarın.)
…yarından merhabalar. Akşam oldu, hüzünlendim ben yine. Ama hüzünlenmemek mümkün mü…. bakın, bir bakın..
Müşfik Kenter ne kadar da Yetkin Dikinciler’e benzer filmde (& vice versa)… Çok sevdiğim Çiğdem Hoca’mın öğrencilik yıllarında çekilmiş bir resmi vardı, o resmi de çok severim (izin almadığımdan burada paylaşamıyorum). Resmi sevmek derken, filmdeki kadar değil doğal olarak. Zaten filmdeki diyaloglar filmin herhalde %5’i kadar filandır toplasanız, olmasalar da olurdu (iyi anlamda hem de). Şimdi konuyu özetleyecek olsam “yarından” tezi yok, zaman makinesine atlayıp, 1965’e gidip ana karakter Halil’i psikolojik tedavi altına alırlar (ama mevzu o değil). İnsanın içine işleyen bir film. Ne kadar klişe oldu. Ayrıca Müşfik Kenter’i Hayri Esen (“ismini unutabilirsiniz, sesini asla!”) seslendirmiş, benim için iyi de olmuş zira ne zaman Müşfik Kenter’in sesini duysam, “aaa seslendirmeyi Alf yapmış!” hissine kapılırım (Alf demişken, Mr. Robot’un ilgili öte sekansı, bu tür imza sesler deyince de Yekta Kopan’ın geçen gün paylaştığı karikatür gelir aklıma — ikisi için de bkz. şura).
Kötülük bâki. Yüzüklerin Efendisi’nde (kipatta, filmde değil), yüzük Mordor’a atılır, kötüler darmadağın olur, iyiler kazanır, herkes sevinir, Frodo ile Sam’e herkes teşekkür eder. Kötülük yenilir! Mutlu günler! Musmutlu günler onları beklemektedir! …Sonra ne olur, var mı bileniniz? Sonra Frodo ile Sam köylerine, Shire’a dönerler ve bir de bakarlar ki Saruman ile Wormtongue köyde hüküm sürmektedirler, Shire’ı bölmüş ve yönetmişlerdir, yandaşları vardır. Hani kötülük bitmişti? Kötülük bitmez. Pek bir beylik deyime, bayıldığım bir modifikasyon yapılmışlığı vardır, önce lafı getirelim, şöyledir:
“Evil prevails when good men fail to act.”
İrlandalı feylesof Edmund Burke tarafından, 1700’lü yıllarda söylenmiştir. Bizdeki yansıması İsmet İnönü tarafından dile getirilmiştir (“Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur.” şeklinde).
Şimdi gelelim mutlak hakikate, şu bahsettiğim değişime:
Evil prevails when good men fail to act.
Evil prevails. O kadar. Nokta. (HTML’den o kadar tag gelip geçti de, şu üzerini çiz (<strike>…</strike>) tag’i bir bold ve italik kadar kalıcı oldu).
Çok film seyrettiğimizden herhalde, her zaman için bütün insanların bir anda doğru yola girdikleri bir anın geleceğini ve her şeyin kurtulacağı inancıyla yaşıyoruz. Kutuplardaki erime, CO2 seviyesinin artık geri-dönülemez seviyelere ulaşmış olduğu gerçeği (bağlantı ararken aradığımı değil bunu buldum ama okumadım — TL;DR). Adamın teki puro içmeyi çok severmiş ama uzun yaşama ihtimalini arttırmak için vs vs.. içmezmiş. Bir gün doktora gitmiş, doktor da tütünle alakası olmayan bir araz yüzünden malesef, diyelim ki üç aylık bir ömrü kaldığını söyleyince adamın yüzü gülmüş, “artık,” demiş, “istediğim kadar puro içebileceğim yani doktor!”. (yazdım yazdım bir şeyler de, neyse, sildim).
Bunlar olup bitiyor, sonra bir gün internette/wiki’de şöyle bir sendromla karşılaşıyorum: Zalım Dünya Sendromu (Mean World Syndrome): özetle dünyanın aslında göründüğü kadar kötü bir yer olmadığı, ama özellikle medya yoluyla haberdar olduğumuz kötülüklerin, haberdar olduğumuz iyiliklerden -oluş sıklığına bağlı olarak değil de, sunuş sıklığı baz alınarak- kat be kat fazla olmasından ötürü öyle zannetmemiz falan filan. “Haaa, tamam o zaman!” diyorum, gülüyorum, gülüyorum… 8)
–“Fransızca’mın kusuruna bakmayın ama, benim de bir terimim var: Misanthropy (Schopi kadar başıma taş düşecek bir gün ya, neyse…)
O zaman dans! Renk!
Sonradan Not: O kadar yazdım ettim, kaydettim gönderdim, sonradan aklıma geldi, kapıdan döndüm, kusura bakmayın — aklımdaydı şu şiirle bitirmek (“Sevmek Zamanı”na panzehir), neredeyse unutup gidecektim:
…koskoca galakside, galaksiyi geçin, galaksiler sisteminde kurtardığınız prenses aslında kızkardeşiniz ve o siyah başlığın altındaki kötü babanızdan başkası değil. Freudyen analizler bir yana, genelde maruz kaldığımız trup bu. Televizyonda/sinemada/kitaplarda daha bunun bin türlüsünü yiyoruz (bunun ve aklınıza gelen/gelmeyen her türlüsü için bkz. sonsuz bir memba olan tvtropes.org).
Aslında çok da çakılmayacak bir şey değil bu tesadüfler. Scalzi’nin Redshirts’ü tam da asıl (yan) oğlanın bunu çakması üzerine kurulu hoş bir okumalık, Lost’da da ben unutmuştum, geçen gün Adam Whitehead’in the Wertzone’unda Lost’un yeniden izlemesi üzerine aldığı notları okurken, orada da olduğunu görüp hatırladım: Jack, onların ada (“dizi”) için ne kadar önemli olduğunu, ölmelerinin mümkün olmadığını anladığında, küçük bir aydınlanma yaşar ama ne yazık ki diğerlerini buna ikna edemez…
Geçen sene keşfedip, çok çok sevdiğim, favori kitaplarımdan olan John Crowley’nin Little, Big’inde de karakterler sezer, şaşırmazlar pek. “Hikaye böyle istiyor” derler, başlarına çok da kötü bir şey gelmeyeceklerine inanırlar, başlarına kötü bir şey geldiğinde de Deus Ex Machina devreye girip, bir trenin tünele girip çıkmasına kadar olan zamanda hallediverir bütün dertlerini.
Peki bizler kimin yapıtındayız? Kim kolluyor bizleri, ne kadar ana karakteriz, ne kadar garantimiz var? Belli değil mi cevap (her birimizin inanışlarına göre illaki bir yanıtı var, herkesin her şeye bir yanıtı var…)
Biraz iç karartıcı bir akademik masal anlatayım: Bir zamanlar iyi bir üniversitede fizik okuyan üç, dört, beş altı yedi++ arkadaş varmış; bunlardan bir tanesi komikmiş, bir tanesi geekmiş, bir tanesi asosyal, bir tanesi parti canavarı filanmış, bildiğiniz grup dinamikleri işte, şöyle bir şeymiş (tangolar kendisiymiş, kim kime ne deseymiş…):
Hepsi de güzel okumuşlar, iyi dost olmuşlar, sky is the limit‘miş. Mezun olduklarında doktora sonrası araştırmacı olarak (bildiğiniz postdoc’luk) yurtdışı kapıları sonuna kadar açılmış, hepsi de süper yerlere gitmişler kolaylıkla.
Sıradaki trop’umuz: Geliştirme Cehennemi (Development Hell). İşte bir film fikri/sevdiğiniz kitap uyarlanmak üzere beğenilir, tamam denir, yönetmen, oyuncu arayışına girilir, sonrasında bir türlü tamamlanamaz, iki-üç senede bir reset yer, bekle bekle olsa bir türlü, olmasa bir türlü… grafiksel özetle:
İşte bu bahsettiğim fizikçi arkadaşların hepsi iki postdoc yapmışlar, hiçbiri iki sene sonrasında nerede olacaklarını bilmiyorlarmış, bu belirsizlik onları çok korkutuyormuş, sonuçta evli olanları varmış, çocuğu olan varmış… Bir tanesi yurda dönmüş, birkaç tanesi 3. postdoc’a başlamış, yurda dönen hakikaten de mucizevi bir şekilde pozisyon bulmuş, mutlu olmuş diyelim, diğerleri yurda dönene hem seviniyorlarmış, hem üzülüyorlarmış çünkü yurtta da durumlar biraz karışıkmış, mesela sokaklarda insanlar birbirlerini dövüyorlarmış, mesela bütün kurallara uyduğu halde 3 kere çok ciddi bir şekilde ezilmekten kılpayı kurtulmuş, mesela çok garip şeyler yaparak çok kolay şekilde para kazanan insanlar herkesten üstün olduklarını sanıyorlarmış (geçen hafta Ece’yi almak üzere çarşamba İstanbul’a gidip, perşembe döndüm ve bu nispeten kısa yolculuk zamanında şahit olduğum şeyler: molada arka koltuğa bir beyefendi ile oğlu eklendi: aslında yarım saat önceki otobüsle gidiyorlarmış ama “3 dakika” gecikmişler, döndüklerinde otobüsleri gitmiş, nasıl gidermiş? Sonrasında servisin kalkış saatini beklemek üzere servis alanına gittim, birbiri ardına servisler gelmeye başladı ama bir tanesinin yerine bir amca (o kadar da tabela ve şu kırmızı-beyaz hunilerden koymuşlar halbuki) arabasını park etmiş, plakasını anons ettiler, amca çıkıp bağırmaya başladı “5 dakika bilet alıp gideceğim, sen nasıl anons yaparsın!” diye (anons, da bildiğiniz, “bilmemne plakalı araç, servis bölgesindesiniz, lütfen aracınızı çekin” – yoksa aile bireylerine saydırma filan yok), kavga çıktı… evet, dışarıdaki gündelik hayatla hayatımdaki en büyük dertler bunlar, geç gelen yolcular ile yanlış yere park eden sürücüler, ne sanmıştınız!). Neyse ne diyordum, bu fizikçi arkadaşların akademik durumu ülkemize özgü değil, her yerde bu sıkıntı var, okumak başarılı olmak is overrated. Bizimki yine bir şey değil: bir arkadaşımız vardı, lisede süperdi, üniversite sınavında en yüksek puanla en yüksek tıp bölümüne girdi, sabahtan akşama deli gibi çalıştı, mahremiyet bölgesine zorunlu göreve gitti, döndü, biz yılbaşını kutlarken o nöbet tutuyordu, sosyal hayatı bildiğim kadarıyla sıfırlandı… “ama yaptığı işten aldığı tatmin duygusu…” evet. Hasta yakınları doktorları ne yapıyor biliyor musunuz? Evet, evet…
Sizinle bir iş ortaklığı kuralım, bir arkadaşımın kardeşi anlatmıştı: paraları kalmadığında doğal parkın girişinde durup, sahte bilet keserlermiş. Doğup büyüdüğünüz yazlık kasabada güzel bir sahil olsun, bir de iyi kalpli, “girişken ruhlu” arkadaşınız. Bu arkadaşınız plajın bir kenarına 3-5 şezlongu yığsın, isteyene günlük kiralıyor olsun. Siz daha akıllı olun, plajın en güzel yerine 20 tane şezlongu kurun, o bölgeyi kapatın, oturmak isteyenlerden arkadaşınızın istediği paranın 2 katını alın. So far, so good… Ertesi sene orayla hiç alakalı olmayan, denizi bir ihtimal hayatlarında ilk defa gören arkadaşlar gelsin, bütün plajı kapatsınlar şezlonglarıyla, Deli Dumrul misali oturandan x, oturmayandan y para alsınlar bu hizmetleriyle. Hala iyi zamanlardayız. Sonra, bir akşam, o bölgenin “abileri” gelsin, bu yeni arkadaşlara desinler ki, bize her gün için xx para vereceksiniz, yoksa burada barındırmayız sizi. İşte bu, girişimcilik 101! Adama kişi başına 20TL veriyoruz (pazarlık yapınca, bize de acırlarsa 15 aldıkları da oluyor), öyle bir tomar para çıkarıyor ki verdiğimiz parayı koymak için, ya diyorum, şu fizikçi arkadaşları çağırıp, gözümüzü karartıp biz de mi girsek acaba lokal mafya işine?
Tekrardan soralım: Hiç arada sırada sokakta yürüyor musunuz? Peki biz kimin hikayesinin karakterleriyiz?
Çarşambadan beri izindeyim. O gün İstanbul’a gidip, Ece’yi aldım, cumartesi günü de ailecek Hülya Teyze’nin Ilıca’daki yazlığına geldik. Geçen sene, yine bu zamanlar Efelerle görüşmek üzere gelmiştik, Hülya Teyze de sağolsun, kapılarını bize açmıştı, çok güzel vakit geçirince, bu sene de ziyarete geldik (Efeler de yarın geliyor). Hayat güzel.
16 Temmuz’da bir proje için mülakatım vardı ama 15’i gecesi malum olaylar vuku bulunca, belirsiz bir tarihe ertelenmişti. Geçen gün arayıp, bugüne aktardılar, tatilde olduğumu belirtince de bir güzellik yapıp Skype üzerinden görüşme ayarlamışlardı. Buraya kadar her şey güzel.
Nihayet görüşme saati geldi çattı, ama tabii evrensel bir sorun olarak: video-konferans!
Görüntü iyi gibiydi, jüriyle el sallaştık, sonra meğerse sesim pek iyi iletilmiyormuş, mecburen görüntüyü kapattık (hmm, şimdi düşünüyorum da, belki de tipimi beğenmediler! 8) – ben onların sesini duyamıyordum, bu yüzden radyo misali, kendi kendime konuştum durdum. Hayırlısı artık ama 2-0 yenik başladık gibi oldu malesef. Halbuki dün okyanus ötesinden Turan’la deneme yapmıştık, mis gibi çalışmıştı ama Murphy Kanunu uyarınca bu da çok mantıklı – normalde çalışıp da ihtiyaç olunca çalışmaması (hatta çalışmamaktan daha beteri olan biraz çalışması)!
Dün gece kötü rüyalar gördüm. Önce ağabeyimin başına kötü bir şeyler gelmişti, sonra Barış’ın başına çok daha kötü şeyler geldi, ağladım durdum rüyamda. Ağabeyimi aradım, “böyle böyle olmuş… geçmiş olsun” dedim, “yok öyle bir şey, sen merak etme” deyince rüyada görmüş olduğumun farkına vardım, “o zaman Barış da iyidir” diye düşünürken, meğer Barış iyi değilmiş, ağabeyimle olan kısım rüya imiş, Barış kötüymüş. Ağlarken uyandım, meğer rüyada inception yemişim. Rahatladım artık o kadar karardıktan sonra ne kadar rahatlanabiliyorsa. Sonrasında Barış ve Efe ile bunun geyiğinden girip, nostaljisinden çıktık. Efe’yi bir aksilik olmaz ise bu akşam ya da en geç yarın görebileceğim ama Barış’ı çok özledim ben.
Balıklar bu sene -henüz- beni ısırmadılar. Dün bir dolu not alıp çalışmıştım, neredeyse hiçbir şey sormadılar (bir radyoya ne sorabilirsiniz ki?). Biraz buruğum ama ne yapalım. Birazdan denize gidiyoruz, hey!
Yemek yerine çay-simit-poğaça-börek-kek-kısır vs.. severim ben. Her akşam böyle olsun, her akşam sevinirim! Küçükken de böyleydim. Annem her gittiği günden bana gönderilmiş süper tabaklarla dönerdi de bayram ederdim. 8)
Sonra bir gün, bu işin annemin gün katılımları/organizasyonlarıyla sınırlı olmak zorunda olmadığının ayırdına vardım. Kısır severim, o halde kısır yapabilirdim, mercimek köftesini de, onu da bunu da. Hem de nasıl seviyorsam öyle. Zor bir şey olmadığını öğrendiğimde nasıl sevinmiştim!
Bengüler ailecek tanışmaya geldiklerinde hevesle, yaptığım en zahmetli işlerden olan örgü tatlısı hazırlamıştım (çoktandır yapmıyorum, o yüzden resmi yok ama internete bir bakayım… buldum bile:
) da, Allah rahmet eylesin, Cemal Dede “aaa, sen mi yaptın, ama kız işi bu!” dediğinde bile kıvancımdan eksilmemişti. 8)
Mozaik pastası severim, Efe de sever, vaktiyle mimarlığın kantinine gidip yerdik, sonra onu da yapmaya başladım, Efeler Ankara’ya (/ikamet ettiğimiz şehre diyelim) her geldiklerinde yaparım. Misal bakınız
Elmalı turta, Hollanda’nın resmi tatlısı (Delft’te en güzel turtayı Diamentenring yapar; Kobus Kuch‘unki de iyidir), orada öğrendik. Samira sağolsun, bize geleneksel tarifini verdiğinden beridir, sıklıkla pişiririm. Birkaç kez yapıp bölüme de getirdim, bendeki tarif Samira’nın yazdığı, İngilizce olduğundan, vaktiyle Müge’ye çevirmiştim, ondan rica ettim, tarif defterinden gönderdi, ben de onu paylaşageldim (hence, parantezin içindeki “(Emre)” ibaresi… 8)
Ne diyordum? Evet, öğrencilerim diyordum. Vaktiyle arkadaşlarını bile çekinmeden sıralamış adamım ama iş öğrencilere gelince, unuttuğum olur diye çekindim şimdi. Ne mutlu bana ki, dersler sayesinde bir sürü güzel insanla tanıştım, işte serde hocalık-öğrencilik var, o yüzden tam olmasa da, tam arkadaş diyemesem de, tanışıklığım oldu bu insanlarla. Müge ve İlkim’den başka, Rûken’e de sözüm vardı ama o bir süredir Ağva’da imiş, o yüzden İlkim ile Müge (ve artık çarşamba kim varsa) onlara kısmet olacak, Rûken gelince ona tekrardan yaparım artık (bahsi geçenler de an itibarı ile orada ya, neyse — facebook’a toplu resimlerini koymuşlar ama izin almadığımdan – stalker’lık yaptığımdan buraya alıntılamıyorum / bunu yazınca, geçen gün hediye ettikleri Batman mutfak önlüğümle çektiğimiz resim geldi ama onun için de izin almam gerek — neyse, izin alır eklerim bilahare).
Şu resim ne kadar şanslı olduğumu anlatır sanırım: