Saçma düşünceler, rüyalar…

İnsanların kış uykusuna yatmaları gerektiğini düşünüyorum. Doğaya toparlanacak zaman verilmeli, hem soğukta dışarı çıkmak zorunda da kalmayız.

Bir zamanlar bir trene binmiştik, hava sıcaktı, havalandırma yoktu, çok sıcak basmıştı — az evvel, hazır İspanyolca şarkılar dinlerken, o trende sıcaktan kendimden geçtiğimi, belki de hâlâ o trende olduğumu düşündüm. Güneş Tecelli Ediyor‘daki gibi biraz da belki. Güneş Tecelli Ediyor’u göndermemişim hiç daha önce, Google bilemedi, o zaman al sana Google…

upstream-color-screenshot-2

– Area: HT.EDEBIYAT.DUZYAZI ———————————
Msg#: 226 Sent Local Date: 11 Nov 97 20:58:56
From: EST                   Read: Yes Replied: No
To: All Mark:
Subj: gunes tecelli ediyor, basima, basima, basima.
———————————————————-
“Bir beyin kanaması vakasında ilk ve son görülen şeyler tamamıyla hallüsinasyondur.” demişti doktorum bana. Bir ay kadar önce.
———————————————————-

I.
(…) sonra birden düşümden uyandım. Yarım kalmıştı düş, bitmeyen bir şeyler varmış gibi geliyordu. Düşümü hatırlayamıyordum; ya da çok bulanıktı aklıma gelenler… kendimi görmüştüm, bütün düş arkadaşlarımla birlikte. Hepsi bir sıra halinde dizilmişlerdi galiba, Güneş de aralarındaydı; “gel” diyorlardı bana, beni çağırıyorlardı… Evet, işte tam o anda uyanmış olmalıydım. Banyoya gidip yüzümü yıkadım. Aynaya baktım. Islak ellerimle saçıma şekil vermeye çalıştım. Kapı çaldı. Saatime baktım, gecenin üçü. Kim olabilirdi ki bu saatte. Kapıdaki delikten baktım, kimseyi göremedim, hala düşün etkisinde olmalıyım dedim, birazdan ayılırım. İşte tam o sırada kapı bir daha çaldı. Korktum, irkildim, bunun bir düş olacağı yok, “Kim o?” Ses gelmedi. Korktum, irkildim. Yine de içimden bir ses “aç” dedi. Delikten bir daha baktım, gene kimseyi göremedim. Karanlıktı koridor, ışık yanmıyordu, kapımın önünde biri varsa bile göremiyordum, aniden açtım kapıyı, düşünsem açmazdım herhalde. Bir adam duruyordu eşikte, benim boylarımda, siyah saçlı, gözlerini hatırlamıyorum şimdi. Sen miydin, dedim, sonra buna da şaşıracaktım tabii, gelen benim en yakın düş arkadaşım Ergin’di çünkü; Ergin diye biri yoktu, arada düşümde görürdüm sadece, uzun zamandır, iki… üç yıldır Ergin’le hep bir kumsalda dolaşıyorduk. O hiç konuşmazdı, “Kim o?” diye sorunca bu yüzden cevap vermemiş olmalı dedim, onu içeri buyur ettim, korkmuyordum, uyuşmuştum, uyku mahmurluğunun hükmündeydim, ona bağladım bu dinginliğimi. Ergin içeri girdi, salona geçti, tek başımaydım, Çiğdem beni terk edeli üç ay filan olmuştu, şimdi başka birisiyleydi o, Çiğdem. Artık rüyalarımda da görmez olmuştum. Eskiden, uykusuz gecelerin nereden geldiği bilinmez sabahlarında onu gördüğüm olurdu: çantasını toplarken, ayakkabılarını giyerken, giderken… hiç bitmez sanırdım bu ayrılık anları, o gidene kadar uyanacağımı sanırdım, böylesi de acı verecekti elbet ama gitmesinden iyiydi buruk kalması. Belki de o uyandırmış olacaktı beni, benim bir karabasan gördüğümü anlayıp, olmuştu çünkü, sadece bir kez: karanlıklar içerisindeydik, bir parktaydık. Cesetleri yüzüyordu ölü kuğuların, iskelete dönüşmüşlerdi, gagaları sivrilmişti. Çiğdem gidiyordu, aramızda bu kuğulardan vardı, korkuyordum, karşı tarafa geçemiyordum, göle ayak basar basmaz beni parçalayacaklardı. Parktaki meşhur çocuk heykelleri de ölmüşlerdi, acı içinde yüzleri buruşmuştu. Gölün karşı tarafından Çiğdem’e bağırıyordum, “Gitme Çiğdem, n’olur gitme, sen kal benimle, terk etme!” Çiğdem duymuyordu oysa, kuğular bağırıyorlar mıydı yoksa gülüyorlar mıydı, hatırlamıyorum. Ördekleri bir türlü çıkartamıyordum, ördekler yoktu galiba, olsalardı, onlar da Çiğdem’in önünü keserlerdi, buna eminim, ördekler yarı yolda bırakmazlardı beni, sırtlarına alırlardı, karşı tarafa, Çiğdem’in yakasına geçirirlerdi, ayaklarına kapanırdım Çiğdem’in, böyle bir şey yapmamıştım hiç ama yapardım, o zaman yapardım. Çiğdem giderken ondan yana bakmamıştım hiç, ağır ağır puromu içmiştim, nasılsa geri dönecek demiştim, yüzüğü hâlâ bende. Karabasan bir türlü bitmiyordu ki! Çiğdem uyandırmıştı beni, uyandığımda bir an hatırlayamamıştım hiçbir şeyi, bana sarılmıştı, sarılmıştı bana, nasıl unutabilirim ki… ama iki hafta sonra bırakmıştı beni, terk etmişti, bir başkasına gitmişti ama artık emin değilim: bir başkası için mi beni terk etmişti yoksa, beni terk ettiği için mi bir başkasına gitmişti, bilmiyorum. Artık hiçbir şeyi bilmiyorum, adımı unuttum, unutmamış olsaydım rüyada sordukları zaman düşünmezdim. Ergin koltukta oturuyordu hâlâ, evet, bu da kesinlikle bir düş olmalıydı, Ergin yoktu ki gerçekte. Konuşmayacak mısın dedim, ben konuşamam ki dedi, bir daha da konuşmadı Ergin. Konuşsaydı ne diyecektim ki? Böylesi daha iyiydi ama o anda bunu da fark edemedim.

Biliyorsun, dedim, Çiğdem terk etti beni, gitti o. Sustu. Ergin hala o koltuğa oturmuş susuyordu. Sigara içer misin, dedim, cevap vermedi, ben de bir puro yaktım, bu bir rüyaydı çünkü purolarımı iki gün önce bitirmiştim, param yoktu yenilerini almaya, hem almak için de epey bir yol katetmem gerekiyordu, her yerde bulunmuyordu kullandığım marka, para gerekiyordu, param yoktu. Bu ayın sonuna çıkmam herhalde, diyordum, bunu rüyalarımda bile düşünür olmuştum: bu ayın sonuna çıkmam, intihar ederim belki ama kesinlikle çıkmam, borç almam, dostum yok ki benim. Hâlâ düşünüyordum ki, Ergin kapıyı gösterdi, gidip açtım, Nilgün geldi, Nilgün de benim düş insanlarımdandı. Ama o bir zamanlar yaşamıştı, ben küçükken o ölmüştü, şairdi, sonra bir gün intihar etmişti, fazladan bir sebep yokken. “Yoksa ben de mi öldüm?” dedim, öyle ya Nilgün’ün gelmesi boşuna değildi, hem ölüm böyle bir şeyse neden olmasın, puro isteyince buluyorsun en azından. Nilgün, dedim, ben öldüm mü? Ben de senin gibi öldüm mü? Cevap vermedi. “Sen de mi konuşmayacaksın yoksa?” dedim, “Bu soruya değil” der gibilerinden başını salladı. Evet, ben ölmüştüm, ölmüş olmasam kimse böyle bir cevabı başının bir işaretiyle veremezdi, ölmüştüm işte, cenazemi görecek miydim, beni aşağı kim alacaktı? Bir ara Mustafa alır demiştim, Mustafa sen alırsın değil mi ama sonra vazgeçmiştim, vazgeçtiğimi ona söylememiştim, buna canım sıkıldı. Puromdan bir nefes daha çektim; garipti, bu kadar bir zaman bekletmiş olmama rağmen sönmemişti, yanmasına rağmen azalmamıştı, iki kere garipti. Nilgün usulca yaklaştı, kollarını sardı boynuma, sarıldı, iki damla yaş çıktı gözlerinden. Ben ağlayamadım, kötü olmadım, biraz bekledim, sarılma beklediğimden de uzun sürdü, sıkıldım bundan, ne zaman bırakacak dedim, bir süre daha sarıldı, sonra bıraktı. İsmimi söyledi, garip oldum, birden hatırladım adımı, garip oldum. Dinlemelisin, dedi, buraya gelişimizin sebebini er geç öğreneceksin, o yüzden merak etmeyi boşver. Merak etmiyordum ki! Buraya gelişiniz beni şaşırtmıştı sadece. Bir açıklama bile yapmıyorsunuz, geleceğinizi bildirmiyorsunuz, sonra sabahın köründe kapım çalınıyor, bil bakalım gelen kim. Böyle bağırıyordum ama alınıp gitmeyeceklerini biliyordum, onları tanıyordum. Ergin mutfaktan döndü, dolaptan rakıyı çıkartmıştı. Rakı öyle en çok sevdiğim içki değildir, o yüzden bütün diğer içkiler biter de, dolapta hep bir yarım şişe rakı bulunur, acil yardım bâbında. Tek bir kadeh doldurmuştu, sanırım kendisine. Gitti gene koltuğa oturdu. Sinirime dokunmaya başlıyordu. Ya sen Nilgün, sen ne diyeceksin bu konuda? Nilgün’e baktım, kapıya bakıyordu, anlaşılan birisi daha gelmek üzereydi, bana ne, kim gelirse gelsin. Çiğdem gelemezdi, tâ o şehirden kalkıp gecenin – sabahın köründe buralara gelmek… imkânsızdı. Beklemiyordum o yüzden. Kim olabilirdi? Rüyalarımda başka kimler vardı? Bir tek Güneş’i hatırladım, onunla da kavga etmiştik, vurmuştum ona, boktan bir sebepten; ona vurmayı tam bir aydır tasarlıyordum, olay arıyordum, derken bir gün olayı buldum, açıklama yapmasına fırsat vermeden dişlerinin üzerine yumruğumu indirdim, elim kanadı, sonra yaralar, her türden yaralar kabuk bağladı, duvara vurmuş gibi oldum. Güneş bir daha benimle konuşmadı, onu özlediğim günler oldu, çok özlediğim günler, ama Çiğdem’in gitmesini seyrettiğim gibi onu da seyrettim kayıtsızca, o da gitti. Yalnızlık ve ben kaldık sonunda. Kaç ay oldu, bilmiyorum, uzun zaman. Bir gece uykumda gördüm Güneş’i, uyandım hemen, bir şey mi oldu ona diye, telefon açtım, uykulu bir sesle, alo dedi, ben de kapattım yüzüne. Anlamıştır herhalde kimin aradığını. Sonra gene salona döndüm, Nilgün’le Ergin’e baktım, nerede beklediğiniz adam, hani gelmedi işte, dedim küçümseyerek. Birden Ergin’in yanında oturmakta olan Ebru’yu gördüm. Ebru…. onu bırak rüyamda görmeyi, senelerdir hatırlamıyordum bile, ama işte oradaydı, birden gelmiş, yanında unuttuğum her şeyini getirmişti. Elim ayağıma karıştı, Ebru diyeceğime Çiğdem dedim, kızdı, kalktı, gitti, giderken koluna yapıştım, ellerimden kaydı, sonra yok oldu.
II.
Avuçlarımı yüzüme gömdüm, öyle bekledim bir süre. Gitmişti. Gelmesini beklemiyordum, o yüzden bu kadar koymuş olmalıydı gidişi. Gitmişti. Ebru beni bir kez daha terk etmişti.

Nilgün’e baktım, ağlamaklıydım, ağlıyordum, “Artık ağlama,” dedi, “terk etmese bile ayrılacaktınız, zaten sen en çok Çiğdem’i sevdin ya.” Çiğdem. Çiğdem gelecek miydi ki? Bunu sordum, cevap alamadım, Nilgün’e baktım, belki kapıya bakıyordur, Çiğdem’i bekliyoruzdur belki de diye, ama Nilgün pencereden bakıyordu, sonra attı kendini aşağıya. Ah Nilgün!

Bir anda hatırladım gizlide kalmış aşklarımı. Mesela Odette vardı, ona açılamamıştım bile, birbirimize bakıp bakıp durmuştuk, hiçbir şey konuşamıyorduk, ben devamlı yutkunuyordum, bir yutkunma geliyordu, ardından bir tanesi daha. Odette konuşma açmaya çalışıyordu, ailesinden, sınavlarından, kitaplarından… ne de çok şeyden bahsediyordu. Odette bana aşıktı, ben bilmiyordum. Çiğdem o zamanlar da vardı, ama ayrılmıştık. O sırada Odette ile tanışmıştım, Odette konuşmasına devam ediyordu, hep konuşuyordu ama tek kişilik olunca bu konuşmalar, sıkıldı, sıkılmasa da kalkıp gitmek zorundaydı, kalkıp gitti.

her şey tahmin edildiği gibi gelişti. Odette, sonra Fulya, Ebru ve Nergis. Nergis kalmıştı bir tek, onu da ben terk ettim, sırf onu hep sevebilmek için; böyle bir şey uğruna birinin diğerini terk etmesi gerekir, o beni terk edemiyordu, ben onu terk ettim. Nergis’i unuttum sonra, hep seveceğim halde unuttum, sonra bunu da öğrendim: terk eden unutur ama hep sever, terk edilen kalır, hep sever ve unutmaz.

Rüya görüyor oluşumu unutmuştum, bir hatırlasam… bir hatırlasam gider pencereden aşağı atlardım, ikinci kat, uçamasam bile bir şey olmazdı, bu bir rüyaydı, Ergin konuşmuyordu, Ergin orada oturmuş tip tip bakıyordu bana, rahatsız olmaya başlamıştım, kalkıp en yakın düş arkadaşımı dövecek değildim ya. Ergin bu dünyada, Güneş o dünyada. İkisi de çok yakın arkadaşlarımdılar.

“Yoksa?” dedim, tabii ya, niye düşünememiştim, hemen kapıya koştum, kapıyı açtığımda onu, Güneş’i orada bulacağımı biliyordum, utanıyordu tabii kapıyı çalmaya, aramızda geçen onca şeyden sonra. Açtım. Sarı saçlarını gördüm. Hemen gözlerine baktım, o masmavi gözler, sarıldım Güneş’e, içim ısındı, Çiğdem’i bile unuttum bir ara. Beni affedecek misin, dedim, unuttum bile, dedi. Oysa biliyorum ki affeder ama unutmaz, bunu söyledim ona, sonra beraber güldük halimize, tıpkı eski günlerdeki gibi. Sonra konuşmaya başladık, Güneş bana son maceralarını anlattı, güya şehirden şehire dolaşan bir kumpanyaya girmiş, ne kadar saçma, bu bir rüya olmasa kesinlikle inanmam, orada gitar çalıyormuş, o kadar kötü gitar çalan biri için bir mucize bu! Anlatayım, Güneş’in müziğe hiç kabiliyeti yoktur, o aslında ressamdır, harika resimler yapar, benim de resmimi yapmıştı bir kere, hâlâ saklarım, dolabımın alt gözünde saklarım.

Kapı çalındı, bakındım, Güneş yoktu, hiç gelmemişti, her şeyi ben uydurmuştum.

Kapıyı açtım. Çiğdem sandım önce, ama değilmiş, geleni hiç tanımıyordum, “Ben,” dedi, “nişanı bozuyorum.”, bunu dedikten sonra da parmağından çıkardığı yüzüğü kafama fırlattı! Şaşırdım, anlamadım, bir şeyler söylememe fırsat vermeden çekti gitti, yüzüğün içinde benden sevgiler yazılmıştı… KAHRETSİN! Bu benim el yazımdı. Ben kimdim, o kız kimdi. Koltuğa çöktüm, Ergin’e baktım, sonra sahile gidip deniz kenarında yürümeye başladık, bir kapının önüne geldik, Ergin kapıyı gösterdi, açmaya korkuyordum, açamadım. Arkama döndüm, Ergin’in kapıyı açışını duydum, sonra boynumda bir sıcaklık. Güneş gelmişti galiba en sonunda, tam başımda duyuyordum onu, gelmişti demek!

O sırada öldüm. Belki de çok önce.

… sonra ayilar huzunden olmez / sevgilim sevgilim / acliktan olur onlar
… iste bundan oturu / huznu artik bir ayiya biraktim / sevgilim sevgilim
… bir ayiya / ister ormanda kullansin / ister buzdaginda /
… sevgilim sevgilim / huzne yer var hayatimizda (aramizdaki, t. uyar)

… SehIrdE biRi oLduguNDe / BUtUN IsIkLar YaNAr. o.ilkoruR
-!- Blue Wave/386 v2.20
! Origin: NeverLand +90(212)542-8470 * SysOp SPook * PC-FL! WHQ * (8:101/180)

“Saçma düşünceler, rüyalar…” için 2 yorum

    1. Bunlar (AKyürürler) geldi, mutlu musun?

      Neyse ki, Brother Northwind’e panzehir Little, Big var..

      “‘Meadow Mouse,’ he said, as gaily as ever, ‘whatever you do to protect yourself, there’s one thing you should know which you do not.’

      “‘What is it?’ asked the Meadow Mouse.

      “‘It’s Brother North-wind’s secret.’

      “‘His secret! What is it? Do you know it? Will you tell it to me?’

      “‘It is,’ the Black Crow answered, ‘the one good thing about Winter, which Brother North-wind wants no living creature to know. And yes, I know it; And no, I will not tell it to you.’ For the Black Crow guards his secrets as closely as he guards the shiny bits of metal and glass he finds and saves. And so the ungenerous creature went laughing off to join his brothers and sisters in the Old Pasture.

      “The one good thing about Winter! What could it be? Not the cold or the snow or the ice or the flooding rains.

      “Not the hiding and scavenging and deathlike sleep, and the running away from enemies desperate with hunger.

      “Not the short days and long nights and pale, absentminded Sun, all of which the Meadow Mouse didn’t even know about yet.

      “What could it be?

      “That night, while the Meadow Mouse lay huddled for warmth with his wife and children in their house in the grass, Brother North-wind himself came sweeping across the Green Meadow. Oh, what great strides he took! Oh, how the brown, thin house of the Meadow Mouse rattled and shook! Oh, how the grim gray clouds were ripped and torn and flung from the face of the frightened Moon!

      “‘Brother North-wind!’ the Meadow Mouse cried out. ‘I’m cold and frightened! Won’t you tell me the one good thing about Winter?’

      “‘That’s my secret,’ Brother North-wind said in a great icy voice. And to show his strength he squeezed a tall maple tree till all its green leaves turned orange and red, and then he blew them all away. Which done, he strode away across the Green Meadow leaving the Meadow Mouse to tuck his cold nose into his paws and wonder what his secret was.

      “Do you know what Brother North-wind’s secret is?

      “Of course you do.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir